Bursa: Beyaz Perdedeki Kent

Filmlerde Uludağ

Bursa'da Sinema Kültürü

Bursa Sinematek

 






                                                                                 Tamer Uysal 

     Eski Yeşilçam melodram filmlerinde Bursa bilhassa Uludağ’ı gösteren sahnelerde sık sık görünürdü. Çünkü o dönemler yılda 300-400 film çekilirdi. Aşk-ı Memnu, tek kanallı siyah-beyaz dönemin ilk dizisidir. Özel TV kanallarındaki artış sinemayı ikinci plana iterken dizi yapımcılarının ve cast (oyuncu) ajanslarının işine yaramıştır. Yılda 100-150 dizi çekilmeye başlamış ancak sadece 10-15 tane de eli yüzü düzgün film yapılmıştır.
    2000'li yıllarda dizilerin prototipi ise “Asmalı Konak”tı. Ürgüp’te çekilen bu dizinin fazla ilgi görmesi aynı yıl içerisinde (2002) aynı türde Kırık Ayna, Berivan, Zerda, Hızma, Keje ve Azad gibi ağalı dizi furyasını başlatmıştı:
     Sabahat Akkiraz’ın seslendirdiği şarkıyla akıllarda kalan “Kınalı Kar” dizisinin çekimleri aynı dönemde Cumalıkızık’ta gerçekleşti. “Cumalıkızık”, Bursa’daki küçük bir Osmanlı köyü. Figüranlar bu vesileyle Bursalılar olmuştur zaman zaman. Kınalı Kar dizisinden sonra köyün adı daha sık duyulmaya başlamıştı. Önceden önemi bilinen köyün bu diziyle iç turizmdeki değeri iyice artmış, öyle ki Bursa’da köye sefer yapan minibüsler bile “Kınalı Kar”a gider diye yolcu taşımaya başlamıştı…
    Cumalıkızık ve Trilye, zamanın durduğu tarih kokan nadir iki saklı hazinesidir Bursa’nın. Her ikisi de metropol kentin bitişiğinde yeralmasına rağmen yerleşim, doğa ve yaşam tarzı deformasyona uğramamıştır. Bu yüzden yıllardır çalışma odamın duvarlarında asılı duran resimlerden birisi oluklu kiremit çatılı evlerin yemyeşil bitki örtüsüyle bütünleştiği Cumalıkızık köyü peyzajıdır.
     Trilye Mudanya’ya 10 km. uzaklıkta ufak bir kıyı kasabası. Anadolu’daki birçok benzer köyde olduğu gibi Türk-Rum kültüründen izler taşıyor. 1987’de sit alanı ilân edilen Trilye, tarihte duvarlarına ilk defa resim yapılan kiliseyi barındırır. Trilye’nin doğusunda, kıyıda bir mendirek yer alıyor. Sık TV izlemesem de “Sev Kardeşim” adlı dizinin burada çekilen sahnesini hatırlıyorum. Gün doğumunda Cumalıkızık, gün batımında Trilye’nin yeri bambaşkaymış. Cumalıkızık’ta adeta doğal bir kameriye sergileyen manzaranın, Trilye de ise denizle haşır neşir olduğunu görüyorsunuz. Bu yüzden Cumalıkızık’ta ormana, Trilye’de ise doğa türküsünü denize söyletiyor. Bunlara ait akla egemen his yemyeşil bir aydınlık ve zeytuni pırlantanın içimizdeki aksi olmalıdır. Ömer Bedrettin Uşaklı, Mülkiye Mektebi'ni bitirdikten sonra Mudanya’ya kaymakam muavini olarak atanmadan önce maiyet memurluğu stajını Trilye’de yapmış, “Deniz Sarhoşları” şiirini de 1926 yılında burda yazmış.
    Bugün Cumalıkızık Dünya Kültürel Miras Listesinde yer alan varlıklarımızdan biri. Osmanlı Dönemi kırsal yaşamını yansıtan müzemsi görünümü nedeniyle yapım şirketleri arada uğruyor buraya. Kınalı Kar dizisinde kullanılan konak Cumalıkızık’ta en gözalıcı olan. Velakin yörenin gözlemesi de meşhur olmuş. Restoran olarak kullanılan konakta dekorun tadına varmak için bende içeriye girip köy mantısı yemiştim.
      Trilye’de şimdiye kadar Cahide (1989), Kurtuluş (1996), Cumhuriyet (1998), Kınalı Kar (2002), Şapkadan Babam Çıktı (2003), Melekler Adası (2004), Kezban Yenge (2005) ile Sev Kardeşim (2006) dizilerini filme çekmişler. Cumalıkızık’ta da Kuruluş/Osmancık (1987), Yeniden Doğmak (1987), Ateşten Günler (1987) ve Yeşeren Düşler (2006) adlı TV dizilerinin yanı sıra arabesk şarkıcısı F.Tayfur’un “Çeşme” adlı şarkısının klibi vs. ile Fasulye (1999) ile Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmi çekilmiş…

İyi bir kitap okursun…
İyi bir filme gidersin…
Bir an her şey mümkün görünür,
Umutlanırsın…

demiş “Sinemadan Çıkanlara Öyküler” adlı kitabında L. Gülden Treske. Cumalıkızık ve Trilye… İkisi de adeta sete dönüştü. Şimdi bu tanıtımların semerelerini topluyorlar.

      Sinema Osmanlı Devleti’ne Paris’te 22 Aralık 1895’teki ilk gösterimden bir yıl sonra girmiş, halka açık ilk film gösterileri Beyoğlu’nda yapılmıştı. İlk sinema salonu 1908’de İstanbul’da açılmıştı. Anadolu’daki ilk sinema salonu 1909’da önce İzmir daha sonra Ankara ve Bursa’da açılır. 1930’larda yazlık ve kışlık sinemaların sayısı hızla artarken yazlık sinemalar döneminde Bursa’daki sinema sayısının 300’ü bulduğu söylenir ve Bursa’daki sinemaların özellikle Setbaşı’nda toplandığı görülür.
