|
|
Osman Şevki Uludağ
Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda
çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve
genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde
kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst
taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu
esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru
ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı
kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’dan dağa bakanlar
gördüklerine doyamazlardı.
Dağın şimal yakasını baştanbaşa
kaplayan yüksek kestane ve gürgen ormanlarının gölgelediği bu yerler yer yer
akan derelerle sulanırdı. Nilüfer nehri ile Deliçay arasındaki sık ormanlar
bu iki nehirden başka Cilimboz deresi, Büyükbalıklı deresi, Küçük Balıklı
deresi, Akçe dere, Çayırlı dere gibi birçok akarsularla sulandığından
yeşilliğini daima muhafaza ederdi. Bunlardan başka yine o alanda, bu gün
ormanlar kesildiğinden dolayı çoğu kuruyan su kaynakları vardı ve Uludağ’ın
manastırları işte bu alanda, Nilüfer ile Deliçay arasında ki dağ parçasında
idi. Sulak, gölgeli, yeşil vadilerin sükûnet ve tenhalığı içinde birçok
tapınak sıralanmıştı. Bunların sayısı yüze kadar çıkıyordu.
Uludağ’ da manastır hayatı 8.
ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy
sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da
taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir
kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar
bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat
yoktur. Ancak 8. yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf
mabetle dolmuştur.
Uludağ mabetleri birer manastır halinde idi. Bunların etrafında ayrı ayrı
birkaç hücre sıralanırdı. Bunlara zaviye derlerdi, her zaviyede en çok on
iki kişi bulunurdu. Bu yamaklar ya papazlar tarafından Allahın nuruna ve
hidayetine kavuşturulmak üzere dışarıdan getiriliyor yahut din hayatına
karşı yüreklerinde kapılma duygusu duyarak kendi kendine gelen gönüllülerden
ibaretti.
Manastırlardan ve civarlarından uzak yerlerde de ayrı yalnızlık yerleri
vardı. Bunlar ya bir yaylanın köşesinde kurulmuşlar idi yahut da bir in,
taşlar arasında bulunan bir mağara bazen da bir bina taslağı, bir kulübe
halinde bulunurdu. Bunlarda yaşayanlar tam manasile münzevi hayatı
geçirirlerdi ve bütün insanlardan uzak yaşarlardı.
Bu manastırlardan bu gün hiç
birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile
kaybolmuştur. Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim
tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans
vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline
geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini
kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer
kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap
olmuşlardır.
Keşişler, insanların hırslı, dedikodulu yaşayışları arasından ayrılıp Allah
ile baş başa kalmak için dağlara çıktıkları halde, din adına ortaya çıkan
birçok hadiselerle karşılaşmışlardır. Bunun neticesi olarak mabetleri de
birçok defalar yakılmış, yıkılmış tekrar yapılmıştır. Bütün bunlar oralarda
mabet diye ehemmiyetli binaların yapılmadığı sanısını uyandırır ki
zamanımıza kadar ayakta duramamalarının bir sebebi de bu olsa gerektir.
Uludağ manastırları ilk tokadı 8. yy. başlangıcında yemiştir. Oralarda
yaşayan zöhd ve takva yiğitleri bir ada layık olmak için o zamanlarda
Bizansta çıkan ihtilallerde mücahit rolü oynamak istemişlerdir. Putları
kıran, aziz resimlerini yırtan, yakan bu ihtilal ara sıra söner gibi oldu
ise de tekrar ve daha büyük bir şiddetle kendini göstererek 116 yıl devam
etmiştir. 716–741
yılları arasında Bizans İmparatoru olan Leon Lizoryen İstanbul'a kadar gelen
bir arap dalgasını savuşturduktan sonra Allaha daha ziyade yaranmak ve
kulların Allaha karşı ibadetlerini daha olgunlaştırmak ve saflaştırmak
düşüncesiyle (resimlere tapan) diye ad verdiği kiliseleri bu resimlerden
temizlemek üzere harekete geçmişti. Kiliselerde bulunan resimler ve
heykeller İsa’ya ve anasına, büyük azizlere ve din şehitlerine dairdi.
