Fransız Gözüyle Bursa

Andre Gide ve Bursa

Bursa'daki Fransızlar







 

                                                                 Jean-Louis Mattei

    Yıl 1977, ay şubat. Ankara’daki Tevfik Fikret Lisesi’nde dört arkadaşımla öğretmen olarak çalışıyordum. Bir hafta sonu tatilini fırsat bilerek Bursa’yı ziyaret etmeye karar verdik.

      Ben aslen Güney Fransa kökenliyim. Bursa çevresinde kendi yöremle benzeşen manzaraları bulmuştum. Yalnız şu farkla: daha, daha, çok daha yeşil!

Bursa’ya vardık. Kentin spesiyalitesi olan döner kebabı keşfettik. Otelimize yerleştik (hayır, Çelik Palas değildi). Orada Bursalı bir şairle tanıştım. Biraz sohbetten sonra bana bir şiir kitabını imzaladı. Şairin adı İlhan İhsan İmlan, kitabın adı da Neredesin idi.

      Ulucami’den sonra Yeşil Türbe ziyareti, ardından Emir Sultan tepesine tırmanış. Programımız kısıtlı olduğu için hemen Marmara Denizi’ne hücum ediyoruz. Zeytinbağı yolu, vahşi bir doğa. Arkadaşım Philippe Marmara’nın suyuna balıklama atlıyor. Takvim 28 şubatı göstermesine rağmen hava uygun.

      Eşim Nurcan ve oğlum Timur’la 1988’de Bursa’ya yerleştik. Kentin temizliğine ve eski anıtlarına bayılmıştık. Hala öyleyiz. Eşim ve ben eski Eğitim Fakültesi’nde çalışıyorduk. Dağın eteğindeydik. Dünyalara bedel bir manzara. İnsanların parasal spekülasyonlarına rağmen Bursa’nın daime çok güzel bir şehir olarak kalacağından eminim. Tabi ki eski bir Bursalı kentini tanımakta zorluk çekiyordur. Fakat dünyanın her yerinde böyle korkunç bir eğilim var. Örneğin doğduğum bölgede (yani Provence) şimdi bir otoyol atalarımın tarlasının büyük bir parçasını deliyor. Aptal Parislilere 15 dakika kazandırmak uğruna bir tarla, bir dere ve onlarla birlikte yaşayan tüm hayvanlar yok oldu.

      Şaşıracaksınız fakat yerleşmeden önce de Bursa’yla iki bağım vardı. Fransa’dayken Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa hakkında birkaç kitap okumuştum. Kendisinin ve kardeşi Cihangir’in dokunaklı hikâyesi derinden etkilemişti beni. İşti şimdi Şehzade Mustafa’nın türbesini ziyaret ediyorum. Sarığına bakıyorum. Ağlıyorum. Benim için büyük bir andır.

      İkinci bağım: eşim Nurcan’ın Hüsnü adındaki dayısı 1930larda Bursa Işıklar Lisesi’nde okumuş; sonraları, 1943’te bir uçuş sırasında uçağı arızalanmış, İzmir yakınlarında düşüp şehit olmuş. Hüsnü Dayının okulunda okutulan tarih kitabı hali bizdedir: Bursa süel lisesi, sınıf 11/3, No 3761. H. Kocabacak. Bursa’nın genel görünümünü yansıtan bir fotoğrafta Hüsnü Dayı, Ulucami’nin iki minaresi arasından çizdiği okla Işıklar Lisesi binalarını işaretlemiş.

      Hüsnü Dayı ezelden beri bizi bekliyordu Bursa’ya.  Şimdi şehri her dolaştığımda, Işıklar Lisesi’nden inen genç kasketlileri gördükçe, tanışamadığım ve genç yaşta ölen Hüsnü Dayı’yı düşünüyorum. Bazen ruhu benimle geziyormuş hissine kapılıyorum. Üstelik Hüsnü Dayı, 1934’te konusu Bursa’da geçen kısa bir öykü yazmış. Öykü değil de, Işıklar Lisesi’nde yaptığı bir ödev. Atatürk heykelinin devamlı etrafında dolanan bir ayyaşın dokunaklı öyküsü.

      Yerleşeli dokuz yıl oldu, artık Bursalı sayılırım. Kentin her köşesi ilgimi çekiyor. Bu kentte yapılacak o kadar çok şey var ki. Her yerden eski el yazmaları topluyorum. Koleksiyoncu değilim, sadece tarihi belge olarak yararlanıyorum onlardan. Nurcan benim için en ilginçlerini buluyor. O buldukça yenilerini istiyorum… Tutku ya!

     Bursa şiirsel bir kent: o Romalı general gibi ayağımla yere vursam, 10 lejyon değil 1000 şair çıkar.       Şiir ve edebiyat üzerine dört dergi var. Hiç az değil!

      Kentin camileri, hanları, çarşıları, çeşmeleri, çınarları her an Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ünlü şiirini yaşatıyor insana.