    1986’da Bursa’da da 12’si kapalı 4’ü yazlık olmak üzere sadece 16 sinema salonu bulunduğu belirtilmektedir (Nilgün Abisel, Türk Sineması Üzerine Yazılar). 1990’da özel TV kanallarının devreye girerek sinema filmlerini arda arda göstermesiyle sinema salonlarına ilgi azalmaya başlar. Günümüzde uzun tahta sıralarda çekirdekle gazoz eşliğinde mahallecek seyredilen film dolu günler artık çok gerilerde kaldı. Eski sinema salonlarının yerini az sayıda da olsa modern teknolojiyle donatılmış anfi veya cep sinemaları aldı. Açıkhava sinemaları ise yaz ayları boyunca düzenlenen etkinliklerde yaşatılan bir “nostalji” olarak kalmıştır…

     Bursa’da ilk kez 1967’de sinemayla ilgili olarak “Bursa Sinema Derneği” adı altında Ömer Tuncer  girişimde bulunmuş. Setbaşı’nda Mahfel yanındaki Saray Sineması”nda 32 tane film göstermişti. Bu alanda ilk ciddi adımın ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları) ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliği ile Bursa Ulusal Sinema Şenliği adıyla 2000’de atıldığı görülmüş ve şenlik kapsamında ulusal ve uluslararası çapta sinemacılar kente konuk olmuştur. 2007 yılındaki bir organizasyon ise Bursa’da bir ilktir. Bu kısa film etkinliğinde Bursa’da çekilen, Bursalı yönetmenlerin yaptığı ya da katkı sağladığı filmlerin gösterimi gerçekleştirilmiş ve Tan Tolga Demirci’nin 2004 yılında Altın Portakal ile ödüllendirilen “Alfabetik Düşler” filmi de gösterilmişti.
    Geçen yıl Güzel Sanatlar Akademisi’ni Mudanya’ya kazandıran Uludağ Üüniversitesi'nin en küçük kentlerde bile bulunan iletişim fakültelerinden birisini de Bursa’ya açtırarak kenti sinemayla buluşturan etkinliklere öncülük yapması beklenmektedir şimdi…
        Bursa Türkiye sinemasına Ahmet Sert, Ertem Göreç, Orhan Aksoy ve Mahinur Ergun gibi yönetmenler kazandırmıştır. Bursa doğumlu olup sinema filmlerinde rol alan oyunculardan bazıları şunlardır: Halil Ergün, Hüseyin Kutman, Erdal Özyağcılar, Semra Özdamar, Tarık Tarcan, Hande Ataizi, Ceyda Düvenci, Vildan Atasever, Murat Akkoyunlu, Olgun Şimşek, Demet Şener, Ali Uyandıran, Erkan Can, Şerif Sezer. Konusunun Bursa’da geçtiğini ya da Bursa’da çekildiğini bildiğim filmler ise şunlardı: Yol (1981), Gün Doğmadan (1986), Sarı Mercedes (1987), Harem Suare (1999), Fasulye (1999), Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000), İçerideki (2002), Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü?(2005), İki Koca Adam ve Bir Küçük Bebek (2007).
    Yol, Ankara Sinema Derneği’nin yaptığı anket sonucu belirlenen En İyi 10 Türk filminden biridir. Senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılmıştır. Yılmaz Güney devrimci kişiliği, yaşamı, sanatı ve dünya görüşü itibariyle Türkiye’de çok sevilen ve tartışmasız sinemamızın yetiştirdiği en büyük ustalardan birisidir. Son hapisliğinde Mudanya açıklarındeki İmralı Adası yarı açık cezaevinde kalmış ve buradan 1981’de yurt dışına kaçtığı Isparta’daki cezaevine nakledilmiştir. İmralı’da tutukluğu sürerken başladığı “Yol” filminin senaryosunu Isparta Cezaevinde tamamlamıştır. İmralı Cezaevi’ndeki gözlemlerini de katarak “Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da” sözleriyle ifade ettiği gibi 12 Eylül cuntasının ve sıkıyönetimin en karanlık günlerinde cezaevindeki beş mahkûmun Türkiye’nin değişik yerlerine yaptığı yolculukları aktarır: “Yol, yarı açık cezaevinden bir haftalığına izne çıkmış beş mahkûmun yol hikâyesidir. Önce otobüs ve trenle süren yolculuk boyunca, ayrı ayrı beş mahkûmun hayat hikâyeleri ve yaşantılarından kesitler aracılığıyla, alabildiğine geniş ve ayrıntılı bir Türkiye panoraması çizer. Yoksul ve ezilmiş insanlar, feodal yapı, feodal düşünce ve koşullar altında yaşamaktadırlar. Mahkûmlardan Mevlüt, Yusuf, Seyit Ali, Mehmet ve Ömer’in “yitik yaşamları”na tanıklık eder. Dolayısıyla mahkûmlar aracılığıyla anlatılan hikâyenin sunduğu panorama, asıl olarak, ülkenin ‘içerisi ve dışarısıyla 45 milyonluk bir hapishane’ olduğu gerçeğinin altını çizer” (kapak yazısı).
    Agah Özgüç’ün deyişiyle Türk sinema tarihinde baştan sona bir romana konu olabilecek kadar hareketli bir serüveni olan bir filmdir “Yol”. Yılmaz Güney, Erden Kıral’ın Ayvalık Cunda Adası’nda başladığı ilk çekimleri iptal etmişti. Film daha sonra yine “Endişe’de kendisine asistanlık yaptığı sırada tutuklanması üzerine filmini tamamlayan Şerif Gören’e teklif edilir. Filmin negatifleri yurtdışına kaçırılarak Yılmaz Güney'in de başında bulunduğu bir ekip tarafından kurgulanır. 1982’de 35. Cannes Film Festivali’ne katılarak Costa Gavras’ın “Missing (Kayıp)” filmiyle beraber Altın Palmiye’yi kazanır. Yol, o sıralarda ABD’de de bile en çok izlenen yabancı filmler arasına girmesine rağmen Türkiye’de gösterilmesi yasaklanır.
    Filmin çekimleri İstanbul, Bursa, İzmir, Konya, Eskişehir, Mersin, Adana, Bingöl, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır ve Ankara’da yapılmıştır. Filmin başrol oyuncularından Tarık Akan “Bana kalırsa, Yol filmi, dünyada en zor şartlar altında çekilmiş filmlerden biri” diyerek filmin Bursa’daki çekim macerasını şöyle anlatır: “Hızla filme başladık. İstanbul’da hapishane sahnelerini bitirdik. Artık Anadolu’ya hareket edecektik; ilk durak Bursa. Elimizde Bursa Sıkıyönetim Komutanlığı’nın film çekme izni vardı. Buna karşın çekim yapmamıza izin vermediler. Tüm kapıları çaldık, ilgili ilgisiz herkese derdimizi anlattık, iznimizi gösterdik, olmadı. Bu arada bir de gözdağı verdiler; çekim yaparsak başımızın derde gireceğini söylediler. Bursa il sınırlarını terk etmemiz emredildi. Üç minibüsle Bursa'dan ayrıldık. Minibüslerden birinin camlarını kamuflaj yapıp, çekimi olan oyuncular ve kamerayla tekrar Bursa’ya girdik. Aracı uygun bir yere park ettik. Kamera minibüsün içinde kaldı; çekimler kapalı perdenin aralığından yapıldı. Dört-beş saatte gerekli sahneleri çekip işimizi bitirdik ve Bursa’dan kaçtık”...
