Charles Texier'e Göre Uludağ

Cennet Uludağ

 

 

 

                                                 

          Fransız mimar, arkeolog ve gezgin Charles Texier 1802-1871 arasında yaşamıştır. Fransız hükümeti tarafından görevli olarak iki kez Anadolumuza gelmiş, yıllar süren geziler yapmıştır. Gördüklerini Asie Mineure (Küçük Asya) adlı eserde toplamıştır. Bu eseren Uludağ ile ilgili kısmı aşağıda veriyoruz.

YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM
Misya (Mysie) Olimpus’u
        Bitinya kıyılarına denizden gelenler için Olimpus’un ilk görüntüsü, çok görkemli bir manzaradır. Tepesi yılın büyük bölümünde karlı ve asırlık sık ormanlarla çevrili olan bu dağ, etrafındaki yerleri ezen müthiş bir büyüklük ortaya koyar. Nitekim eski zaman insanları, bu dağdan saygı duyan bir şaşkınlıkla söz etmişlerdir.
       Yunan ve Roma yazarları tarafından sürekli olarak Misya (Mysie) Olimpus’u adıyla anılmıştı. (S.236) Deniz tarafından, yani kuzey tarafından görüntüsü iki tepeli bir dağ gibidir. Görülen yüksekliği, deniz seviyesinden en fazla iki bin iki yüz otuz beş metreyi geçmez. Şehrin bulunduğu yerin denizden yüksekliği üç yüz beş metredir; Olimpus’un şehirden yükseklik farkı ise bin dokuz yüz otuz metredir.
        Dağın güney yamacındaki engebeleri, yüksekliği sekiz yüz metreye kadar varan çok sayıda tepe ve düzlük oluşturur. Bunlar onun güzel manzarasını kaybettirdiği gibi, kolları da batıda Kaz Dağı (İda) silsilesine ve doğuda Katmerli Dağ denilen Arganthonius Dağı'na ulaşılır.
   
    Olimpus’un oluşumuna, sadece eteklerinden çıkan sıcak maden sularına bakarak karar verilseydi, temelinde volkanik bir oluşumun hâkim olduğu düşüncesine kapılınabilirdi. Hâlbuki buna dair bir iz yoktur. Dağın kütlesi başlıca granitten, gnaystan ve feldspat cinsi diğer kayalardan oluşmuştur. Bu ilkel kütlenin üzerine, yaşça daha sonraki arazileri oluşumları gelmiştir. Bunu desteklemek için batısındaki vadilerde beyaz mermer taşının büyük damarları olduğu gibi, bir jeoloji uzmanı, aynı şeyin dağın tepesinde de bulunduğunu görmek gibi kural dışı bir olayın şahidi olmuş ve beyaz mermer kalker oluşumunun granit tabakasıyla örtülmüş olduğunu görmüştür. İlk bakışta ona, yapısı eksik gibi görünen bu durum, çevresindeki arazinin incelenmesinden hemen anlaşılmış ve bu yerin, çok eski bir zamanda meydana gelmiş deprem sarsıntılarından yeraltının alt üst olması sonucu çok büyük bir granitin yerinden oynayarak kalkerle yer değiştirmesinden başka bir şey olmadığı kesinleşmiştir. Dağın doğu tarafındaki vadiler, kısmen granitli ve kısmen geniş bir yer kaplamış olan yapay tabakalar oluşumundan meydana gelmektedir. Batı tarafında ve özellikle kaplıcaların etrafında, bazıları daha soluk renkli damarlar ortaya çıkaran ve cila kabul etse, inşaatta kullanılabilecek olan kırmızı renkli üçüncü zaman grenleri görülür. Kısacası bu müthiş kütle yapı taşı olabilecek türlerden çok az bir şey ortaya koyar.