      Ünlü bir Fransızın bütün bunları gördüğünü, unvanının da Bursa’ya bağlı olduğunu biliyor muydunuz? Jean de Nevers ve ya sans Peur (Korkusuz Jean).1396’da Niğbolu Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’a esir düşmüş. Söz konusu unvanını da o savaşta kazanmış galiba. Osmanlı padişahı Jean’ın hayatını bağışlamıştı. 1396’da Ulucami henüz yoktu fakat Korkusuz Jean’ın Beyazıt Külliyesini gördüğü kesin. Kendisi Fransız olmasına karşın salıverildikten sonra İngiltere kralıyla ittifak kurup Fransa kralının büşük bir düşmanı oldu. Korkusuz Jean’ın Bursa hakkındaki izlenimleri neydi acaba? Bunu bilmeyi çok isterdim. Bu konu daha önce ayrıntılı şekilde araştırıldı mı, belgeler var mı?

      Evet, Bursa’da Bursa için yapılacak çok şey var gerçekten. İçinde yaşadığımız iletişim çağı bize pek çok olanak sağlıyor. Öte yandan sizce Bursa’da bu kadar çok edebiyatçının bir arada bulunması tümüyle bir rastlantı mı? Bunu biraz düşünelim.

      Eğitim Fakültesi’nde çalıştığım için Bursa edebiyat dünyasından birkaç simayı tanıma fırsatı buldum. Örneğin Ramis Dara çok tanınan bir isimdir. Ramis Dara, Francis James’dan çevirdiğim bir şiiri Yeni Biçem dergisinde yayımladığında yepyeni ufuklar açıldı önüme. Tıpkı benim gibi utangaç bir yanı var Ramis Dara’nın. Aynı zamanda herkese karşı çok saygılı. Devamlı aceleci, devamlı koşuyor, uçuyor. Kimin için koşuyor Ramis Dara? Yeni Biçem için tabi. Bir gün Tuzpazarı yakınındaki Yeni Biçem bürosunda şöyle dedi bana: “Yeni hükümet kuruldu mu? Nasıl yaşadığımı bilmiyorum. Ülkenin siyasetiyle ilgilenmek için hiç vaktim yok..” Ve gülümsedi.

      “Belki de böylesi daha iyi…” diye cevapladım onu.

      1995’te Eğitim Fakültesi’nde Ahmet Necdet ile tanıştım. Ona karşı duyduğum sempati karşılıklı oldu. Ahmet Necdet şakalaşmayı çok seven, kıvrak zekalı bir şair. Pek belli etmese de çok çalışıyor. Benim için tez tarafından, gerçek bir dost oldu. Şimdiye kadar yüzeysel olarak tanıdığım Türk şiirini Ahmet Necdet tanıttı bana. Ayrıca Fransızcadan Türkçeye çok sayıda çeviri yaptık onunla. Ortak projelerimiz bol. Ortaklaşa çalışmak, siz de bilirsiniz ki o kadar kolay bir iş değil. İşbirliğimiz bu yüzden çok değerli bence. Ahmet Necdet benimle konuşurken sık sık şu hitabı kullanır: “Aziz dostum”. Şu sözlerse parola gibidir aramızda: “C’est facile a dire (Dile kolay)”. Mizah anlayışımız aynıdır diyebilirim. Onun “Ne çok enkaz” adlı ünlü şiirini Fransızcaya çevirdiğimde büyük bir şairi keşfetmenin hazzını yaşadım. Fakat Türk okuru için bilinen bir şeydi bu. Ahmet Necdet’i ve onun gibi çok sayıda yetenekli Türk şairini Fransa’ya tanıtmayı görev edindim.

      Mustafa Durak, Ahmet Necdet’e fiziksel olarak benzemiyor (ona zayıf diyebiliriz), fakat o da sıcak bir insan. Bursa’ya yerleşince, en azından kendi açısından, Bursa Balıkesir’in büyük bir banliyösü oldu. Nitekim Mustafa Bey’in doğum yeri Balıkesir’e duyduğu sevgi Bursa’da meşhur. Mustafa Bey her zaman yazıp çizmeye teşvik etti beni. Gelecek yıllarda Mustafa Durak’ın yeteneklerinden biri daha belirgin biçimde ortaya çıkacak: bildiğimiz eleştirmenin ve çevirmenin aynı zamanda bir şair olabildiğini göreceğiz.

      Bursa’da düzenlenen 1993 Çeviri Sempozyumu’nda Mustafa Bey’in söylediği bir cümleyi hiç unutmayacağım: “Çevirmen bir hain değil, bir kahramandır!” Çok sevdim bu cümleyi (kahraman olmayı kim istemez).

      Ali Özçelebi kültüre, kitaba, sanata, okumaya çok önem veren biri. Çok aktiftir; o da sürekli hareket halinde. Maalesef bu aralıksız devinim kalp krizi geçirmesine neden oldu. Şimdi ameliyatını beklerken dahi okuyor. Biz, Fransızca bölümü hocaları, onun tekrar aramıza katılmasını umutla bekliyoruz. Duygularını pek dışa vurmuyor fakat hiç kimseye sezdirmeden birçok yoksul öğrenciye yardım ettiğini biliyorum.