    Filmde Tarık Akan’ın yanısıra Bursalı oyuncular Halil Ergün ve Şerif Sezer de yeralmıştır. Ancak 17 yıl sonra ülkesinde gösterime girebilen Yol filminin o yıllardaki koşullar nedeniyle pek başarılı olmayan seslendirmesi yeniden yapılmış bu defa Seyit Ali rolündeki Tarık Akan’ı, “Erdal Özyağcılar” seslendirmiştir…
    1981’de çekilen “Yol” filminde önce Erden Kıral yönetmenlik yapmıştır. Ancak Yılmaz Güney’in oyuncu sayısını sınırlı tutmak istemesi üzerine film Şerif Gören’e teklif edilerek tamamlanmıştı. Erden Kıral yıllar sonra Yılmaz Güney’in Bursa Cezaevi'nden Isparta'ya nakli sırasında yaşadığı iki günü beyaz perdeye “Yolda” filmiyle aktarmıştır. Senaryosunu da Erden Kıral’ın yazdığı Yolda (2005), Yılmaz Güney ekseninde bir dönemin gizli tanıklarını perdeye taşıyor ve Halil Ergün Yılmaz Güney’i canlandırıyordu…
    İsmail Güneş, 1999’da Cüneyt Arkın’lı “Gülün Bittiği Yerde” filmiyle 12 Eylül ve işkence konusunu işlemişti. Bu filmden sonra 2005’te “The İmam” adlı filmi çekmiş ve bu yüzden eleştirilmişti. Güneş bu defa dinsel hoşgörü mesajı iletiyordu. Ancak “The İmam” sinemasal açıdan kusurlu olduğu kadar TV’deki dizilerden fırlamış aynı oyuncular, benzer tonlar taşıyan zorlama diyaloglarla sıradan bir film görüntüsü veriyor, özellikle mütedeyyin kanallarda sıkça başvurulan ve kaderci bir yaklaşımla ele alınmış “sır kapısı”, “gönül gözü” gibi benzeri yapımları tekrarlamaktan ileri gidemiyordu.
    “Gündoğmadan” yönetmenin 35 mm’lik ilk uzun metrajlı filmi. 2004’te kendisiyle yapılan bir söyleşide "Gün Doğmadan filminde kaderi anlattım. İnsanın yazılı kaderinden kaçamayacağını anlattım.” diyordu. Bir akrabasının cenazesini memleketine götürmek için yola çıkan bir karı kocanın hayatı bu seyahat sırasında altüst olur. Polisten kaçan bir çete tarafından yolda rehin alınan genç çift çaresizlik içinde kurtuluş yolları aramaya başlar…
    Sunay Akın 9 Ekim 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Denizi göreceksin sakın şaşırma!” başlıklı yazıda “Yıkıntı Mustafa'nın dünyası 'Gündoğmadan' adlı filmde görünür. 1986 yılında çekilen bu filmde, küçük bir rol de Yıkıntı Mustafa'ya verilir ölümünden önce” diyordu. Bursa’nın meşhur simalarından Yıkıntı Mustafa’yı şair Sunay Akın’ın kaleminden aktarayım: “Gemlik'te yaşayan ve şoförlük yapan ‘Yıkıntı Mustafa’ biriktirdiği yüzlerce şişeyi kamyonun arkasına yükleyerek, 1974 yılında, karısı ve çocuğuyla Karsak Boğazı'na gelir. Gemlik'e beş kilometre uzaklıktaki bu yerde, derenin kıyısına şişelerden lokanta ve ev konduran Yıkıntı Mustafa, ilkokul mezunu olmasına rağmen yaptığı çarklarla da sudan elektrik elde eder. Zamanla bir de cami yapar derenin kıyısına. Tabii yine şişelerden!”… İsmail Güneş filmini “Biz ilk defa Türk Sinemasında bir şeyi daha yaptık. Hiç görülmedi, incelenmedi. Cünüplüğün acısını çeken bir adamın hikâyesi de vardı içinde. Gece hamamcı olmuş, yıkanamamış, gusül abdesti alamamış. Vuruluyor, ölüm acısını değil, o şekilde öleceğinin acısını çekiyor, ‘beni yıkayın’ diye yalvarıyor” sözleriyle özetliyordu.
    Filmlerini din konularında seçen yönetmenler yaptıklarına artık “Beyaz Sinema” adını veriyorlar. Eskiden milli sinema denirdi. İsmail Güneş işte bu çizgide bir yönetmen olarak kabul ediyor kendini…
    Gemlik, Bursa’nın 30 km. kuzey batısında, Marmara Denizi kıyısında kendi adıyla anılan körfezdeki ilçesidir. Bursa’nın diğer ilçelerine nazaran Gemlik’i daha fazla sevmişimdir. Sanırım körfezde denizle iç içe olduğundan bana da tabiatla içli dışlı olma duygusu veriyor. Son gidişimde de bu duyguyu yeniden tadmak istedim.