    Camilerin yapımında kullanılmış olan taşlar, deniz kenarından getirilmiştir. Yerin burada verebildiği şey, duvarların içini doldurmaya yarayan traverten tür kalkerdir ve memleketin verdiği bütün taşlardan şüphesiz daha karlı ve dayanıklı olmasından dolayı, çoğu binalarda tuğla kullanımına ihtiyaç duymamaya başlanmıştır. Çoğu camilerde kullanılmış olan mermerler bile Olimpus’tan alınmıştır. Bunlar önceden birçok şehrin kurulmasına öncelik etmiş ve uzun yıllarda bu hizmeti yerine getirecek olan Marmara adasının tükenmek bilmeyen ocaklarından getirilmiştir.
    Olimpus’un genel şekli, çift bir zirve ile örtülmüş eliptik koni gibi bir topografik şekil sergiler. Güney tarafındaki engebeli yüzeyler, iki ırmak ve birkaç göl oluşturmak ve bütün yamaçların sularının birleştiği geniş platoları meydana getirmek için, yassı bir şekil alır. Dağın bu taraftaki sırtları daha belirgindir. Tabiat, burada bu muazzam granit kütlesini dayanaklarla tutturmak ihtiyacını hissetmiştir. Bu dayanaklar, kaynakları, Olimpus’un kar sularından olan, sürekli akarsularla sulanır aralıklı vadiler yapan ve böylece dağın tepesinden platoya inen birçok sırtlardır. Bu el değmemiş toprağı, binlerce yüzyıldan beri birikmiş bitkisel gübrelerle örtünüz; o zaman vadilerin ne kadar verimli olacağını ve ormanlarının nasıl bir büyüklükte gürleşeceğini hayal edebilirsiniz.
    Bir de gerek kokuları ve gerek gür olmaları sebebiyle, Olimpus ormanlarıyla karşılaştırılabilecek yerler, çok azdır. Buranın meşe ve gürgenleri, alışılmışın dışında bir gövdeye sahiptir. Kestane ağaçları bol miktarda çoğalmakla beraber az gürbüzdür. Fakat gürgen ağaçları, arasında gezeni her adımında bir güzellik harikasıyla kendine çeker ve durdurur. Bitki türlerinin uygun iklimlerdeki bu kalıcılığı ve bolluğu, aslında Frigyalılara ait bu Bitinya sahasına gelmiş olan Misyalıların, buraya Misya (Mysie) adını verişlerinin bundan ileri geldiğini iddia ederler; çünkü onların dilinde Mysos gürgen anlamında idi.
    Şimdi dağı gezelim; vadilerini, otlaklarını, yarı medeni halde bulunan sakinlerini ziyaret edelim:
    Bursa şehri Olimpus’un asıl yamacında bulunduğu için, güney tarafına girildiği zaman yaklaşık dağın zirvesine varan vadilerden birine hemen girmeden şehirden çıkılamaz. Bununla beraber dağın tepesine ulaşan yalnız bir işlek yol vardır ki o da şehri doğuda ikiye ayıran Gökdere’dir. Bu taraftan çıkıp hemen hemen yarım saat yürüdükten sonra asırlık ceviz, kestane, gürgen, meşe ağaçlarının sık gölgeleri altına gizlenmiş kayalardan oluşmuş olu aşamalı bir şekilde kat kat yükselen muhteşem bir sahanın ortasına varılır. Yol, derin ve tehlikeli bir uçurum boyunca kıvrılarak gider. Burası, Olimpus’un en meşhur vadisi olan Gökdere’nin yüksek oyuklarıdır. Buranın özellikle karlar eriyerek sellerin granit kütleleri ve ağaç gövdeleriyle yuvarlandığı zamanki görüntüsü, son derece mükemmeldir. Yaklaşık bir saat daha çıkılarak üç tarafı açık ve güneyde çok büyük kayaların yaptığı duvarla kapanmış bir yaylaya gelinir. Bu noktadan bir bakışta Olimpus’un vadileri sayılabilir. Sağda Gökdere, solda hesapsız bir derinlikte Arganthonius dağının dik silsileleri ve daha ötede tablonun ufkunu oluşturan deniz vardır.

