Faruk Üsküdari


Bursa'yı Yazanlar

                                                                                                                                                                                                                    Agah Enes Yasa  
   
    Faruk Üsküdari, ya da tam adıyla Ömer Faruk Zeynülislam Üsküdarlı, Osmanlı devrinin son divan şairlerinden, hicivcilerinden ve aynı zamanda bir mevlevi dervişi olan Talat Üsküdari’nin (ö. 1926) ve Ayşe Ferzan Hanım’ın oğlu olarak 1910 yılında Üsküdar/ İhsaniye’de dünyaya geldi. Faruk Efendi’nin nasıl bir ortamda büyüdüğünü anlamak adına babasını tanımakla başlayabiliriz. Enderun-ı Hümâyun’da yetişen Talât Bey’in babası -yani Faruk Efendi’nin dedesi- Ahmed Ağa, saraydan ayrıldıktan sonra askerlikte binbaşılığa kadar yükseldi. 1863’te memuriyetle gittiği Van’da vefat ettiğinde oğlu Talât henüz beş yaşındaydı. İstanbul’a dönen ailesi, küçük Talât’ın eğitimini mahallenin hayırseverlerinden Hafız Ömer Efendi’nin desteğiyle sürdürdü. Selimiye Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra medrese ve özel derslerle eğitimini derinleştirdi; Hoca Tahsin Efendi’den hikmet, Kudretullah Efendi’den tasavvuf, Hacı Abdülkadir Efendi’den Arapça ve Farsça öğrendi.       
              

                     Faruk Üsküdari ve 1972'de yayımlanan kitabı

    1879’da Adliye Nezareti’nde göreve başlayan Talât Bey, zamanla muhasebe müdürlüğüne ve Bahriye Nezareti müsteşarlığına kadar yükseldi. “Saadet” ve “Zuhûr” gazetelerinde yazılar kaleme aldı; şiir, hiciv ve dinî yazılarla dönemin basın çevrelerinde tanındı. Ancak sansür baskıları nedeniyle yazın hayatından çekilmek zorunda kaldı.

     Bellibaşlı eserlerini II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında toplamıştı. Fakat 1917’de Üsküdar’daki evinde çıkan büyük bir yangında, bütün bir ömür boyunca biriktirdiği şiirleri ve yazılarını kaybetti. Bu felaket onu hem maddi hem manevi olarak derinden sarstı. Duyduğu acıyı şu beyitle dile getirdi:

 “Evimin yandığına yanmadım amma Tal’at,

Yandı bin beyti metinim, ona pek çok yanarım.”

     Burada “beyt” sözcüğü hem “şiir dizesi” hem de “ev” anlamına gelir — Talât Bey’in kelimeyle oynayarak acısını edebî bir incelikle dile getirdiği görülür.

     Galata Köprüsü’nün tarih kitabesinin de onun eseri olduğu bilinmektedir. Ayrıca dönemin tanınmış isimlerinden Hafız Üsküdarlı Ali Efendi’nin amcasıdır.

    Ahmed Talât Bey, 15 Eylül 1926’da Üsküdar İhsaniye’de mide kanserinden vefat etti ve Şair Nedim’in kabri yakınına defnedildi. Şiir, nezaket ve faziletle örülü yaşamı, dönemin zarif ve vefalı kalemlerinden biri olarak hatırlanmasını sağlamıştır.

 ***

       Bursa’yı Yazan, Bursalıları Okutan Bir İstanbullu

    İstanbul Ticaret Akademisi’nde eğitimini tamamlayan Ömer Faruk Üsküdarî, kısa süre sonra Bursa Ticaret Lisesi’ne atanarak burada ticaret hukuku ve muhasebe dersleri vermeye başladı. Yıllar içinde Bursa’nın önde gelen sanayicilerinin birçoğu onun öğrencileri arasından yetişti. Nüktedan kişiliği, zarif üslubu ve titiz öğretmenliğiyle hatırlanan Üsküdarî, derslerinde yalnız ticareti değil, hayatı da öğretirdi.

    Kızı, babasının eski İstanbul Türkçesini özenle koruduğunu ve bu konuda kendine özgü bir gurur taşıdığını anlatır. Üsküdarî, yeri geldiğinde gülümseyerek, “Edirne’den Kars’a hâlâ en güzel Türkçe konuşan beş-altı kişiden biriyim,” der, bu sözüyle hem dil zevkini hem de mizah anlayışını gösterirdi.