    Celal Yalınız (nâm-ı diğer Sakallı Celal)’ın dediği gibi, kimimizin yüzü hep batıya dönmüş, kimimiz neden sürekli doğuya gitme uğraşı verir anlayabilmiş değilimdir. Niye korkuturlar ki bizi birbirimizden. Mahalle baskısı dedikleri ne menem şey bu olsa gerek. Gemlik’te hangi akla hizmetse bir nevi harem selâmlık uygulaması çarpmıştı gözüme. Sahildeki en müstesna çay bahçesinde bile “aileye mahsustur” tarzı yaklaşımla karşılaşıyorsunuz. Oysa sadece denize daha yakın durmak şöylebir çaylarınızı yudumlayıp gazetenize gözatmak isteyemez misiniz? …
    Eğer kendimiz gibi olamayacaksak herşeyi örneğin Maalouf’un tarih bilgesi, çok dil konuşan karakterlerinden birisi gibi mi okumak gerekiyor. Bakın içimizden birisi, Adalet Ağaoğlu Öksüz Bayram’ın birkaç saatlik yolculuğunda ne güzel anlatıyor Gemlik’i: “Yolun solunda bir su akıyor. Karsak Suyu. Güzel, köpürerek akan bir su. Az sonra hemen sağına geçiyor. Basamaklardan atlaya zıplaya, taşa kabara akıyor. Bayram, özlemle bakıyor suya. Ona ulaşabileceği bir fırsat kolluyor. Ama daha göz açıp kapayıncaya dek suyun yoldan iyice uzak düştüğünü anlıyor… Gemlik Körfezi, hemen ayaklarının altında. Tuğla fırınlarını, konserve fabrikalarını, yazlık blok konutları, Deniz Kuvvetleri dinlenme yerlerini, tersanesini ve daha bir-iki öteberisini kendine çerçeve etmiş. Çok eski bir yağlıboyanın vernikli dişbudakla çerçevelenmesi. Kimyevi gübre kokusunun kaplıca kokusuna karışması. Bir zeytinliğin uzakta bir zırhlıyla tokalaşması. Bir boru fabrikasının bir reçel fabrikasına dil çıkarması. Bir tepenin bir ovayla kavgaya tutuşması. Bir kavaklığın, üstüne yama vurulan asfalta üzülerek bakması. Yine de uzağında kalması. Bir martının bir yakıt tankeri üzerinde kanat çırpması. Ve güneşin, bütün bunları kuşatıp aynı kaba tıkması”…
    “Sarı Mercedes” filmi Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı romanından uyarlanmıştı. Balkız adını verdiği arabasıyla Almanya’dan yola çıkan gurbetçi Bayram’ın Kapıkule’den başlayıp akşam gün batarken ulaştığı Ballıhisar adındaki köyünde hazin bir şekilde son bulan bir günlük yolculuk öyküsünü anlatır: “Almanya’ya çalışmaya gidip, para biriktirerek bir araba almayı düşleyen bir adam, bu uğurda en yakın arkadaşına kazık atar, sevdiğini pervasızca geride bırakır. Sonunda emellerine kavuşur. Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yolu boyunca kendi kendisiyle hesaplaşır. Ancak birçok güzelliği çiğneyerek sahip olduğu sarı mercedes’i ona yar olmaz ve memleketine gittiğinde bir kaza yapar” (kapak yazısı).
                 “Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü
                  Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü
                  O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni…
    Bayram, önce içinden, sonra usuldan, sıra ‘O gün ki gördüm seni’ye gelince de, bütün sesini koyvererek şarkıya katılıyor. Özel deri geçirilmiş direksiyon, ellerinin altında seviliyor. Bayram, direksiyonu sağa büküyor, okşayarak. Sola büküyor okşayarak. Ağzında şarkı, önde parıldayan yıldıza, derken, güzel bir eğimle ön camın dibine doğru uzanıp gelen motor kapağının süzülmüş balrengine bakıyor…” (Fikrimin İnce Gülü, 18. baskı, s.38).
    Adalet Ağaoğlu yaşamı, yazarlığı, politik görüşleri ve tavırları sebebiyle basında adı sık sık duyulan edebiyatın önemli ustalarından. Kitapları yasaklanan, yargılanan, sürekli tartışılan ismi. Fikrimin İnce Gülü romanı 1976 yılında kaleme alınmış 1981’de 4. baskısında toplatılmıştı. Dış göç olayını ele alan ilk filmi “Otobüs”te sansüre takılan ancak Danıştay kararıyla gösterim izni alan Tunç Okan, romandan senaryolaştırılarak yapılan bu filminde yazarının sözleriyle “otoriter kurumlara karşı tavrı budanmış ve içeriği boşaltılmış” olarak çektiği için eleştiriliyordu.
    1994’te yayınlanan “Sinemada Yedinci Adam” adlı kitapta Dr. Oğuz Makal “Göç” olgusunun sinemadaki yansımalarını çevrilen filmlerin çözümlemeleriyle beraber elealmıştı. Dış göç konusunun da Türk edebiyatında bir “düzen sorunu” olarak ele alındığını vurgulayan Makal, Sarı Mercedes’le ilgili olarak “Adalet Ağaoğlu’nun değişmeyi ve değişememeyi anlattığı roman, uzun bir yapım sürecinden sonra Tunç Okan tarafından ortaya çıkartıldı” demektedir. 1960’larda başlayan yoğun dış göç bir devlet politikası olarak benimsenmişti. “Bitmeyen Göç”te ünlü ‘Gastarbeiter’ konuk işçi kavramı bu dönem oluşuyor diyordu Nermin Abadan Unat (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002) “Almanya’da yabancı Türkiye’de Alamancı” sayılan, sınıfının ve konumunun bilincinde olmayan arabasını herkesten çok seven sadece Almanyalı işçi Bayram değildi tabii, yıllar önce yapılan bir araştırma da Mercedes otomobillere Almanlardan çok Türklerin sahip olduğunu göstermemiş miydi?…
    İlyas Salman’ın rol aldığı “Sarı Mercedes” filmindeki yol sahnelerinden birinde üstünde Bursa yazan bir trafik bir levhası dikkat çekmektedir. Tunç Okan’ın Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı romanından uyarlama filmin (1987) bazı sahneleri Bursa-İnegöl civarında çekilmiştir. İnegöl’de en göze çarpan yapı grubu İshak Paşa Külliyesi ve çevresi. Külliye 1482’de inşa edilmiş. Camii, medrese ve türbeden oluşmakta. İnegöl’ün tam merkezindeki çarşının içinde yer alıyor. Burada yemiş meşhur İnegöl köfteyi Öksüz Bayram. Son gidişimde benim İnegöl’deki köftecilerin çokluğu kadar pastacıların da varlığı da dikkatimi çekmişti.
