|   
	  
      |  | 
  Behçet Kemal Çağlar (1908- 1969) 
 
 "Bursa İçin"
 
 "Bursa'ya İlan-ı Aşk"
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                               
	Bursa İçin   
	     
	 
	Farz edin ki Bursa’ya yol alan bir uçaktayız. 
	Uçtu uçtu kuş uçtu. Adapazarı’ndan geçti, şimdi Geyve Boğazı’nı aşıyor. Sıra 
	tepeler rüzgarında hava kayığına binmiş gibi sallanıyoruz. Birden köylerle 
	benekli, ağaçlıklarla bezenmiş tabak içi bir ova aşağıda beliriveriyor. 
	Düzlüğe doğru süzülüyoruz. Topraktaki saban izleri esmer bir alındaki 
	çizgileri andırıyor. Solumuzda benek benek karlı Uludağ, sağımızda tümsek 
	tümsek çamlı yaylacıklar, ötede zümrüt düzlükler, aranan bulanık sular, 
	okşayan rüzgar, saran sis be yeşil, yeşil, yeşil… 
	           
	Toprağın çok büyük çukuru mavi su ile dolunca 
	Akdeniz, Karadeniz denir de, toprağın çok büyük düzlüğü yeşil nebat seliyle 
	dolunca neden Yeşil Deniz denmez de Bursa Ovası denir, aklımız ermez. Kımıl 
	kımıl, pırıl pırıl, dalga dalga, fakat durgun ve mahmur bir bahar deniz. 
	Ottan, ekinden başlayıp gülden, asmadan geçerek kestaneden selviye doğru kat 
	kat yükselen bir yeşillik. Ovaya serilen bu yeşilliğin üstünden göğe 
	dikilmiş bir beyazlığa doğru uçuyoruz. Gökte, Bursa Ovası’ndan Uludağ’a 
	doğru mavinin içinde yeşilden beyaza. İşte Uludağ’a sürtünecek gibiyiz, 
	çamlar altımızda yeşil kevenler. Kar suları gümüş zincirler. Kavaklarla 
	servilerin arasında minarelerin boy atıp kubbelerin gelişmesi, tarihin değil 
	baharın, insanın değil de tabiatın ederi gibi. Şimdi uçağı bırakmak, göğün 
	maviliğini hiçe saymak, çekirge gibi ağaçtan ağaca, kubbeden kubbeye 
	sıçrayarak Bursa’yı gezmek hevesinin ruhu deli ettiği zamandır. Oh işte 
	Bakacak Tepesi. Geceleri ay Bursa’ya Osman’ın ruhu gibi oradan 
	doğar. Kitaplar der ki:”Kayıhan kabilesinin başbuğu Osman Bey biraz sonra 
	ordusunun kolları arasına alacağı güzel şehri oradan bir zafer kartalı edası 
	ile seyrederken masallarda 
	peri kızlarına aşık olanlar gibi ilk görüşte 
	Bursa’yı öyle benimsemiş ki Allah beni buradan ayırmasın demiş ve güneşte 
	pırıl pırıl yanan bir gümüş kümbeti göstererek oraya gömülmesini istemiş”. 
	Bakacak’ta Osman’ın ruhu rüzgar olmuş esiyor; ovada ise mazlum cariye, fakat 
	nazlı sultan Nilüfer’in ruhu çay olmuş kıvranıyor…Tarih bizi göğün 
	aydınlığından, yeşilin berraklığından çekip mazinin boşluğuna götürmek 
	hevesinde. Bursa’da eskimemiş, yıpranmamış bir eski zaman nefes alıyor. Bu 
	nefesin ılıklığı kanatlarımızı sarstı. Göğsümüze dolmak üzere, Bursa, 
	yukarıda havadan, ince suların gümüş telleri, inişli çıkışlı kocaman göğsüne 
	gerilmiş bir saz gibi; şırıltıdan, efiltiden nağmelerle kendiliğinden 
	çalınıp duruyor. Bu makama hicazkar, mahur filan gibi bir isim koymak 
	gerekir. Karaçelebizade makamı demek doğru olacak; çünkü bu yeşil saza o 
	gümüş tellerin iki yüzünü bu zevk sahibi Osmanlı veziri germiş 
	bulunmaktadır. 
	           