     19 Mart 1973’te Ankara’da geçirdiği bir beyin tümörü ameliyatı sırasında, beyinciğine hava baloncuğu kaçması sonucu yaşamını yitirdi. Vasiyeti üzerine, Emir Sultan Kabristanı’nda annesinin mezarının üzerine defnedildi. Bursa onu yalnız bir öğretmen olarak değil, aynı zamanda bir şehir hafızası, eski İstanbul terbiyesini ve kültürünü Bursa’ya taşıyan zarif bir entelektüel olarak hatırladı.

    Cenazesi gününde, Altıparmak ve Atatürk Caddesi insanlarla dolmuş, Bursa adeta onu son kez uğurlamak için sokaklara taşmıştı. Uzun yıllar Setbaşı’nda, kentin erken apartmanlarından biri olan Duran Apartmanı’ndaki dairesinde yaşamıştı. Ölümünden sonra ailesi Bursa’yı tamamen bırakarak İstanbul’a yerleşti.

                   

         Faruk Beyin uzun yıllar yaşadığı Duran Apartmanı (Ünlü Cadde)

     Kendisini yakından tanıyan Ertuğrul Seyhan, ölümünün ardından kaleme aldığı duygulu yazısında şöyle diyordu:

  "Faruk Üsküdari Hocayı da kaybettik...O şen, o nüktedan, o hoşsohbet dost; meclislerin aranan sevilen insanı; çalışkan, bilgili, iyi öğretmen Faruk Hoca’nın ölümü, kendisini tanıyan herkesi üzdü. O, Bursa Ticaret Lisesi’nin bir sembolü haline gelmişti; öğretmenler de öğrenciler de onu çok sever ve sayarlardı. Tatlı–sert bir tutumu vardı; en ağır sözler onun ağzından çıkarken âdeta tatlılaşırdı. Onun sözleri kimseye batmaz, kimseyi incitmezdi. Merhum, divan edebiyatının son temsilcilerinden, İstanbul’un meşhur nüktedan ve hiciv üstadlarından Üsküdarlı Talât Bey’in oğlu idi. Talât Bey’i tanıyanlar onun zarif, iyi kalpli, nüktedan, refik-i sefik ve enis-i celis olduğunda; eski edebiyatı çok iyi bildiğinde ve çok güzel gazeller yazdığında müttefik idiler. Faruk Bey, öyle anlaşılıyor ki, rahmetli babasının pek çok vasıflarını tevarüs etmişti. O da şen, o da nüktedan, o da hazırcevap, o da heccav, o da şairdi... O da meclislerin aranan insanıydı. Meslekî münasebetlerimizin dışında, dostluğumuz vardı. Aynı gazetenin yazarlarıydık. Bu sebeple, Yazı İşleri Müdürümüz Mustafa Tayla’nın odasında çok zaman buluşur, sohbeti koyulaştırırdık. Tevfik Biricik üstadımızın, Mustafa Tayla Bey’in de katıldığı bu sohbetlerin tadına doyum olmaz, vaktin nasıl geçtiğini anlayamazdık. Faruk Bey konuşmalarını fıkra ve beyitlerle süslerdi. Hafızası çok kuvvetli ve dağarcığı zengindi. Konu ile ilgili bir fıkra anlatmakta hiç güçlük çekmezdi. Sanki fıkra, şiir ve beyitler yan cebinde hazırdı. Tevfik Bey de Faruk Bey’e 'yakası açılmadık' fıkralar anlattırmakta hakikaten yekta idi. Biri pas verir, biri de patlatırdı fıkrayı... Ondan sonra fıkra fıkrayı, nükte nükteyi, beyit beyiti, fikir fikiri takip eder; böylece saatler geçerdi. Neden sonra, vaktin bir hayli gecikmiş olduğunu fark eden Faruk Hoca, etrafa koklar gibi yapar ve “Marsık kokusu gelmeye başladı” der, gülüşerek dağılırdık. Bu “Marsık kokusu”nu da merhum anlatmıştı: bir kahveci varmış; hoşsohbet mi hoşsohbet... Kahvehanesi, İstanbul nüktedanlarının uğrak yeri. Sohbet, sohbet... Gece yarılarına kadar sürer, kimse kımıldamazmış. Kahveci bakmış ki olacak gibi değil, “kalkın gidin” de diyemiyor. Vakit geçince kahve ocağına bir marsık koyuyormuş. Marsık kokusundan rahatsız olanlar da peyderpey kalkıp gidermiş. Merhum, bu hikâyeyi anlattıktan sonra “kalkma zamanı geldi” yerine, “Marsık kokusu gelmeye başladı” derdi. Bilmem, merhum hastalığının ağırlığını ve ümitsizliğini biliyor muydu? Biliyordu ise eminim; “burnuma toprak kokusu geliyor, gitme zamanı geldi” diye düşünmüştür. Faruk Hoca da ilâhî emre uydu, mâna âlemine göçtü; Allah rahmet eylesin…(Ertuğrul Seyhan, “Projektör”, Takvim, 21 Mart 1973).