    Araba Sevdası romanında geçen arabanın renginin de sarı olması enteresan. Araba Sevdası Osmanlı Devleti'nde Tanzimat döneminde yanlış batılılaşmanın etkisini aktaran bir romandır. Recaizade M.Ekrem’in yazdığı roman ilk realist roman kabul edilir. Daha sonra çekilen Aydan Şener’in de rol aldığı TV dizisinin, Fikrimin İnce Gülü romanıyla isim benzerliği dışında hiç bir alakası yoktur…
    Antalya Film Festivali bu yıl Ferzan Özpetek’in son filmi “Mükemmel Bir Gün”le başlıyor. 2005’te uluslararası nitelik kazanan festivalin daha önce jüri başkanlığını da yapan Ferzan Özpetek şimdiye kadar sırasıyla Hamam (1997), Harem Suare (1999), Cahil Periler (2000), Karşı Pencere (2002), Kutsal Yürek (2005) ve Bir Ömür Yetmez (2007) adlı filmlere imza atmıştı. Bol ödüllü “Cahil Periler” filminde İtalya’da Nazım Hikmet’le ilgili oluşturduğu gündemle dikkat çeken yurt dışındaki temsilcimiz, hakkında “Daha çok, bireylerin kimlik bunalımlarına, onların duyguları üzerinden yaklaşıyorum” dediği başarılı bir işkadınının herşeyi bir kenara iterek yoksul insanlarla dayanışmasını anlattığı “Kutsak Yürek” filminde de yankı yaratmayı başarmıştır.
    Bursa’da çekilen Haluk Bilginer’li filmlerden bir tanesidir ayrıca Harem Suare. Sultan rolünde oynayan Bilginer dışında ilk filminde Bursalı oyuncuları buluşturan Ferzan Özpetek Harem Suare’de “Şerif Sezer”e de rol vermiştir. Sarı Mercedes’te gümrük memuresi rolünde oynayan ve filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu olan Serra Yılmaz ise Harem Suare’de harem kalfası Gülfidan rolünde yeralmıştır.
    Saray, Harem ve Hamam… Her üçü de kimine göre bir muamma kimine göre bir tabu kimine göre mahrumiyet kimine göre ise mahremiyet bölgesiydi. Filmdeki replikte geçtiği gibi burada içerde (haremde) kalfa Gülfidan’a göre önemli olan üç şey vardı: Aşk, iktidar ve korku.
    Harem denince aklıma “Erzurum Yolculuğu” gelir. Ataol Behramoğlu’nun Puşkin’den çevirdiği kitaptaki harem şöyleydi: “Ben bu sırada çevreme bakınırken tam kapının üstünde yuvarlak bir pencerecik; pencerecikte de meraklı, kara gözleriyle fıldır fıldır bakan beş altı tane yuvarlak başçık gördüm. Buluşumu tam Bay A.’ya söylemek üzereydim ki, başlar kımıldadı, gözler kırpıldı, birkaç parmakçık susmam için gözdağı verdi bana. Boyun eğdim ve buluşumu kimseyle paylaşmadım. Hepsi de hoş yüzlerdi; fakat hiçbiri güzel değildi”…
    Bu satırlar Aleksandr Puşkin gibi gerçekçi ve insancıl büyük bir Rus yazar tarafından kaleme alınmıştır ancak bilhassa temel bir öğesi olarak 17.Yüzyıldaki birtakım Batılı oryantalist yazarlara ait harem hakkındaki görüşler ise kimilerine göre çoğu zaman fantazya-romantizm karışımı birçok ön bakışı sergilemekteydi. Çünkü oryantalizm (Doğuculuk) itaat, atalet, güçsüzlük, kadına şiddet gibi birtakım unsurlar içermektedir…
    15.Yüzyılda Fatih’in yaptırdığı Topkapı Sarayı yüksek duvarlarla çevrili müstahkem bir kale görünümünde idi. 360’dan fazla odasıyla Harem bölümü ise 16.Yüzyılda eklenmişti. Amerika’da ilgiyle karşılanan “Üçüncü Kadın”, “Harem: Peçeli Dünya” ve “Gözyaşı Sarayı” gibi kitapların yazarı Alev Lytle Croutier’in haremdeki cariyeler hakkındaki şu sözleri dikkat çekicidir: “Bir kere çok güzeller, çünkü seçilmiş kadınlar. Aynı zamanda hepsi esir. Saraya girdiklerinde eğitim almaya başlıyorlar. Herkes yeteneğine göre yönlendiriliyor. Çok güzel olanlar ayrılıyor. Sesi güzel olanlar şarkıcı, iyi nakış işleyenler nakışçı oluyor. Sonra kadınlar devri başlıyor. Esir olan kadınlar, bu esaret altında bile güç kazanıyorlar ve ülkeyi yönetmeye başlıyorlar…” (Tempo, 2004, Sayı 29/866, s.75). Kimi yazarlar ise “Bunların hiçbir suretle gerçekle ilgisi yoktur. Çünkü bu cariyelerin çoğu hizmetçidir. Hatta daha ileri giderek bu cariyeler arasında dilsizler, maskaralar, zenciler, cüceler de vardır. Bunların arasında yaşlı kadınların olduğu da görülmektedir” diyerek farklı yönden yaklaşmaktadır (Muammer Gökçin, Zaman) .
     Ferzan Özpetek batıyla oryantilizmi bir araya getiren filmlerin yönetmeni. Ferzan Özpetek’in başarısını İtalyan Sineması’ndaki tıkanıklığa bağlayanlar olduğu gibi Batı'nın oryantalist bakışını beslemesinden dolayı olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Özpetek, ilk üç filmindeki başarıdan sonra İtalya’da sinemaya yön veren üç yönetmenden biri olarak nitelendirilmişti. Türk-İtalyan-Fransız ortak yapımı “Harem Suare” Osmanlı Sarayında bir cariye ile onu padişahın bir gözdesi haline getirmeye uğraşan harem ağası arasındaki bir aşkın (tabii suç ortaklığının da) öyküsü olduğu kadar Osmanlı Haremi’nin kapanmaya yüz tuttuğu son günlerinde haremdeki cariyelerin trajedisini insalcıl ve romantik açıdan yaklaşarak yansıtıyor. Hamam filminde “hamam” motifiyle oryantalist bir yaklaşım sergileyen Ferzan Özpetek “harem” motifini de Harem Suare’de kullanarak Osmanlı saray yaşamından bir kesiti verdiği Harem Suare’nin jeneriğinde “Bu filmdeki olaylar hayal ürünüdür” demeyi de ihmal etmiyor…
    Hamam filmi ABD’nde bir yıl boyunca kesintisiz olarak gösterimde kalmıştı. Filmde Halil Ergün ve Şerif Sezer de rol almıştı. Bursa’nın yetiştirdiği en önemli sanatçılardan birisi olan “Halil Ergün” İznik ilçesinin Müşküle köyünde doğmuştur. Adana’da düzenlenen 15. Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”nü Türk sinemasının diğer ustalarından Halit Refiğ ve Selda Alkor’la birlikte almaya hak kazanan Ergün, Yolda, Mum Kokulu Kadınlar, Yolcu, Mavi Sürgün, 72. Koğuş, Katırcılar, Sis, Kırlangıç Fırtınası, Kırık Bir Aşk Hikâyesi, İzin gibi pek çok filmde de adından söz ettirmeyi başarır. 1987 yılında Erdoğan Tokatlı tarafından çekilen “72. Koğuş” adlı Orhan Kemal’in 1953’te yazdığı öyküden uyarlanan filmde Orhan Kemal rolünü oynar. Orhan Kemal’in cezaevindeki gözlemlerine dayanan öykü Nâzım Hikmet’le beraber kaldığı Bursa hapishanesinin bir yoksul koğuşundaki mahkûmların yaşamını anlatıyordu. Nâzım Hikmet'in Bursa hapishanesinde 1941’den sonra kaldığı dönemi aktaran 2007 yapımı “Mavi Gözlü Dev” filminde ise odası Nâzım Hikmet’in 1944’te Bursa hapisanesinde yaptığı bir resimden esinlenerek Beykoz'da kurulan bir cezaevi setinde gerçekleştirilebilmiştir.
    Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” adlı romanının önemli bir bölümü de Bursa’yla ilgilidir. 12 Eylül’den önce çekilip 1980 yılında önce yasaklanıp sonra yakılan roman, Halit Refiğ tarafından TRT’ye dizi olarak çekilmiştir. Kurtuluş Savaşı'nın az öncesi ve az sonrasını anlatan ve İstanbul, Bandırma, Akhisar, Manisa'ya yakın bir köy ile Bursa arka planlarında geçen romanın ilgili bölümü 2000’de Bursa’da düzenlenen 6. Avrupa Filmleri Festivali-Gezici Festival”inde “Siyahperde-Türk Sinemasında Sansür” konulu panelde tartışılmış, aynı festival kapsamındaki “Türk Sineması'nda Sansür” adlı bölümde sansüre uğramış Türk filmleri de gösterilmiştir…
    “Fasulye”, bir komedi filmi. TV’de hala tekrarları gösterilen Türkan Şoray’lı, “Haluk Bilginer”li “Tatlı Hayat” dizisinin yönetmeni Bora Tekay’ın ilk uzun metraj film denemesi. Yeterince organize olamamış, sorunları zaman zaman yasadışı yollara havale edilen günlük yaşamın çıkar çatışmalarına dönüştüğü bu yüzden mafyatik örgütlerin cirit attığı toplumda bilgisizliğin “şeyh uçmaz müridi uçurur” misali halkın dinsel zaaflarından yararlandığı cehaletin kol gezdiği ortamlarda bir takım düzenbazların giderek baş köşelere oturmaları istenmeyen fakat muhtemel bir sonuçtur. Bursalı yönetmen Bora Tekay mafya dizilerinden yola çıkarak “Fasulye”de karikatürize edilmiş mafya tiplemeleri ve bilge karakteriyle farklı bir mizah anlayışı yakalamaya çalışıyordu.
    Filmin başında Selim Erdoğan’ın köydeki emekli vergi iade zarflarını şehre götürmek için hazırlık yaptığı sahneyle, Kutay Köktürk’ün şoför olarak göründüğü sahnelerde Cumalıkızık Köyü çok belirgindir: Dar sokaklar, eski evler ve köylüler vs. Filmin kapanış jeneriğinde de “Cumalıkızık halkına katkılarından dolayı teşekkür ederiz” deniyor. Bursa plakalı araçlardan ikisiyle “fa-sul-ye” sözcüğünün oluşturulması da ilginçtir. Film, karakterlerden ziyade tiplemeler üzerine oturmuştur; “Çiçek Taksi” dizisiyle tanınan Selim Erdoğan nerdeyse 2 saatlik film boyunca dilsiz olmadığı halde hiç konuşmayan saf ve iyi niyetli genci oynayarak Türk sinemasındaki en ilginç rollerden birini gerçekleştirmiştir…
    Son dönemde mafya tiplemeli dizi ve filmlere elatan başka bir isim Serdar Akar, 2000’de “Dar alanda Kısa Paslaşmalar”la bir kenar mahallede yaşanan sıcak ilişkiler, komşuluklar, aşklar ve öte yandan mahallenin futbol takımının amansız profesyonel olma mücadelesini aktarıyordu. Fahir Atakoğlu’nun müziği eşliğinde baştan sona Bursa fonunun hakim olduğu filmde 12 Eylül sonrası bir dönemi Bursa manzaralarını kullanarak insan ilişkilerinin bir kesiti olarak yansıtmaya çalışılıyordu: Kayrak taşlı dar Cumalıkızık sokakları, Muradiye, tarihi Koza Hanı, eski Tophane evleri, amatör takımlara ait bilindik topraklı sahalar, Yenişehir’de bir mahalle…
    Dar alanda Kısa Paslaşmalar tamamı Bursa’da çekilen bir film. Oyuncu kadrosunda birçok Bursalı oyuncu yeralmıştır. Filmin ikinci galası da Bursa’da yapılmıştır. Filmde “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” filmlerinde de yer alan Savaş Dinçel başrol oynuyordu. Filmin başrol oyuncularından birisi de “Erkan Can”dır. Bursa’da yetişen oyuncu bir söyleşide (Alper Turgut, 26 Temmuz 2008, Milliyet) o günleri şöyle anlatıyor: 1 Ocak 1958 günü Bursa’da doğmuşum. İlk öğretmenim babamdı. Ben ne öğrendiysem babamdan öğrendim, onun etkisiyle büyüdüm. İyi bir insan olmamı istedi, ben de ona verdiğim söze sadık kaldım. Çocukluğumda tamirhanede çalıştım, İznik gölü kenarında, Yeni Sölöz’ün üstü Bayırköy’de inek, koyun keçi güttüm. Cumartesi ve Pazar günleri de atlardık mobiletle, Kumla, Mudanya sahilleri ve Burgaz’a giderdik. Tiyatro ilk göz ağrımız. Bu heves, 1974 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu, Ahmet Vefik Paşa Sahnesi’ndeki tiyatro kurslarına gitmemle başladı. Mahalledeki ağabeyler, güzel ağabeyler önayak oldular. Onların kestiği racona uyduk, buralara dek geldik. O yıllarda okulda boykot, gençlik derneklerinde tiyatro yaptık. Folklor ile uğraştık, maçlarda amigo olduk hatta kaleciliğe soyunduk”…