OTUZUNCU BÖLÜM
Uludağ (Olimpus) Türkmenleri
    Türkmenlerin yayla adını verdikleri yazlık ikamet yerleri, bu yüksek yerden başlar. Yayla, Asya göçebelerinin hayatında önemli bir yer tutar. Her aşiretin belli bir yazlık yeri vardır. Bir diğeri asla o yeri almaya gelmezdi. Bu yerler, dağların yamaçları üzerinde, serin ve sulak otlaklardır. Her aşiret, kulübelerini yapar ya da çadırlarını kurar. Kış gelince sıcak yerlere inerler. Herkes ufak bir parça yer eker ve sürüsünü otlatır. Asya’nın çeşitli yerlerinde, bu Türkmenlerin birçok aşiretlerini gördük ve hepsini rahatlık ve memnuniyet içinde bulduk. Özellikle yüzlerindeki sakinlik ve yabancılara sevimli ikramları ne hoştur. Kendilerine Aksakal ya da Eski denilen ihtiyarlardan başka bir otorite tanımazlar. Hükümete çok az bir vergi öderler. Denilebilir ki bunlardan hiçbiri kendi çadırını şehrin en güzel evine değişmez. Bu Türkmenler, şehir Türkleri tarafından çok saygı görürler.. Çünkü Selçuklu prenslerine bağlı Karakoyunlu denilen aşiretin soyundan gelmişlerdir. Hâlbuki Osmanlı Türkleri uzun süre Selçuklular’a bağlı olan Akkoyunlu aşiretindendirler.
   
Yörük denilen göçebe Türkmenler de yaylada ahşaptan kulübe ya da çadır kurarlar. Bu, Cezayirlilerin gourbis dedikleri şeydir. Bunların da iki türlü çadırları vardır; bir tür keçi kılından ya da koyun yapağısından yapılma siyah çadırdır. Bunlar, Avrupa çadırları gibi kazıklar aracılığıyla dikilir. Diğer tür Hintlilerin kulübelerini andırır. Yuvarlak ve üzeri kubbe gibi inmiş bir tavanla kapanır. Bunların örtüsü, keçi ya da inek derisindendir. Bunlar düzenli bir şekilde kapalıdır; fakat taşınmaları güçtür. Duvarları, katlanır ve dürülür kamış perdelerdendir. Kabilenin yayla yerini değiştirmeleri, taşınması zor bir durumdur. Çünkü olduğu gibi, tek parça olarak taşınır.
   