Bunlar dinin timsalleri, müdafileri, kahramanları hatta şehitleri idiler.
Halk dini heyecanlarını bunlardan alıyordu. Bu resim ve heykeller Allahın
nihayetsiz iyiliklerini yazan, Hıristiyanlıktaki gayeleri anlatan mukaddes
kitaplar gibi idi. Hâlbuki hükümdar Leon Lizoryen halkın bu temayüllerini
putperestlik manasına aldı ve 726’ da bir irade neşrederek saliblerin
İsa'ya, Meryem'e ve bütün azizlere ait resim, heykel ve diğer yadigârların
parçalanmasını, yakılmasını istedi. Bu irade ile çok büyük dikkat ve emek
ile işlenmiş vazoların, mukaddes kitaplardaki nakışların, ziynetlerin de
aynı akıbete uğratılmasını emretti ve işte Bizans tarihinde kızılca kıyamet
bundan sonra koptu.
İmparator yazdığı bu emirnameyi patrik S. Germen’e imzalatmak istedi. Patrik
bu arzuyu nefretle reddetti ve hatta kralın taç giyme merasimi esnasında
kilisenin ananelerinde hiçbir değişiklik yapmayacağı hakkındaki ahdini de
kendisine hatırlattı. İmparator Patrikle uyuşamayınca başka din adamlarına
başvurdu ve onlar arasında kendi iradesine boyun eğen birçoklarını buldu.
İnanlara ancak ahirette cennet
vadeden, buna mukabil bütün hayatı imtidadınca kendisine taat ve ibadet
isteyen Allahın yakın adamları arasında yine o insanlara debdebe, nüfuz ve
para veren imparatorun emrine bağlananlar çok oldu ve işte bu yüzden kilise
aleyhine müthiş bir ayaklanma hasıl oldu.
En önce imparatorun askerleri
kiliselere ve hususi evlere dalarak buldukları resimleri ve heykelleri
parçaladılar, yaktılar. Bu arada Katolik ulemasının toplu bulundukları
Oktony (Octogne) kütüphanesi bütün kitaplarıyla beraber yandı. Hadiseyi
muhakeme eden Roma kilisesi, imparatora inkıyad eden doksan üç papazı idama
mahkûm etti.
İmparatorluk makamı Konstantin Kopronim tarafından işgal edilince başlanan
iş daha ziyade alevlendi. Ayasofya’ da (piskoposların ruhani meclisi) adı
ile 338 kişilik bir toplanma yapıldı ve putperestlikte ayak direyen herkes
aforoz edildi. Yeni imparator daha çok taraftar kazandığını bu hadise ile
gösterdi. Bu toplanmada verilen karar mucibince canlılara ait resimler
yerine manzara resimleri konabilirdi. Hadise olukları dolduracak derecede
kan akmasına sebep oldu. Göz oyulması, burun kesilmesi, öküz siniri ile
kırbaçlanmak, denize atılmak, pis bir mahbeste öldürülmek her gün yüzlerce
defa tekrarlanan işlerden oldu. Bu arada Uludağ manastırlarının azizlerinden
bir kaçı da kaynadı. Hatta bir papazın manastırlarının azizlerden bir kaçı
da kaynadı. Hatta bir papazın ayağına ip takılarak parçalanıncaya kadar
sokaklarda sürtüldü.
İmparator 6. Konstantin
(778–797) zamanında artık patrikliğin sıfat ve selahiyeti kalmamıştı.
İmparator Roma ile kesilen münasebeti yeniden düzeltmek lüzumu duyarak Saint
Taraise’yi patrik yaptı. Ortalık yatışmıştı. Fakat bu esnada imparator büyük
bir pot kırdı. Karısı Mariyi boşadı, Teodot ile evlendi ve kendi eli ile
patrik sandalyesine oturttuğu Tarez’den bu izdivacın takdis edilmesini
istedi. Patrik bunu şiddetle reddetti ve imparatorun yeniden evlenişini zina
diye ilan etti. Fakat patriğin reddetmesine karşı büyük kilisenin vekilharcı
olan rahip Josef istenilen takdis işini yaparak imparatora yardım etti.