    Erkan Can, Zeki Ökten’in 1986 yılında çektiği “Davacı” filminde seyyar satıcıyı oynayarak girmişti sinemaya. Daha sonra TRT’deki “Bizim Çocuklar” dizisinde oynamıştı, “Mahallenin Muhtarları” dizisiyle tanınmıştı. Özellikle canlandırdığı “Temel” karakteriyle büyük sükse yapmıştı. Serdar Akar’ın düşük bütçeyle çekilen ilk uzun metrajlı filmi “Gemide” ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü almıştır. Ardından “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”, “Yazı Tura”, “O Şimdi Mahkûm” ve “Takva” gelir. Atilla Dorsay “Erkan Can’ın tek kelime ile mükemmel oynadığı Takva gösterime girdiğinde kıyamet kopacak. Benden söylemesi…” dedikten sonra kıyamet kopmaz ama oyunculuğunu konuşturur ve “Takva”daki rolüyle Antalya’da ikinci Altın Portakal’ını kazanır…
     Dar kadroyla çekilen ilk filminin aksine geniş ve tanınmış kadrosuna rağmen Serdar Akar “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”da konuyu yine bu defa bir mahalle çerçevesinde kişisel yaşam ve bireysel sorunlarla sınırlı tutuyor. 12 Eylül tüm hızıyla sürerken “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” futbola sığınan insanların bir anlamda dar bir alana hapsedilmiş insanların kendi aralarındaki paslaşmalarını konu alıyordu:
    “Bizim takım. Hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar. Hayatta Torba, yeşil kalmakta var, sararmakta. Dağın rengi bunlar, dağın rengi!”…
    Gemide filminde konu gerçek bir kum kosterinde geçiyordu. Birkaç gün önce Cumalıkızık’a Baykal da uğramış. Gazetenin biri “CHP lideri Deniz Baykal, Bursa’daki tarihi Cumalıkızık mahallesinde akan suyun üzerinden çevik bir hareketle atladı” diye haber yapıp bir de resmini basmıştı. Liboşluk yarışında öyle bir dönem geçiriyoruz ki kimse kimseye meydanı bırakmak istemiyor aslında. Gemi denince şu ara aklıma hep Deniz Baykal’la Başbakan arasındaki “Gemi mi Gemicik mi?” tartışması gelir.
    Cumalıkızık’ta her sokakta özellikle köylü kadınların hediyelik eşya ve yöreye özgü yiyecekleri sattığına şahit oluyorsunuz. Ben de bir gemi aldım Cumalıkızık’ta. Gemi dediysem Baykal’ın ifade ettiği tarzda değil. Benimkisi el yapımı, 1 YTL’lik ahşap yelkenli biblo bir tekneydi sadece. Burak Erdoğan’a ait “boyu 94 metre, eni 16 metre”lik gemicikten değil yani. Ölçtüm, eni 2 cm, boyu 10 cm ve yüksekliği 8 cm geliyordu. Çeşit bol ama onların yaptığını plaza kültürüyle karıştırmamak gerekir kendi ürettiklerini değerlendirmeye çalışıyorlar çünkü…
    Cumalıkızık’ta çekilmiş filmlerden bir tanesi de “İçerideki” filmi. Bursalı yönetmen Ahmet Küçükkayalı, psikolojik-gerilim türündeki film için Bursa’nın doğası ve otantik evleriyle ünlü Cumalızık ve Gölyazı köylerini kullanmış. Filmde modern dünyadan yalıtılmış bir köyde bir yabancının gelişiyle yaşanan esrarengiz olaylar aktarılıyordu.
    “Gölyazı” da eski bir Rum köyü. Uluabat gölü kıyısında küçük bir yarımada üzerinde kurulmuş çok güzel bir köy. Bithynia döneminden kalma antik kalıntılar üzerinde bulunmakta; göl ve çevresi sit alanı. İstanbul'u başkent yapan Konstantinus çocukluğunu burada geçirmiş, annesi Helena’nın ailesi bu civarlardaki Drepenum Köyündenmiş. Zeytinlik ve sazlıklarla çevrili gölde bulunan Manastır adasında H. Constantinus ve Helena Kilisesi yeralmakta. Prof. Dr. Necmi Gürsakal’ın romanı “Floransalı Karlo”ya burada mülhem olmuştur kesin. Bir kadraja sığdırılabilecek tüm güzellikler mevcut çünkü: antik yapılarla balıkçı ağları, durgun suya vuran güneş, gölde yüzen kayıklar ve kuşlar… hepsi birden eşsiz bir komposizyonu tamamlıyor.
Geçim kaynağı sadece balıkçılığa dayanan köyde geçen yıl bir belgesel çekilmiş ve İstanbul, Adana ve Nürnberg’teki film festivallerinde birincilik ödülü kazanmış. Emine Emel Balcı’nın yönettiği “Gölün Kadınları” adlı film geçim sıkıntısı yüzünden eşleriyle birlikte balıkçılık yapan köylü kadınların fedakârlıklarını anlatıyordu.
    Gölge oyunları, doğu kültürlerine özgü bir sanat. Rivayete göre, eşinin ölümüyle yıkılan Çin hükümdarını teselli etmek isteyen adamın biri beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği kadın gölgesini ölen kadın yerine koyup ona takdim etmiş. Böylece gölge oyunu başlamış.
    Karagöz ve Hacivat figürleriyse 650 yıllık bir geçmişe sahiptir. Orhan Gazi döneminde Bursa Ulucami inşaatının demirci ustası kambur Baki Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz’ın (Hacivat) nükteli atışmaları giderek geleneksel Türk tiyatrosunun temel taşı haline gelerek Osmanlı eğlence kültürü içinde önemli bir öğe haline dönüşür. Gölge oyunu panayır ve eski bayram eğlencelerinin vazgeçilmezlerinden olur. İlk gösterinin Karagöz’ün Bursalı olması sebebiyle Bursa’da yapıldığı belirtilmektedir. Sabahattin Eyüboğlu 1972 yılında “Karagözün Dünyası” adlı bir belgesel çekmiştir.