	Biraz daha yükselerek Yeşil Caddesi’nin üstüne 
	doğru geldiniz mi bütün Bursa, Yeşil Cami’nin alt namazgahına, uçsuz 
	bucaksız avlusuna serilmiş bir seccadedir. Her servi, fetih ordusunun adı 
	tarihe geçmemiş bir şehidini kökleriyle arayıp bulmuş, şimdi onu bekliyor 
	gibi şuurlu bir vakfede. Kurumuş dallar varsa onlar da fetih ordusunun 
	önündeki Alp Eren Geyiklibaba’nın tahta kılıçları demektir. Bu anda 
	seçilebilen her atlı bir Konur Alp’tir. Yerden olduğu kadar gökten de her 
	semt ayrı çekici, her mabet ayrı güzel. Yukarıdan yeni mimarisinin 
	uydurmalığı belli olmayan Emir Sultan Türbesi, bir avuç yeşil içinde, 
	kaldırılıp göğe sunulmuş gibi ovadan yukarıda, masallara geçmiş ilk haliyle 
	duruyor. Orada çok eskiden, yılda bir yapıldığı fakat şimdi terk edildiği 
	bildirilen erguvan bayramıyla hasat töreni havadan hiç de terk edilmiş 
	görünmüyor; aksine her sabah Bursa’nın ufkundaki pembe doğuş Emir Sultan’da 
	bir erguvan bayramıdır. Her akşam Bursa ufkundaki sarı batı, Emir Sultan’da 
	bir hasat törenidir. Yukarıdan, bulutların içinden Bursa, güne bakan 
	gözleriyle, ovalar boyunca sürüklenen yeşil şalı ile, kubbe ve minare 
	dediğimiz tanelerden dizilmiş gerdanlığı ile, birden bire dağın ardında 
	buluverdiğimiz bir geçmiş zaman güzelidir ki, modern güzellerden daha fazla 
	bir hayranlık uyandırmakta, hala taptaze bizi çağırmaktadır. 
	           
	Bursa bu… Kaskatı mermerleri halvette kadife, 
	mihrapta alın, türbede mum, şadırvanda su yapan Türk dehasının zamanın alt 
	ederek gizli saklı yaşamakta olduğu yer. Tabiatın çınarını tarihin 
	sarmaşığını asarmış, adına Bursa demişler. 
	           
	Aziz okuyucularım, Bursa’da gökten inmeye, yere 
	ayak basmaya, büyülenip kalmaya, tutulup kekelemeye cesaretiniz var mı? 
	Bursa’da ayak bastığınız her taş görünmez mahzenin acemice konmuş kapağı 
	gibidir. Hayalinizin ayağı bir sürçtü mü, o taş altınızdan çekilir ve zaman, 
	taşma vaktini bekleyen büyük sular gibi dört bir yanınızdan fışkırıverir. 
	Bursa’da yaslandığınız her sur parçası bir benttir ki, biraz sonra tarihin 
	seli zorlayıp onu yıkacak, gelip sizi suyuna katacaktır.  
	           