Studit manastırının başpapazı hadiseyi daha şiddetli ifadelerle dünyaya ilan
etti, bunu namusu muhil buldu, yeniden kan akmaya başladı.
Aradan geçen seneler esnasında
imparatorlar değişti, her imparator değiştikçe kıtal ya alevleniyor veya
yatışıyordu ve nihayet tam 116 yıl sonra, imparator Teofil zamanında
(829–842) son bir alev daha belirdi. Bu imparator putperestlik dediği
resimleri mutlaka kaldırmağa azmetti. Eskiden müşrik ve putperest olan
Romada kullanılan işkence aletlerini meydana çıkardı, hiç görülmemiş bir
surette kan akıtmağa başladı; fakat bu imparator yaşayamadı, öldürüldü.
Yerine geçen zevcesi Teodora tam bir Katolik zihniyeti taşıyordu. Kocasının
ölümünü müteakip patriklik makamına St. Methode’ u çıkardı. 116 sene,
kaldırılması için kanlar akıtılan resimler kiliselerde eski yerlerine
konuldu ve normal hayat devam etti.
Bu uzun hadise Uludağ manastırlarına da çok büyük
tesir yaptı. Gerek bunları, gerek rahip ve vezirlerin uğradığı takibatı
aşağıda (hal tercümeleri bahsinde anlatacağız)
Uludağ manastırlarının uğradığı rahatsızlık,
yalnız İstanbul’da resimler aleyhine olan ayaklanma hadiselerinden ibaret
kalmadı. Araplar yeni İslam dininden aldıkları heyecan ile yayılmaya
başladıkları vakit buralara kadar gelmişlerdi; onlar da buralarda gördükleri
isa mabetlerine hücumlar yapmışlardı ve nihayet civar, Türklerin hâkimiyeti
altına geçtikten sonra bu mabetlerin hemen hepsi ortadan kalkmıştı.
Uludağ’daki azizler, sığınaklarının ardı arkası kesilmeyen ve başka başka
sebeplere dayanan hücumlardan, plaçkalardan kurtulmak için manastırlarda
gizli yollar tertip ettirmişlerdi. Hemen her mabedin yeraltından açılmış
gizli yolları vardı. Dışarıdan yapılan bir taarruzda keşişler bu yollara
dalarak selamete çıkıyorlardı. Mabetlerin arşivleri, kitapları ve kıymetli
sayılan eşyası da bu gizli yerlerde saklanıyordu. Tehlike kaybolunca
yerlerine dönen papazlar, manastırlar yıkılmış olsa da bu gizli yerlerde ki
eşyalarını kurtarabiliyordu. Fakat bir zaman geldi ki oradan kaçanlar geri
dönemediler. Onun için mabetlerin yerleri iyice bilinir ve ciddi
araştırmalar yapılırsa oralarda bazı şeylerin bulunabileceği düşünülebilir.
Uludağ manastırları diyoruz. Bu tabirlerden,
yukarıda söylediğimiz gibi Nilüfer ve Deliçay ırmakları arasında bulunan dağ
parçasını kastediyoruz. Nilüfer nehrinin öte yakasında Doburca, Misi köyü,
Tahtalıköyü, Demirci köyü, Yenice civarında büyük bir âlem teşkil eden
manastır grubu ile Bursa’nın garbına doğru uzanan sahadaki ayrı grubu,
Uludağ grubundan ayırıyoruz. Maksadımız yalnız Uludağ üzerinde bulunan
mabetlerden bahsetmektir.
-------------------------------------------------------------------------------------------
Keşişler ve Dervişler - Prof. Dr. Mustafa Kara
Osmanlılar devrinde, Uludağ’ın
birçok dervişle tanıştığını, birçok dervişi ağırladığını söylemek zor
değildir. Özellikle yaz aylarında serinliği ve güzelliği ile bir
“teferrücgah” görevi gören Uludağ, dervişler için aranıp da bulunamayan bir
yerdi.
Uludağ’da yaşayan Hıristiyan keşişler, XIV yüzyılla birlikte aynı mekânda
dervişlerle tanıştılar. Birbirlerini garipsediklerini söylemek zordur. Çünkü
Müslümanlar ilk günlerden beri Hıristiyanlarla beraber olmuş,
Hıristiyanların yaygın olduğu Ortadoğu coğrafyasında beraber yaşamışlardır.