Olympos yaylasında ilk istasyon, kâhya ya da Türkmen reisinin kaldığı yerdir; bu kişi çeşitli yamaçlara yerleşmiş olan aşiretinin merkez noktasındadır. Her yayla halkı, ortak sürüleri olan yirmi kadar aileden oluşur. Bütün bu göçebelerin “Yörük ağası” unvanına sahip liderleri, etrafındaki arkadaşlarıyla Mihalıç’ta ikamet eder.
        Bu göçebeler dağın orta kısmında, gürgen ormanından çamlık kesime kadar olan yörede otururlar. Dağ kadife gibi ince bir çimenle örtüldüğü sırada, bu sınırın üst tarafına çok az çıkarlar. Bu otlaklar, hayvanlarına çok uygun gelmez. Olimpus’un yoz ve şairane görüntüleri içinde hayatlarına devam eden bu halk, özellikle Bursa hükümetinin ihmali yüzünden meydana gelen zararlarını, sürekli olarak söz konusu ederler. Kerestecilik işi, kanunsuz, kuralsız yapıldığından dolayı, bir ağacı kesip biçmek için, on tanesi yok edilir. Otlak ve ormanlardan yararlanma hakkını bir örf olarak kullanan göçebelere gelince, bunlar da örneğin çok küçük bir menfaat için, en güzel ve kıymetli bir ağaç gövdesine zarar verirler. Daha da fazlası, yalnız Türkiye’ de değil, bütün dünyada alışkanlık haline getirerek kökleşmiş bir huy olmak üzere, gelecek yıl için çayır yetiştirmek amacıyla körpe ve küçük fidanları yakarlar. Olimpus’un bir kısmında yapılan bu kötü uygulama sonucu olarak yeni süren ağaçlar, çok zayıf ve çelimsizdir. Bunun aksine, yanık büyük gövdeler, doğal etkilere karşı daha dayanıklı olur. Dağın geniş alanlarını işgal eden bu dindarca duruşlu siyah ve yanık varlıkların, öbür dünyayı hatırlatan hüzünlü bir görüntüsü vardır. Kereste kesmek için, dağın daha az dik olan doğu yamaçları tercih edilir. Burada taşıma da nispeten kolaydır; fakat o derece ilkel bir tarzda çalışırlar ki!... Tekerlekleri kötü yontulmuş ve kötü takılmış arabalar, önlerinde upuzun ağaç dümenleriyle haykırarak gıcırdarlar. On-on iki çift öküz sadece bir gürgen ağacı gövdesini ağır ağır çekerek beş altı günde ovaya indirir. Tekerleklerin ve hayvan ayaklarının yollarda açtığı çukurlar, yürümeyi engeller. Bu keresteler, İstanbul’a gönderilmek üzere genellikle İzmit’e götürülür. Batı yamacında da büyük oranda kerestecilik yapılır; fakat bu tarafın ormanları çok azalmıştır. Buranın yalnız bir hatırası, ormanlarından çok odun kesilen Odunluköy adında kalmıştır. Çamlık kesimden sonra gelen otlak alanını, diğer dağ tepelerinden ayırt edecek bir durum yoktur. Eriyen karlardan oluşan birçok dere, çimenler arasından dolaşarak iz bırakır. Oralılar buraya Kırkpınar adını verirler; bu yükseklikte karlar, yaz mevsiminin büyük bölümünde de kalırlar.