	Bursa’nın rastgele ağacında bütün bahar, 
	rastgele evinde bütün Bursa barınır. Hangi eve girerseniz orada Bursa’nın 
	bütün semtlerini bezlerle oyalar halinde resmedilmiş olarak bulacaksınız. 
	Bursa Ovası’nın yeşilinde öyle soğukkanlı ağaç 
	sevgisi duymakla kalamazsınız; dallara ihtirasla sarılmak arzunuz tutar. 
	Orada ahretlik serviler bile ibadette iken gözleri ihtirasla parlayan 
	azizeler gibi sizi baharın koynuna çağırırlar. Göğüs düğmeleri rüzgarla 
	çözülerek, genç bacakları dikenle çimdiklenerek, bekaretini tabiata vermiş 
	eski Yunan kızı Bilitis’in şarkılarını bilmezsiniz: “Bir yemyeşil ağacın en uç dalındayım; rüzgar 
	estikçe bu güzel ağacın yaşadığını duyuyorum. Gövdeyi saran bacaklarımı daha 
	kuvvetle sıkıyor ve aralanan dudaklarımı körpe bir dalın yosunlu kabuğuna 
	yapıştırıyorum”. Dişi Bilitis’in şarkısını bırakın da genç Bursa aşığının 
	türküsünü dinleyelim:             
	Yar kendini vermeye istekli işte deyip            
	Bir mevsim baş ucunda ayrılmadan bekleyip            
	Gözüm buğulanarak ilk günahı işlemek;            
	İlk dalda olgunlaşan ilk meyveyi dişlemek            
	Bu bahardır dokunan nefes gibi derime;            
	Akıp omuzlarımdan dökülsün içerime,            
	Her dal ayrı şadırvan, her çiçek ayrı köpük..            
	Hala kuru kalmaktan kollarım yana düşük,            
	Bilsem ki kök salacak bulmaya toprağımı            
	Beklerim seve seve daldırıp ayağımı.                                                                
	1949 Uludağ dergisinden 
	-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------              
	Bursa'ya İlan-ı Aşk        
	Böyle kim bilir ne kadar zaman geçer, her dalgınlıktan uyanışta ya bir 
	serviyi size uzak kalmaktan boynunu bükmüş, ya da bir şeftaliyi ilk 
	meyvesini size vermek için gizlice söz veriyor bulursunuz. Erken çiçek 
	açan, çabuk meyve hazırlayan ağaçları, ötekilerin, akran kızların 
	aralarından ilk gelin olana baktıkları gibi kıskanarak süzdüklerini 
	vehmedersiniz. Her ağaçta yaprak rengi saçları omuzlarını örtmüş, başını 
	gizlemiş bir eski masal perisi saklıdır, gelip geçeni gövdeye çekmeye, 
	dallarının arasına oturtup sevmeye hazırdır. Nihayet içimizin ürpertisiyle 
	havanın ılıklığı denkleşir. En sonra, çok şükür, Bursa'yı görmek için her 
	yerin bir olduğunu, Bursa'ya ermek için bir gövdeye tırmanmanın, bir sur 
	gediğinden atlamanın yeter olduğunu anlarız. Anlarız ki yurdun her yeşilinde 
	biraz Bursa vardır. Bahar aylarında Bursa'da bulunmayan bir halis Bursalı 
	nerede ağaçların yeşilliğini görse gözünde orası Bursalaşıyor demektir. 
	Vakit öğleye yakındır. Her eteklik yırtmacından, bir kere daha, güzel 
	vücudun görünüşü gibi, her duvar gediğinden bir kere daha ovayı göre göre 
	çıkar, döner ve Muradiye Medresesinin kapısına varırız. Halı ipliklerinin 
	arasına sırma atar gibi taşların arasına yol yol, çizgi çizgi tuğla 
	yerleştirmişler. Zamanla esmerleşmiş taşların ucundaki bu kızarıklık, tombul 
	elleri kına kadar çekicidir. İnsan camide uzun zaman kalıp hafifledikten 
	sonra çıkarak avludaki çınarın altından hızla yürüyünce ovaya uçabileceğim 
	sanır. Etrafta insanı yeraltına, gökyüzüne, masala, efsaneye çeken bir şey 
	vardır: Caminin yanında, sonradan yapılan kapısı yanmış, saçı soluk ağaçlar, 
	perişan otlar arasında kalakalmış bir türbeler bahçesi, türbeler iklimi 
	Muradiye... Bursa'nın filan yerinde kestaneler, filan yerde serviler, 
	Muradiye'de de türbeler yetişip boy atmaktadır. II. Murat, oğulları, 