Asırlar önce Bursa’ ya gelen
Hıristiyanların bir kısmı, “kâmil” insan olmanın yolunun buradan geçtiğine
inanmış ve bunun için en uygun yerin Uludağ olduğuna karar vermişlerdir.
Çünkü Uludağ, sakinliği ve sessizliği bir tarafa, tabii güzellikleriyle
dünyanın ender bulunan köşelerinden biriydi.
İki bin yıllık geçmişi ve
yaklaşık iki milyar nüfusuyla günümüz dünyasının en büyük dini olan
Hıristiyanlık üç ilahi dinden bir tanesidir.
Asya, Afrika ve Avrupa’nın
birçok bölgesi gibi üzerinde yaşadığımız Bursa ve çevresi de değişik
asırlarda farklı sürelerle bu dinlere mensup insanlarca mesken tutulmuş
coğrafya parçalarındandır. Yahudilerin havra ve sinagogları, Hıristiyanların
kilise ve manastırları, Müslümanların mescit ve dergâhları aynı yolculuğun
hatıra ve yadigârlarıdır.
Bursa’nın dini ve mistik hayatıyla yakından ilgili
olan bölgelerden biri de Uludağ’ dır. Eski adı Olimp-Olympos olan dağa daha
sonra keşişler olimpi adını veren “gerçek” üzerinde durmak istiyoruz. Bu
yazıda önce dağların mistik ve sır dolu boyutlarına, daha sonra Uludağ’ ın
keşişlerine, son olarak da dervişlerine temas edilecektir.
Dağların Mistik Boyutu
Yeryüzü ve gökyüzünün ihtişamı
insanoğlunun her zaman dikkatini çekmiştir. Güneş sistemi, Samanyolu,
yıldızların esrarı gibi uçsuz bucaksız denizler, insanoğlunun his ve hayal
dünyasına sürekli olarak ilham kaynağı olmuştur.
Dağlar, dinler tarihi ve
peygamberler tarihinin de ayrılmaz parçalarından biridir. Tur Dağı-Sina Dağı
ile Hz. Musa arasındaki ilişki, Kur’an-ı Kerim’ de şöyle anlatılmaktadır:
“…Ve sonra Musa için (Sina Dağı’nda) otuz gecelik
bir süre bekledik ve buna bir on gece daha ekledik ve böylece rabbinin
belirlediği süre kırk geceye tamamlandı. Ve Musa kardeşi Harun’a şöyle dedi:
‘Halkımın arasında benim yerimi al dürüst davran, bozguncuların yolunu
tutma.’ Ve Musa belirlediğimiz vakitte belirlediğimiz yere (Sina Dağı’na)
varınca Rabbi onunla konuştu. (Musa’da) 1Ey Rabbim’ dedi, ‘göster bana
(kendini) ki seni göreyim.’ (Allah) ‘beni asla göremezsin, ama yine de
(istersen) şu dağa bir bak, eğer o öylece yerinde kalırsa o zaman, ancak o
zaman beni görebilirsin.’ Ve Rabbi şavkını dağa gösterir göstermez onu toza
toprağa çevirdi. Ve Musa da bayılıp yere düştü…” (Araf,7/142-143)
Davut Peygamberle ilgili ayetler konumuza daha
yakındır: “And olsun
Davut’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar onunla
birlikte tespih edin’ dedik.” (Sebe,34/10)”…Kulumuz Davud’u o kuvvet sahibi
zatı hatırla! O hep Allah’a yönelirdi. Doğrusu biz akşam sabah tespih eden
dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik…” (Sad, 38/17)
Kur’an-ı Kerim’e göre kainatta var olan her şey
kendi diliyle Allah’ı tespih eder. Bu gerçeği en güzel şekilde ifade eden
derviş ise Yunus Emre’ dir:
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım mevlam seni
Uludağ’daki keşişlerin ellerinde bulunan İncil’in
en mistik bölümlerinden biri de dağ ile ilgilidir. İncil’ in, Uludağ
manastırlarında belki de her gün derin bir coşku ve heyecanla okunan Matta
bölümünün beşinci kısmı şu ifadelerle başlıyor:
“…Ve İsa kalabalıkları görüp dağa çıktı ve
oturunca dostları yanına geldiler. Onlara şöyle dedi:
Ne mutlu ruhta yoksul olanlara
Göklerin egemenliği onlarındır.