     Eski Bursa’dan Notlar: Bir Kitabın, Bir Dönemin Hikâyesi

     Eski Bursa’dan Notlar kitabı bundan tam yarım asır önce, 1972’de, Faruk Üsküdari tarafından yayımlandı. Bugün artık bir “koleksiyon eseri” sayılan bu kitap, Bursa’nın endüstrileşme serüvenine dair kaleme alınmış ilk birincil kaynaklardan biri olma özelliğini taşıyor. Herhangi bir akademik iddia gütmeden, dönemin ruhunu, kokusunu ve esnaf mizahını sayfalarına taşıyan bir eser…

     Kitabın hikâyesi de en az içeriği kadar renkli. 1950’li yıllarda, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO), Zihni Düvenli yönetiminde Bursa Ticaret Haberleri adlı haftalık bir gazete çıkarmaya karar verir. Arşivlerinde tozlu raflarda duran Osmanlıca karar defterlerini de değerlendirip, odanın tarihine dair yazılar yayımlamak isterler. Ancak bir sorun vardır: Osmanlıca bilen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir.

    İşte o noktada, Bursa’da hocalık yapan orta yaşlarında bir tarih meraklısı ticaret hocası, Faruk Üsküdari, sahneye çıkar. Üsküdari, o dönemde aynı zamanda BTSO’nun neşriyat ve istatistik bürosunda da çalışmaktaydı.

     Üsküdari, defterleri okur, çevirir ve kuru bir arşiv metnini, esprili bir anlatımla canlandırır. Osmanlı belgelerinden doğan o sert bürokratik dili, yer yer fıkra tadında bir metne dönüştürür. Böylece, aslında bir arşiv çalışmasından beklenmeyecek kadar “okunur” ve “keyifli” bir tarih çıkar ortaya. Bu yazılar 1950’lerde gazetede tefrika edilir; 1972’de ise BTSO tarafından kitaplaştırılır.

     Bugün bu kitabın bir nüshasına sahip olmak, neredeyse eski bir Bursa haritası bulmak kadar zor. Baskısı tükenmiş, yeni baskısı yapılmamış ve ikinci el piyasasında adeta altınla yarışır hâle gelmiş durumda.

       Kopyalanan, Ama Aşılamayan Bir Eser

    İşin ironik yanı, Eski Bursa’dan Notlar sadece değer kazanmamış; aynı zamanda bol bol “kopyalanmış” da. Bursa sanayi veya ticaret tarihi üzerine çalışan pek çok yerel araştırmacı ve akademisyen, bu kaynaktan satır satır alıntı yapar ama çoğu zaman kaynakça vermeyi “unutur.” Sanki o defteri bizzat kendisi bulmuş, tozunu silkmiş gibi davranır. Aradan 50 yıl geçmiş olmasına rağmen, kimse bu kitabın üzerine yeni bir çalışma koyabilmiş değil. Mesele çok iyi bir eser olduğundan dolayı değil, akademisyenlerimizin tembelliğinden…

     Eserin akademik bir iddiası yok, evet. Ancak tam da bu nedenle bize, dönemin zihniyet dünyasına dair önemli ipuçları sunuyor. Faruk Üsküdari, yazılarında gayrimüslim tüccarlara dair önyargılarını açıkça yansıtır. “Uyanık Ermeni” gibi ifadeler, bugün kulağa son derece rahatsız edici gelse de, 1950’lerin “yerli-milli sermaye” söylemini yansıtması bakımından dikkat çekicidir.