    2005’te Ezel Akay Bursa Orhaneli ilçesinde kurulan bir platoda Hacivat ve Karagöz’ün hikâyesini filme de çekti. Sinemamızda şimdiye kadarki en titiz ve kapsamlı çalışma örneklerinden birisini sergileyen "Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde dekor ve kostümler, akıcı ve masalsı anlatım, güncel mesaj ve taşlamalar da dikkat çekiyordu. Haluk Bilginer'in usta oyunculuğunun da katkısıyla çağdaş bir üslupla konuyu ele alan yönetmen Ezel Akay, pek alışılmamış bir mizah duygusu taşıyan farklı film ortaya çıkarmıştır. Hüznün yergi ile harmanlandığı Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü? iyi bir kara mizah örneği ve Bursa’dan Türk sinema tarihine önemli bir film olarak armağan gidiyor.
    Bursa’ya özgü bir dönemde Hacivat ve Karagöz’ün Bursa'da tanışması görsel şölen eşliğinde aktarılıyor. 14. Yüzyıyla Anadolu'dan gelen insanlarla gitgide kalabalık bir yer haline gelmeye başlayan Bursa, Moğol istilasından kaçan beylik liderlerine de kucak açmıştır. Cami inşaatında çalışmak üzere Bursa’ya gelen Hacivat ve Karagöz arasında da yakınlık doğar. Atışmaları kulaktan kulağa yayılmaya, inşaatı yavaşlatmaya başlarlar. Fakat dile getirdikleri gerçekler, eleştirdikleri isimler rahatsız olunca her ikisi de cami bahane edilip kafaları kesilerek idam edilir.
    Zeki Demirkubuz, Akay’ın filmini dönemin en iyisi olarak göstermiştir…
    Ömer Kavur ilk filmi “Yatık Emine”de, Refik Halit Karay'ın “Memleket Hikâyeleri” adlı kitabındaki bir öyküden yola çıkarak bir hayat kadınının sürgün edildiği taşra kasabasında karşılaştığı trajik olayları anlatıyordu. 1979’da yönetmen ilk kez “Yusuf ile Kenan”da da toplumsal gerçekçi bir yaklaşımla sokak çocukları gerçeğine dikkat çekmiştir. 2002’de çekilen “Sır Çocukları” adlı filmden sonra sokak çocuklarının yaşamını beyazperdeye yansıtan filmlerden bir tanesine de Bursa evsahipliği yapmıştır: “İki Koca Adam”. Özellikle çekimler için Arap Şükrü Sokağı'nı kullanan filmde sokaklarda yetişmiş ve yaşamını suç işleyerek kazanan iki kişinin hayatına giren bir bebek konu ediliyor. Filmin yönetmeni Hasan Karcı. Ali Başar, Kadim Yaşar, Nilüfer Aydan ve Sinan Bengier filmin başrollerinde yeralmaktadır.
   Çalıkuşu (1966) ve İpekli Mendil (2006) gibi birçok filmin serüveni de Bursa’da geçmektedir.
    Reşat Nuri Güntekin, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra öğretmenliğe 1913’te Bursa Sultanisi'nde (Bursa Erkek Lisesi) Fransızca öğretmenliği yaparak başlamıştır. Çalıkuşu adlı romanın 1921’de gazetede tefrika edilmesiyle beraber büyük bir ün kazanmıştır. Öğretmenlik ve müfettişlik görevi ile yakından tanık olduğu Anadolu’daki gözlemlerini bütün romanlarında kullanan yazar “Çalıkuşu” adlı romanı da Bursa’da kaleme alır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yazmış olduğu roman görev yaptığı Anadolu’da edindiği izlenimleri aktarmakla beraber toplumun ilerlemesi için eğitim konusuna daha çok önem verilmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.
    Bursa’da yoksul bir köyde görev yapan bir öğretmenin başından geçenleri anlatmaktadır. Tek gayesi başkalarını ve çocukları mutlu etmek için çalışmak olan Feride Anadolu gerçeğini gördükçe çocuklara daha çok bağlanmış, yaşamı bütün zorluklara rağmen yeni bir anlam kazanmıştır. Romanda sözü edilen köy bugün Bursa’nın merkezinde, Uludağ yamaçlarındaki mahallelerden birisinde yeralan Zeyniler Köyü’dür. Osman F. Seden tarafından “Çalıkuşu” 1966’da sinemaya uyarlanmıştır. Filmde Feride’yi Türkan Şoray canlandırmış, 1986 yılında da Aydan Şener oynamıştır…
    Sait Faik Abasıyanık onuncu sınıfta iken, Arapça hocası Salih Beyin minderine iğne koydukları için 41 arkadaşı ile birlikte Bursa’ya sürgün gönderilmiştir. Orta öğretimini 1928 yılında Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlayan Sait Faik’in ilk yazısı Milliyet Gazetesinin 9 Ocak 1929 tarihli nüshasında yayımlanmış “Uçurtmalar” adını taşıyan yazısıdır. Bursa'da uçurtma mevsimini dile getirir.
    Yalçın Kümeli, Bursa’ya sürgün olan yazarın ilk öyküsünden yola çıkıp 2006’da “İpekli Mendil” adlı 9 dakikalık kısa filmi çekmiştir: “Ustabaşı Sait 1936 yılında, Bursa’da bir ipekli dokuma fabrikasında cambaz seyretmeye giden bekçinin yerine fabrikayı korumak için nöbet bekler. Yavuklusuna ipekli bir mendil verebilmek için hırsızlığa gelen küçük bir çocuk yakalar. Çocuğu polise teslim etmez ve serbest bırakır”...
    Kümeli “Sis ve Gece”, “Karanlıkta Koşanlar” gibi öykü ve romanları filme çekilen Ahmet Ümit’in “Patasana” adlı romanının senaryo hakkını almıştır. Bu filmde de Bursalı oyuncu Ceyda Düvenci’nin rol alacağı söyleniyor. İpekli Mendil derken Bursa’da çekilen “Yanık Koza” dizisini de eklemeliyim. Tabii ki sayısı 18’i bulan filmde “Zeki Müren”i de unutmamak gerekir.
    M. Kemal’in son ziyaretiyle ilgili olarak "Son Balo Vals ve Zeybek" adlı 8 dakikalık bir belgesel yine Bursa’da çekilmiştir. M. Kemal Bursa’yı 17 kez ziyaret etmişti. Bunlardan birinde de ünlü “Bursa Nutku”nu dile getirmiştir. Cumhuriyet açısından ayrı bir önem arz eden, Bursa kim ne derse desin üreten, paylaşan, çok yönlü ve çok kültürlü bir kenttir. Çağdaş ve modern Türkiye’yi muştulayan bir kent ise mutlaka bu niteliğine uygun değerlerle, adına yaraşır bir kimliği yansıtmalıdır.