Ne mutlu yaslı olanlara
Onlar teselli edileceklerdir.
Ne mutlu yumuşak huylu olanlara
Yeryüzü onlara miras
kalacaktır. Ne mutlu
doğruluğa susayanlara
Onlar doyurulacaklardır.
Ne mutlu merhametli olanlara
Onlar merhamet
bulacaklardır. Ne
mutlu yüreği temiz olanlara
Onlar Allah’ı göreceklerdir.
Ne mutlu barışı sağlayanlara
Onlara tanrı oğulları denecek
Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere
Göklerin egemenliği onlarındır.
Peygamberimizle Mekke’ deki Nur Dağı arasındaki
ilişki ise bilinmektedir. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber
daha peygamberlikle görevlendirilmeden önce zaman zaman bu dağa çıkar,
inzivaya çekilir, tefekküre dalardı. Son peygamber ‘oku’ emriyle başlayan
ilk vahyide burada almıştı.
Arafat Dağı’nın dinimizle ve hav ibadetiyle olan
yakınlığı bir tarafa İslam peygamberinin Uhud Dağı için kullandığı şu ifade
gerçekten dikkat çekicidir: “Şu Uhud Dağı…O bizi sever, biz de onu severiz.”
Hıristiyanlarda Din Adamı
Her din adamı gibi Hıristiyanlığın temek
unsurlarından biri de din adamı konusudur. Katolik, Ortodoks ve Protestan
mezheplerinin farklı yorumları din adamının özellik ve fonksiyonlarını
tartışıyorsa da varlığını ortadan kaldıramıyor.
Bu kültüre göre, Hz. İsa’ nın
mesajını yakın arkadaşları, yani havariler, onların anlayış ve yorumlarını
da din adamları insanlığa aktarırlar. Kilise ile bütünleşen Hıristiyan din
adamları hiyerarşisinin en altında diyakos bulunur. En az yirmi beş yaşında
olması gereken diyakos’un rahip olabilmesi için aranan yaş otuzdur.
Piskoposlar tarafından diyakoslar arasından seçilen rahiplerin bekar olması
ve ilahiyat eğitimi almış olması şarttır. Rahipler arasından üst düzey
piskoposların tayiniyle seçilen ve papanın onayı ile göreve başlayan
piskopos ise hem kilisenin en üst yetkilisi hem de bölgenin din işlerinden
sorumlu kişisidir.
Görev ve sorumlulukları birbirine benzeyen Ortodoks din adamları ise ikiye
ayrılır: Evli din adamlarının oluşturduğu ‘Beyaz’ lar grubu ile bekâr
olanların meydana getirdiği ‘Kara’lar grubu. Karalar grubu manastırlarda
yaşar. Piskopos olacak rahibin bu guruptan seçilmesi zarureti vardır.
Ortodoks rahipler evlendiklerinde piskopos olma imkânını kaybederler.
Keşişlere biraz daha yakından bakalım: Daha çok
şehirlerin dışında, kırsal alanlarda, dağlarda kurulan binalarda inziva
hayatı yaşayarak ruhunu terbiye etme anlayışı bütün dinlerde vardır.
Hıristiyan kültüründe bu hayatın içinde olanlarda belli bir hiyerarşik yapı
arz ederler. En alt basamakta bulunan keşişin (Monk) bir üst derecedeki
amiri Abbot (Baba) adını alır. Kırsal alandaki otoritesi piskopostan daha
ileri olup doğrudan papaya bağlıdır. Manastırlarda yaşayan rahiplerin (Nun)
idari ve dini açıdan amirleri Abbess adı verilen başrahiptir.
