Vüsat O. Bener
(1922-2005)
|
|
Vüsat Bener, kardeşi Erhan Bener ile
söyleşiyor
Vüsat O. Bener (VOB): Babam lise öğretmeniydi. Bursa’ya, askeri liseye tayini
çıktı. Erzincan’dan Bursa’ya taşındık, Setbaşı’nda ev tuttuk. Yakın bir okula
yazdırıldım. Tabi bu okul ile Erzincan’daki orta öğretim düzeyi farklıydı.
Özellikle de yabancı dil bakımından. Fransızca derslerde sıkıntıya düştüm. Çok
yetenekli bir Fransızca öğretmeni vardı. Çok iyi gramer öğretmiş, çocuklar
bayağı konuşmaya başlamışlar. Yazmada, okumada bayağı ilerideler, ben geride
olduğum için aranın kapatılması telaşına düşüldü. Annem sayesinde ben de
mesafeyi oldukça kapattım. Annemin Fransızcası iyiydi.
Erhan Bener (EB): Sanıyorum Bursa’da bayağı bir kültür birikimi oluşmaya başladı sende, çünkü
senin yanında, her yere senin peşinde gittiğim için bunu hissediyordum. Her
cumartesi sinemaya giderdik, değil mi?
VOB: Sinema tutkusu orada başlamıştı, evet.
EB: Ve Afacan dergisi. Sen onu alırdın, ben de “oku, oku” diye tuttururdum; daha
okuma yazma bilmiyordum ya. Sen de bıktın herhalde ki bana okuma yazmayı
öğretmeye kalktın. Ben beceremediğim zamanlar, “bu çocuk adam olmaz” diye
kızardın. VOB: Matematik olayı var bir de. Matematik için kerrat cetveli ezberlemek gerek.
Öğretmeye çalışıyorum ama sert davranıyorum anlaşılan ki korkuyordun benden.
EB: Bir türlü ezberleyemiyordum. Sen de gene, “bu çocuk adam olmaz” diye
kızıyordun. Ama sinemaya gitme günü geldi mi… Tayyare Sineması’na mı giderdik?
VOB: Tayyare Sineması’na. Hala da var sanıyorum Bursa’da. Çarşıya yakın bir
yerdeydi. Cumartesi ya da pazar günleri mutlaka sinemaya gidiyorduk.
EB: Ben şeyi hatırlıyorum, kabuslar görürdüm, neydi o?
VOB: Düşman
Elinde Esir. Savaş filmiydi. O zamanlar
öyle filmler çoktu. Müthis korkmuştun. Sonra bir süre götürmedim. Ve bir de
parasal sıkıntılarımız da var. İki kişilik bilet almak sorun oluyor. Kaçak
sokuyordum seni.
EB: Hatırladığım kadarıyla o günlerde Bursa için emekli şehri derlerdi. Çünkü
böyle hinterlandı geniş olduğu için her şey çok bol. Babam da çok meraklıydı
meyveye, yiyeceklere. Her şey bol bol olsun isterdi, taşırdı. Annem şikayet
ederdi. Mesela balık gelmiş, gider alırdı. Aynı gün paça alır, arkasından
kasaptan el alır. O zaman buzdolabı filan da yok. Babamın maaşı altmış lira gibi
kalmış belleğimde. O zaman ev kirası on sekiz liraydı. Üç katlı bir evdi.
VOB: ahşap.
EB: Aşağısı serin olurdu. Yiyecekler tel dolaba konurdu.
VOB: Merdiven altı kilerdi. İlginç bir şey var. Sanıyorum o zamanki tartıda
kiloya, grama dönüş vardı. Fakat Bursa’dayken biz hala okka kullanıyorduk. Altı
okkası beş kuruşa her türlü sebze, meyve alınabiliyordu. Çarşıya filan gitmeye
gerek yok. Eşek üzerinde küfelerle bunlar taşınıyordu.. Annem yokken babam,
bakarsınız kaşla göz arasında aşağıdaki kileri gene doldurmuş. Nasıl böyle
kavunlar, karpuzlar, son derece ucuz şeftaliler. Burnumuza kadar yer içerdik.
EB. Bursa’da çok kalmadık galiba. Bir sene falan kaldık galiba.
VOB: Bursa’da az kalındı. Ben ortaokulu orada bitiremedim. Bursa’dan Sivas’a
gittik. EB: Bursa’da Askeri Lise’de o zaman bir kadrolular vardı bir de ücretliler.
Ücretliler biraz fazla alırlardı ama emeklilik hakları yoktu. Onun için babam
tekrar Milli Eğitim’e başvurdu ve Sivas’a tayin oldu….
EB: Bursa’dan ayrıldıktan sonra Işıklar Askeri Lisesi’ne girmek için başvurdun.