      Nahit Kayabaşı hayatını kültüre adamış bir insan. Ahmet Necdet ve Özkan Mert’in de katıldığı bir akşam yemeğinde tanıştım onunla. Safran Otel’deydik. Söyleşirken öğrendik ki ortak bir tanıdığımız var: tiyatro yazarı ve şair Turgay Nar. Nahit Bey biraz şaştı. Turgay Bey’le bir dolmuşta nasıl tanıştığımızı anlattım. Ünlü tarihçi Mete Tunçay’a yollayacağım büyük bir zarfı elimde görünce, Turgay Bey dayanamayarak bana birkaç soru sormuştu. O vesileyle Ramis Dara ve Ali Özçelebi’yi çok iyi tanıdığını öğrendim.

      Nahit Kayabaşı ağırbaşlı, dinlemeyi çok iyi bilen biri. Çok da çalışkan, hiç durmuyor. Fakat o, her şeyden önce bir edebiyatçı, bir şair. Nahit Bey’in hayatında bir tutku var: Bursa. Bursa’yı ondan daha iyi bilen, daha iyi seven hiç kime yok bence.

      Raif Kaplanoğlu da Bursa’yı ve bölgesini seven savaşçılardan. Onunla tesadüfen şöyle tanıştım : Sönmez’de bir kitapçıda, eski yazı Hüdavendigar gazetesinin birkaç sayısına mim koyup satın almıştım. Sonraki gidişimde gazetenin kalan sayılarını bir adamın incelediğini görünce düş kırıklığına uğradım. “Eyvah” diye düşündüm, “bu meraklı adam Hüdavendigar’larıma el koymuş!” Kitapçı Sabri Bey hemen Raif Bey’e tanıttı beni. Böylece Hüdavendigar’ları birlikte incelemeye başladık. Şaşkınlık ve tepkim yavaş yavaş sempatiye dönüştü. Hatta şakalaştık bile. Uygar insanlar gibi işbirliği yapmaya karar verdik. Nitekim Raif Kaplanoğlu araştırmalarını sürdürmekten başka bir niyet taşımıyordu. Onunla zaten ortak bir dostumuz vardı: tarihçi Yusuf Oğuzoğlu. Bana destek veren bu edebiyatçı-araştırmacılara teşekkürlerim sonsuz. Onlar Bursa’nın bana kazandırdığı değerlerdir.

      Fakat Bursa’da yaşamak her zaman kolay değil. Nitekim ulaşım sorunu korkunç boyutlara vardı. Bursa artık nüfusunu kaldıramıyor. Bir çevre yolunun, bir metronun Bursa’da hayata geçirilmesi şart.

      Tayyare Kültür Merkezi’nin açılışı bence büyük bir başarı. Hem unutmayalım ki Ahmet Vefik Paşa tiyatrosu yıllardan beri işlevini yoğun biçimde sürdürüyor. Şüphesiz gelecek yıllarda Bursa’nın kültürel hayatı daha belirgin bir canlılık kazanacak.

      Tabi ki her zaman doğduğum ve çok sevdiğim Marsilya’yı düşünüyorum. Fakat bu düşünce bile Doğu’ya bağlıyor beni. Çünkü Marsilya, Türkiye ile ilişkileri çok eskilere dayanan bir kent. Bursa ipekleri zaten Marsilya limanından giriyordu Fransa’ya. 1543’te Barbaros Hayrettin Paşa donanmasıyla Marsilya’yı ziyaret etmişti, biliyorsunuz. 17.-18. yüzyıl Marsilya gravürlerine baktığımızda çok sayıda sarıklı Osmanlı tacirini görmek mümkün. Günümüzde de Türk ihracat ürünleri, başta tekstil olmak üzere, Fransa kapılarını zorlamıyor mu? Kısacası Marsilya Doğu’nun kapısıdır. Korsikalısı, İtalyanı, Ermeisi, Yahudisi, Zencisi, Çinlisi, Arabi, Türkü, her türlü insan var. Demek ki Doğu’ya karşı gönül bağım doğuştan geliyor. Farklılık beni itmiyor, tam tersine cezp ediyor. Her insanı anlamaya çalışıp hikayesinin benim de hikayem olabileceğini düşünüyorum.

     Ayrıca insanoğlu anısız, köksüz yaşayamaz. Başkalarının anıları kendisinin de anıları oluyor. Çok farklı bir ülke, bir gün ayak basacağını bile üşünmediğin bir toprak, bir şehir, öz vatanı olup çıkıyor. İnsan her yerde insan. Duygularıyla yaşamak ister. Ona sevmek mi derler? Bilmem.                                                                 

Yazarın şu kitaptaki yazısınndan kısaltarak alınmıştır: Mizandaki Bursa, Ö. Eroğlu (haz.), Özsan Matbaacılık, 1997): 121-128.