Uludağ'ın Keşişleri
İnsanoğlu’nun–maddi olsun manevi
olsun-belli bir konu üzerine yoğunlaşabilmesi için özel bir zaman, mekân ve
dikkate ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Dinler insanın daha çok ruhi mistik
tarafına hitap ettikleri ve iç dünyasını aydınlatmayı hedefledikleri için
bir köşeye çekilerek tefekküre dalmak, zikir ve fikirle meşgul olmak, belli
zamanlarda belli duaları okuyarak belli ritüellerle ruhi gelişmeyi sağlamak
her medeniyette örneklerine kolaylıkla rastlanan davranışlardandır. Asırlar
önce Bursa’ya gelen Hıristiyanların bir kısmı da bu hayatı tercih etmiş, din
anlayışlarına göre “kâmil” insan olmanın yolunun buradan geçtiğine inanmış
ve bunun için en uygun yerin Uludağ olduğuna kolaylıkla karar vermişlerdir.
Çünkü bu mekân, sakinliği, sessizliği bir tarafa, tabii güzellikleriyle
dünyanın ender bulunan köşelerinden biriydi. Çünkü bu dağ havası, suyu,
çiçeği, böceği, kurdu kuşuyla insanın ruhuna zengin imkânlar sunan, gözünü,
kulağını ve gönlünü besleyen güzel tecellilerin en muhteşem sergi
alanlarından biriydi. Manastırlarda kendi kendisiyle baş başa kalmak
isteyen, şehrin dağdağa ve gürültüsünden uzak kalarak iç tecrübenin tarifi
zor güzelliklerini yaşamak isteyen insanlar aynı zamanda tabi bir hayatın
bütün avantajlarına da sahip oluyorlardı.
İnsan bedeni gibi ruhunu
gelişmesi, güzelleşmesi de belli şartlara bağlıdır. Riyazet bu şartların
temel unsurudur. Riyazet belli egzersizlerle belli kabiliyetleri geliştirmek
demektir. Eskiden mekteplerde Beden Eğitimi dersinin adı Riyazet-i Bedeniye
idi. Riyazet-i Ruhiye ise hareket, tutum ve davranışlarla ruhumuzu kemal
noktasına doğru götürmenin yollarını arayan bir faaliyettir. İşte keşişlerin
ve dervişlerin, susarak, oruç tutarak, perhiz yaparak, dua ederek, ilahi
okuyarak, şehevi arzularını alt ederek, tefekküre dalarak, sohbet dinleyerek
gerçekleştirmek istedikleri şey budur.
Uludağ Manastırları
Bursa kültürüyle ilgili araştırmalarıyla
tanınan Osman Şevki Uludağ’ ın (Öl. 1964) eserlerinden birinin adı
Uludağ’dır. Alt başlığı ise şöyle: Tapınakları-Keşişleri-Dervişleri. 1936
yılında İstanbul’ da basılan 76 sayfalık bu eserin 54 sayfası keşişlere 22
sayfası da dervişlere ayrılmıştır. Yazar, Uludağ’ı üç bölgeye ayırarak her
bölgede bulunan manastırların adını vermekte ve kısaca tanıtmaktadır:
Nilüfer - Gökdere Arası
1) Perler Manastırı, (Monastere des peres)
2) Agorlar Manastırı, (Monastere Les Agaures)
3) Aziz Agapios Manastırı, (Monastere Saint
Agapios) 4)
Lökadlar Manastırı, (Monastere Leucades)
5) Abramitler Manastırı, (Monastere Abramites)
6) Bale Manastırı,
(Monastere Balee)
7) Aziz Zekeriya Manastırı, (Monastere Saint Zacharie)
8) Trikalis Zaviyesi,
(Ermitage Trichalice)
9) Aziz Nikola Zaviyesi, (Ermitage Saint Nicolas)
10) Aziz Konstantin Zaviyesi, (Ermitage Saint
Constantin) 11)
Kadınlar Manastırı, (Monastere de Femmes)
Gökdere - Kaplıkaya (Sobran) Arası
1) Sakküdyon Manastırı,
(Monastere Saccudion)
2) Katarlar Manastırı, (Monastere des Cathares)
3) Libyana Manastırı, (Monastere des Libiana)
4) Mezolimp Zaviyesi, (Ermitage des Mesolympe)
5) Del Zaviyesi,
(Ermitage des Dele)
Kaplıkaya - Deliçay Arası
1) Kril Manastırı, (Monastere des Crile)
2) Hadımlar Manastırı,
(Monastere des Ennugues)
3) Sinsel Manastırı, (Monastere des Syncelle)
4) Semboller Manastırı, (Monastere des Symboles)
5) Gradina
Manastırı, (Monastere des Gradines)
6) Similaykyon Manastırı, (Monastere des
Symlakion) 7)
Pissadini Manastırı, (Monastere des Pissadyn)
8) Fotinodyos Manastırı,
(Monastere des Photinodios)
9) Delmat Manastırı, (Monastere des Dhelmat)
10) Monokastonon
Manastırı, (Monastere des Monacastonon)
11) Aziz Antuan Lö Jön Zaviyesi, (Ermitage des St.