VOB: Evet. Yüz otuz kişi başvurmuş Anadolu’nun çeşitli yerlerinden. Alınacak
kişi sayısı otuz. Sınavlara girdik. Ben kazandım, yakın arkadaşım Orhan
kazanamadı. Müthiş ağlamaklıyız. O kadar yakın arkadaşız ki, mümkün değil onsuz
düşünemiyorum. Orhan da çok çalışkan ama alınan otuz kişi seçme olmuş, çok
yüksek notlar almışlar. Yani otuz kişi seçmek için birçok kişiyi elemişler.
Işıklar Askeri Lisesi yüksek bir yerde. Sonucu öğrenince ben oradan yokuş ayağı
yuvarlana yuvarlana indiğimi hatırlıyorum. Babam da otelde bizi bekliyor.
Kazandığımız duyunca sevindi, boynuma sarıldı. Ama ben tutturdum, “ya Orhan da
girer ya da ben gitmiyorum” dedim. İsyan bayrağı çektim, beni geri götürsün
diye. Babam, “Dur bakalım, dur bakalım” dedi. Bir faytona bindik, tekrar liseye
çıktık. Babam Askeri Lise’de hocalık yaptığı için okul müdürünü tanıyor. Diğer
hocaları da tanıyor, saygın bir yeri var yani. Komutana çıkıyor. Bu çocuğun
kazanmaması için hiçbir sebep yok, diyor, Orhan için. Bunlar ikisi beraber
okudular, diyor. Kağıtlar çıkartılıyor, yeniden okunuyor, derken bakıyorlar ki
çocuk hakikaten başarılı ama kontenjan sadece otuz kişi. Babam gene de ısrar
ediyor. “Bu çocuğu almazsanız ben oğlumu da vermeyeceğim” diyor. “Onu da geri
götüreceğim çünkü babasına söz vermiş durumdayım, hem de bunlar birbirine can
ciğer bağlı iki arkadaş, ya hep ya hiç” diyor. Hoşuna gidiyor müdürün ve
Ankara’ya başvuruyor, bir kontenjan daha aldırıyor. Böylece Orhan’ı da
kazandırıyorlar. Böylece ikimiz de askeri liseye başladık.
EB: Orada üç yıl okumanız hangi yıllara denk geliyor? 1935-38 mi? Atatürk
öldüğünde Bursa’da mıydın?
VOB: Bursa’daydım. Atatürk’ü ölümünden üç ya da dört ay önce (AC: doğrusu 9 ay)
gördüm. Yanında Celal Bayar vardı. Merinos fabrikası açılışı için gelmişti. O
zamanki Bursa valisiyle üçlü bir fotoğrafları vardır. Üçü bir örnek giyinmişler.
Atatürk’ün ayağında ‘getr’ dedikleri bir nevi yarım çizme ve golf pantolon,
başında kasket var. Biz postanenin önündeyken (AC: valilik yanındaki postane)
önümüzden geçti ve o zaman hepimiz, Atatürk’ü son derece süzülmüş bir yüzle
görünce, bir nevi ölüme gidiyormuş gibi bir duyguya kapılmıştık. Ölüm haberini
almamız da çok trajik. O zamanlar ruhiyat deniyor, bir psikoloji hocamız vardı.
Ölüm haberini o verdi bize. Dolmabahçe’de yattığı zamanlar her gün hocalara
soruyoruz. Çünkü Atatürk’ün sağlığıyla ilgili tebliğler yayınlanırdı. Her gün
ağırlaşıyor. Her gün sınıfa hoca girince birimiz kalkıp soruyoruz, “Atamız nasıl
hocam”. İşte o gün ölmüş ve haber de hemen gelmişti Bursa’ya, Hoca girdi içeri,
ama yıkılmış bir halde. Bir arkadaşımız kalkıp gene sordu. Müthiş heybetli bir
adamdı, iri yarı. Ayaktayız, daha yoklama yapılmamış. Kürsüye böyle bir abandı,
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, “Atamız öldü” dedi. Komut almış gibi altmış
yetmiş kişilik sınıfta herkes sıralara kapandı, başladılar hıçkıra hıçkıra
ağlamaya. Vüset Bey ne yaptı biliyor musun? Katıla katıla gülüyor… Sinirlerim
bozuldu anlaşılan. Gülmemek için parmaklarımı ısırıyorum ama beni görseler
gülüyor diye kim bilir ne yaparlar. Sıranın üstündeki kitapların arkasına
saklandım. Hala kıkır kırık, ama nasıl bir gülmek… sinirden.. Neyse, belki belki
bir saatlik ders süresince hocayla birlikte ağlaşıyoruz. Neyse ki kimse benim
farkıma varmadı. Yalnız otururdum ve hep en arkaları seçerdim.
Kaynak:
Kurmacasız Bir Yaşam, Yapı Kredi Yayınları, s. 37-41.
|