	torunları, hısımları ile bir orada yatıyor. Ve kim bilir hangi damdan 
	atlamış bir tavuk, civcivleriyle beraber gıt gıtlayarak dolaşıyor.      II. Murat: "Beni 
	Allah'ın rahmetinden,  göğün yıldızından mahrum etmeyin" diye vasiyet etmiş, 
	türbesinin üstü açık bırakılmış; gök kubbenin örttüğü, tamamladığı tavandan 
	yağmur  doğruca sandukanın üstüne damlayabiliyor. Kapının sayvanında 
	yıldızlar sanki bugün tazelenmiş gibi, sanki bu kapı üstündeki tavana 
	sırmalı bir kilim parçası mıhlanmış. Kapının dibinde, içeriyi gören 
	pencerenin altında, bir taş seki var. Oraya bir antika halı atmak, Bursa işi 
	bir çubuğu tüttürerek uzanmak, el yazması bir iki eser karıştırarak; 
	gölgesinde Osmanlı harplerinden birinin kararı verilmiş çınarın uğultusunu, 
	etraftaki suların şırıltısını, civardaki türbelerin sessizliğini dinlemek... 
	Elinizi uzatın, maziyi tutacaksınız; nefesinize kışın tarih seslenecek; 
	Cem'in türbesindeki çini karanfillerden koku duymak için çok 
	beklemeyeceksiniz. Bu türbeler bahçesinin meyvesi göze kolay görünmez ama 
	çeşnisi buruk olduğu kadar güzeldir de...       Biraz  sonra 
	kalkarsınız, kuruyan ağzınızı şarıldayan sulardan birine dayayıp zamanı 
	içebilirsiniz. Bursa'da hiçbir fermana, hiçbir sicile geçmemiş birtakım 
	gerçekler var ki, havada yüzüyorlar. Gelip omzunuza konmaları için onları 
	ürkütmemeli. Yüz adım ötemizde Fatih'in doğduğu ev, yanı başımızda Fatih'in 
	gözdesi Gülşah Hatun'un mezarı. Beride II. Murat Medresesi, fikrin hür 
	maviliğe kavuştuğu, açık hava dersinin Osmanlı ülkesinde ilk verildiği yer. 
	Taş kubbelerle çini duvarlar güzelce onarılır da bir (Tezyini Sanat Okulu) 
	açılırsa ne güzel olacak; en büyük ustalığı tabiat, en güzel örnekliği bahar 
	yapacak.     Kayıhan Camii'nin 
	yanındaki kebapçıda koruk şerbetini içerken Muradiye'de biraz kalsa onun da 
	üzümleşeceği vehmedilebilir. Yeni zamanların bütün icaplarından uzak 
	pencerelerinden içeri girmek için çınar yapraklarının camları zorladığı bu 
	güzel köşede somak denen cerahati tarihten kalmış bir şey gibi avuçlarız. 
	Biraz sonra Süleyman Çelebi'nin başındayız. Yanında ihtiyar sedir 
	ağaçlarının üstünden, Bursa'ya şöhret salmış bülbüllerin Çelebi'ye dem 
	çektiğini yazık ki duymayacağız.     İki büyük servi 
	arasında bir mermer çeşme yapıyorlar. Su buradan yarattığı mevlit gibi 
	feyizli ve ahenkli ruhların mermerine hep damlayıp duracak. Bu semtlerde 
	bütün kaldırımlar havada, yollar yeni baştan düzenleniyor. Okul, yol, su, 
	hastane...     Muradiye'nin çınarları, 
	Emir Sultan'ın servileri, Işıklar'ın pencereleri, şehirde bir semti ve orada 
	da bir çeşidi gösteren isimlerdir. Mehmet Çelebi çiniden baharın kucağında 
	baygınlaşmış yatıyor. Cem'in ruhu türbesindeki çinilerinde kırmızı 
	karanfillerde tütüyor. Bursa eski yaratmalarla doludur; yeni yapmaların 
	onları bozmamalarına, bastırmamalarına elbette dikkat edilecektir. Pek 
	farkında değiliz ama Bursa'yı sayıklarken zamanımız doluverdi. İyisi mi koca 
	bir divandan yer yer mısralar okuyup da eseri acele ile incelemiş görünür 
	gibi, Bursa'nın bir iki güzelliğine dokunup geçerek değil, taşına, 
	toprağına, ağacına değerek gezmek için gelecek cumamızı ayıralım. Size 
	Gönlüferah'ta sabahı, Muradiye'de öğle sonunu, Yeşil'de akşamı anlatamazsam 
	neye yarar? Bursa'nın sisine bürünmek güzel. Ya havlusuna sarınmak, suyunun 
	şırıltısını dinlemek güzel, ya kaplıcalarının ılıklığına girmek?  |