Antoine le jeune)
12) Aziz Jorj Zaviyesi, (Monastere des Saint George)
Kibirli Olmayan Keşişler
Uludağ’ın dervişlerine geçmeden önce, Kur’an-ı
Kerim’in keşiş ve rahiplerle ilgili tespitlerine bakmakta fayda vardır.
Kur’an-ı Kerim Hıristiyan din adamlarının bazı yanlış yorum ve
davranışlarından bahsettiği gibi, diyaloga açık, alçakgönüllü rahiplerden de
söz etmektedir. Bunların Müslümanlara karşı sevgi besledikleri ve Kur’an-ı
dinlediklerinde gerçekle yüz yüze geldikleri için gözyaşı döktüklerini haber
vermektedir: “…Bütün
insanlar içinde inananlara en çok şefkat gösterenlerin ‘Biz Hıristiyan’ız’
diyenler olduğunu göreceksin. Böyledir, çünkü onlar arasında öyle keşişler
ve dervişler vardır ki bunlar kibirli değildir. Onlar bu Peygambere
indirileni anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını
görürsün. Çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar. Ve ‘ey rabbimiz, biz
inanıyoruz öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut’ derler.
Rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle
arzuladığımız halde nasıl Allah’a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf
gösterebildik.” (Maide, 5/82-84)
Bir başka ayette Hıristiyanların yaptıkları
yanlışlara işaret edildikten sonra hepsinin böyle olmadığının altı
çizilmekte, azınlık da olsa bazı Hıristiyanların ibadet ve taat konusunda
iyi bir çizgiyi takip ettikleri vurgulanmaktadır:
“…Ama,onların hepsi bir değildir.Geçmiş vahyin
izleyicileri arasında gece boyunca Allah’ın ayetlerini okuyan ve Onun
huzurunda secdeye kapanan dosdoğru insanlarda vardır. Onlar Allah’ a ve
ahiret gününe inanırlar, doğru olanı emreder eğri olandan alıkorlar ve
hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar. İşte bunlar dürüst ve erdemli
kimselerdir.” (Aluimran, 2/113-114)
Başka bir ayette de Hz. İsa’nın yolundan
gidenlerin kalplerine şefkat ve merhamet verildiği ifade edilmektedir:
“Onların izleri üzerinden peygamberlerimizi art
arda gönderdik; Meryem oğlu İsa’yı da artlarından gönderdik ve ona İncil’i
verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duyguları koyduk;
üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerine göre güya Allah’ın
rızasını kazanmak için ortaya attıkları rahbaniyete bile gereği gibi riayet
etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu
yoldan çıkmışlardır.” (Hadid 57/57)
Bu ayetlerde çizilen insan tipi, gerçek bir mümin,
gerçek bir derviş, gerçek bir keşiş tipidir. Dolayısıyla gönlünü terbiye
eden kin, kibir, haset, şehvet gibi manevi hastalıklardan kurtulanlar daha
samimi ortamlar, daha sıcak vasatlar oluşturabilirler.