    Dağın başını tutuyor gibi duran dikey kayalar, çok ilginç şekiller sergiler. Bunlar, üzerleri oyulmuş duvar ve köşeli yüzeylerle sütunlar şeklinde yıkılmış sur ve harap olmuş kale görüntüsü sergileyen uçurumlu granit kütleleridir. Buradan itibaren dağın son memesi başlar; her tarafta yarıklar karla doludur; fakat yolda hiçbir tehlike yoktur. Türkmen kılavuzları gezginleri, genellikle son noktanın altında durdururlar. Burada atlar serbestçe otlamaya bırakılır. Bu yüksekliğe kadar hayvanla kolayca çıkmak mümkündür. Sonra kılavuzların topladığı funda ve çam çalı çırpılarından daha yukarı çıkmadan önce, hazırlanması gereken yemek için ateş yakılır. Buradan tepeye çıkmak için bir saat yeterlidir ve eğer hava açık bir gün ise, gözlere açılan olağanüstü ve mükemmel görüntüleri görmekle, o günün bütün yorgunlukları unutulur. Küçük Asya haritasının büyük bir kısmı göz önünde somutlaşır; gözün görebildiği alan, güneyde Orhaneli çayı (Rhyndacus)nın yukarı vadilerine; batıda Truva’ya kadar ve kuzeyde girinti ve çıkıntıları daha özel görünen birçok körfez ve koyu yapan firuze rengi denize açılır. Marmara ve İmralı (Besbicus) adaları, denizin mavi rengi üzerinde altından noktalar gibi görünür ve dürbünle ufka bakıldığı zaman, İstanbul’un kubbeleri ve minareleri görülür. Dağa çıkmak için özel bir kafile oluşturmak istemeyenler, şehre kar getirmek için hemen her gece şehrin tepesine giden kervana katılabilirler. Karları, her ikisi bir katır yükü olacak büyüklükte kalıp gibi keserler. Kervan yaklaşık sabahın dokuzunda şehre ulaşır.
       Önce denildiği gibi Olimpus’un zirvesinin birçok hektar genişliğinde bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki başında, kuru taştan yapılmış bir binanın yıkıntısı görülür. Bunun ufak bir kilise ya da manastır olması muhtemeldir; şekil ve tarzında, hangi döneme ait olduğunu belirtecek hiçbir şey yoktur. Bizans imparatorları zamanında Olimpus vadileri, başkentin gürültüsünden kaçan, dünyadan elini eteğini çekmiş insanların yeri oldu. Athos dağında olduğu gibi, burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin sayısı arttı. İmparator Konstantin Porfirogenete, Olimpus’u ziyaret ederek büyük iyiliklerde bulundu. Saint Serge’nin daveti ve Acoemites (hiç uyumayanlar) planına uygun olarak Konstantin Kopronim (Constantin Copronyme) in zamanında Rahip Nicephore tarafından kurulmuş olan Medice Manastırı, en ünlü manastırlar içinde gösterilir. Bu manastır, resmi yasaklayan mezhebe bağlı olan Ortodoks ruhani liderlerin takibi sırasında, birçoklarının sığınağı olmuştur.
   