     En çarpıcı örneklerden biri, “Dut Dalından Sun’î İpek” başlıklı makaledir. Üsküdari burada, Artin Lütfiyan’ın dut yaprağından yapay ipek üretmeye dair projesini “Kurnaz Ermeni, bizim zayıf tarafımızı bildiğinden…” diye başlayan cümlelerle anlatır. Oysa Lütfiyan’ın projesi, dönemin sanayi mekteplerine gelir kazandırmayı hedefleyen yenilikçi bir fikirdir. Akıbetinin ne olduğu bile belgelerde anlatılmamasına rağmen Üsküdari, yazısını onun sahtekar bir kaşif olabileceğini hatırlatarak “şımarık eczacı” diye anarak noktalar. Bir yandan Osmanlı’dan bakiye mizah vardır bu dilde, ama öte yandan açık bir toplumsal ötekileştirme de.

     Faruk Üsküdari’nin kızı Ferhal Hanım’a bu konuyu sorduğumda, “Babamın gayrimüslimlere karşı düşmanca bir tavrı yoktu,” dedi. Kendisi gibi babasının da Üsküdar kökenli, çok kültürlü bir çevrede yetiştiğini, Rum ve Ermeni dostları olduğunu anlattı. O dönemde BTSO yöneticilerinin “yerli ve millî sermaye” vurgusunu öne çıkaran bir dil istediğini, babasının da bu üslubu belki biraz mecburen benimsediğini söyledi.

     Bir başka ilginç detay da şu: Üsküdari, neredeyse her yazısını “makamları cennet olsun” gibi dini bir temenniyle bitirir. Ferhal Hanım’a bunu sorduğumda, gülümseyerek “Babam son derece seküler biriydi, dini inançlarla pek öyle ciddi ilgisi yoktu,” dedi. “Muhtemelen bu ifadeler de Oda’nın isteğiydi,” diye ekledi. 

     Üsküdari’nin Gölgesinde: Defter Yeniden Gün Yüzünde

    Aradan yıllar geçti… Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın 150. yılı vesilesiyle, tarihçi Raif Kaplanoğlu önderliğinde kapsamlı bir yayın projesi başlatıldı. Bu projelerden biri, Üsküdari’nin yarım asır önce kullandığı o meşhur defterle doğrudan ilgiliydi: BTSO’nun ilk karar defteri. Odanın çelik kasasında yıllardır sessizce bekleyen bu defter, tozları silinip yeniden gün yüzüne çıkarıldı. Kaplanoğlu, Osmanlıca metinleri günümüz Türkçesine çevirerek, arşivdeki bu temel kaynağı yayıma hazırladı. Üç ay gibi kısa bir sürede tamamlanan bu çalışma, hem tarihçiler hem de Bursa meraklıları için adeta bir “arşiv mucizesi” oldu. Böylece Faruk Üsküdari’nin bir zamanlar esprili bir dille yorumladığı o defter, bu kez doğrudan kendi diliyle, ham hâliyle okurun karşısına çıktı. Kısacası, Üsküdari’nin Eski Bursa’dan Notlar’ındaki o meşhur kaynak, artık “kaynak” olmaktan çıkmış, bizzat sahneye dönmüştü.

    Son Söz

    Eski Bursa’dan Notlar, bugün sadece eski bir arşiv defterinin sayfalarından doğmuş bir kitap değil; aynı zamanda Bursa’nın ticari ve gündelik hayat hafızasının aynası. Bir dönemin iş ahlakını, önyargılarını, umutlarını ve bürokratik mizahını aynı potada eritiyor. Evet, dili akademik değil; ama tam da bu yüzden yaşayan, nefes alan, yer yer kahkaha attıran bir tarih anlatısı. Kim bilir, belki de Faruk Üsküdari’nin amacı da tam olarak buydu: Tarihi, sıkıcı olmaktan kurtarmak.

-------------------------------------  

Faruk Üsküdarî’nin kızı, zarafeti ve inceliğiyle tam bir İstanbul hanımefendisi olan Ferhal Kazdal ile onun beyefendi eşi Ferruh Kazdal’a, paylaştıkları kıymetli hatıralar ve eşsiz bilgiler için en içten teşekkürlerimi, saygı ve sağlık dileklerimle sunarım. Aytül Seyhan Dursunoğlu’na da babası Ertuğrul Seyhan’ın köşe yazısını bana ulaştırdığı için teşekkür ederim.

Bu yazıya iki bölüm halinde şuradan da

 ulaşabilirsiniz (yazarın blog sitesi)

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 07/11/25