Athos’taki kardeşleri gibi bahtiyar olamayan bu Olimpus rahipleri, Bursa’yı ele geçiren Türkler tarafından kovuldular ya da yok edildiler. Bununla beraber, dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün de gururlu olan Olimpus dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını taşır. Bu çevrede İslamiyetçin yayılmasından sonra Müslüman Sufiler, Hıristiyanların ortak yaşayan papazlarının adetlerini alarak dağda birçok ziyaretçi çeken inziva yerleri kurdular.
       Sultan Orhan Gazi, Gökpınar denilen yerde, Derviş Geyikli Baba için bir zaviye yaptırdı. Hala çok sayıda ziyaretçisi olan bu inziva yeri, şehrin doğu tarafındadır. Padişahlardan birkaçı, bu ziyaretleri yapmada kibirlenmediler ve meşhur dervişlerin keşif ve kerametlerini, gelenek olarak tamamen ezberlediler. Asya’nın başka yerlerinde olduğu gibi, burada da dinler, düşmanı oldukları dinlerin meşhur yerlerini alırlar. Hıristiyanlık, kiliseleriyle, putperestlerin tapınaklarının yerlerini almış, Müslümanlık da hilalini Hıristiyan yıkıntıları üzerine dikmiştir. Her yerde iki din eskisinin yerine geçer. Eski zamanlar, Asya dağlarının kraliçesine saygıda kusur etmemekle beraber, Kaz (İda) Dağını, tanrıların yeri olması sebebiyle özellikle belirtmiştir.
       Önceleri Olimpus dağına, vahşi kabileler ve korkunç hayvanlar yerleşmişti. Lidya (Lydic) tarihinde meşhur olan Misya yaban domuzlarının inleri, güney vadilerinde idi. Kral Midas’ın yeğeni Adraste tarafından Krezüs (Cresus)’un oğlu Atys’in öldürülmesi trajedisi, burada olmuştur. Heredot’un aktardığına göre, yaban domuzlarının tamamen yok olmasına karşı Kreyzus’ ten yardım istemeye gelen çocuklar, tıpkı bugün gördüklerimiz gibiydiler. Strabon’un dediğine göre Olimpus’un eşkıyası da az değildi; bunların sık ormanlar içinde müstahkem kuleleri vardı. Romalılar bunlarla kaç defa çarpıştılar. Bunun şahidi, dostu Jül Sezar (Jules Cesar) onuruna Juliopolis adında bir şehir kuran Gordin Come adında birinin hemşehrisi olan Cleon’du. Bu adamın Olimpus dağında Callydium adında bir şatosu ve iki tarafından hangisini tutarsa zaferi onun lehine çevirecek gücü vardı. Nitekim Antoine’ın tarafını bırakarak kendisine Cı,omana büyük ruhani liderliğiyle Misya Abrettene ve Olimpus’a bağlı Morena şehrinde hükümet arazisini vererek ödüllendirilen Auguste’un tarafına geçti.
       Dağın hiçbir vadisinde, eski zamanlara ait eserler bulunmaz; görülen yıkıntılar hep Bizans dönemine aittir. Misyalılar zamanındaki yaban domuzlarının soyları, kestane ve gürgen ormanlarında bol miktarda gıda bularak rahatça yaşarlar ve Müslümanlar bunları tutmaya değil, avlamaya da hiç meyilli olmadıklarından bu ormanlar içinde çok rahat bir hayat sürerler. Olimpus dağını yer edinmiş hiçbir yırtıcı hayvan yoktur; bazı yaban kedisi, kurt ve Türklerin kaplan dedikleri küçük leopar bulunduğu anlatılır. Vadilerde av kuşu boldur.
       Olimpus’un davar sürüleri, hep dağlık memleketlerde olduğu gibi o kadar iyi değildir. Biz burada, sığırı kastediyoruz. Yoksa koyun cinsi çok fazla yetiştiği gibi, et açısından da çok güzeldir. Yapağısı incedir ve İzmir’de hiç yapılmadığı halde Avrupa’da İzmir halısı diye ün salmış olan küçük halıların yapımında kullanılır. Son iki yüzyıl içinde Bursa’yı ziyaret etmiş olan ünlü gezginler, genel olarak Olimpus dağına çıkmışlardır. Bunlardan Teournefort’un burası hakkında yazdığı bir kaydı aktarıyoruz. Söz konusu kişi tanınmış bir botanik uzmanı olduğu için özlü bir şekilde bu dağın bitkilerini şöyle tanıtır:
        “O gün, Olimpus dağını hep solumuzda bıraktık. Bu ürkütücü dağ silsilesinin tepesinde, eski karlardan başka henüz bir şey görünmüyordu. Olimpus dağına yaklaşılınca eski ve çok miktarda yalnızca meşe, çam, yabani kekik ve enli yapraklı diğer bir cyste türleri görülür. Akçaağaç (l’aunne), Yabani mürver (l’ieble), erkek ve dişi kızılcık ağacı (le cornouiller), yüksük otu (la digitale), yabani hindiba (le pissenlit), hindiba (le chicoree), çobanpüskülü (le petit houx) ve böğürtlen (la ronce), Olimpus dağı çevresinde genellikle bulunur. Bu dağın yokuşu oldukça normaldir. Fakat atla üç saat yol aldıktan sonra çamdan ve kardan başka bir şey bulamadık. Çok yüksek noktadaki bir gölcüğün yanından Asya’nın en büyük dağlarından biri olan bu tepeye gitmek için durmak zorunda kaldık. Alp ve Pirene dağları gibi bir gündüz daha yürümek için karların erimesi gerekliydi. Gürgen, kavak, fındık ağaçları da az değildir. Çamları bizimkinin aynıdır.”
    Manlius, Galeri (Gaulois) bu olimpos dağı yakınında yenmiştir. Manlius savaş sebebi olarak, Antiochus’un tarafına katılmış olan bu Galler’in, babalarının İtalya’da yaptıkları kötülüklerin intikamını alma isteğini ileri sürmüştür. Birçok münzevinin buraya çekilmesinden dolayı, Rumlar Olimpos dağına önceden Caloyers adını vermişlerdir. Bu dağ, sekizinci yüzyılda çeşitli manastırlarıyla tanınmıştı.

                Kaynak: http://serdarkusku.blogspot.com/2008/10/charles-texier.html

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 22/10/22