Tekke şiirinde ise rahip, keşiş, kilise, deyr,
manastır, haç, nakus gibi Hıristiyan kültürünün temel terimleri ile
karşılaşırız. Yunus Emre gönül dünyasındaki dalgalanmaları anlatmak için
şöyle diyor: Bir dem
varur mescitlere yüzün sürer anda yere
Bir dem varur deyre girer İncil okur ruhban olur
Sevgilisi için her şeye razı olan bir derviş
tipini canlandırırken aynı unsuru kullanıyor:
Kiliseye dersem girem nakus dahi dersen çalam
Aşıklara yoktur kalem senden yüzüm döndürmezem
Onun yolundan giden, Osmanlı dönemi tasavvuf
dünyasının en mühim isimlerinden biri kabul edilen, Malatya’da doğup, 1694
yılında Limni adasında vefat eden Niyazi-i Mısri ise bütün dünyayı bir mabed
olarak görmekte ve her zeminde hitap edeceğini haykırmaktadır:
Mescid-ü meyhanede hanede viranede
Kabede puthanede çağırırım dost dost
Müslüman Dervişler
Uludağ’da yaşayan Hıristiyan keşişler XIV.
Yüzyılla birlikte aynı mekânda Müslüman dervişlerle tanıştılar. Birbirlerini
garipsediklerini söylemek zordur. Çünkü Müslümanlar ilk günlerden beri
Hıristiyanlarla beraber olmuş, Hıristiyanların yaygın olduğu Ortadoğu
coğrafyasında beraber yaşamışlardır. Hatta Lamii Çelebi’nin (öl. 1532)
Farsçadan tercüme ettiği Nefahat’l-Üns isimli esere göre bugünkü Lübnan
topraklarında Müslüman dervişler için ilk tekkeyi yaptıran kişi de o
bölgenin Hıristiyan yöneticisiydi.
Aslında Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki
benzer ilişkiler Hz. Peygamber zamanında başlamıştır. Bir gurup halinde Hz.
Peygamberi ziyaret eden Necranlı Hıristiyanlara, Medine mescidinin bir
bölümü ibadetlerini yapmak üzere tahsis edilmişti. Hz. Peygamberin
Necranlılara ve din adamlarına yazdığı mektup’ta elimizdedir:
“…Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Resulullah
Muhammed’den Piskopos Ebu’l Haris’e, Neccar’ın diğer piskoposlarına,
papazlarına, onları takip edenlere, rahiplere: Ne olursa olsun, az olsun çok
olsun ellerinde ne bulunduruyorlarsa kiliseleri ve manastırları kendilerine
aittir. Allah ve Resulünün zimmeti onlar üzerinedir. Hiçbir piskopos
yerinden, hiçbir rahip manastırından, hiçbir papaz kilisesinden alınıp başka
yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ne de alışageldikleri
şeylerde bir değişiklik yapılmayacaktır… Onlar ne zulme uğrayacak ne de
başkalarına zulmedeceklerdir…”
Tasavvuf tarihi literatüründe nakledilen pek çok
menkıbe ve anekdot bu derviş ve keşiş tipiyle ilgilidir. Çile ve riyazet
konusunda çok titizlik gösteren bazı zahitlere “bu ümmetin rahibi”
diyebilecek kadar bir yakınlık söz konusudur. Aynı şehri, aynı beldeyi
paylaşan bu insanların birbirleriyle benzer münasebetler içinde olmalarından
daha tabii bir şey olamaz. Cami ve kilisenin asırlarca aynı yerde, yan yana
insanlara kucak açmaları bir rüya ve hayal değil bir gerçeğin ifadesidir.
Değişik sebeplerle bazen kiliseler mescid olarak kullanılmış, bazen de
camiler kilise görevi görmüştür. Aynı düzen Uludağ’daki manastırlar için de
geçerlidir. Uludağ eserinde verilen bilgilere göre bu manastırların da bir
kısmı –Hıristiyan nüfusun azalması sebebiyle- dervişlere mekan olmuştur. Bu
mekanlarda barınanların dini ve dili farklı da olsa aynı ortak ‘gerçek’
peşinde koşmuşlardır.
Keşiş dağından aktı inziva keşişleri
Bozkırdan geldi gaziyan
Demir asa, demir çarık
Bu çanağa özlem yeşilini
Dervişler getirdi
“Uludağ Akşamları” isimli şiirinde Şükufe Nihal
aynı gerçeğe işaret ediyor:
İnsan burada kalır Allah’ıyla baş başa
Düşüp yüz sürmek ister dua için her taşa
Ululuk burda dolar kalplere derya gibi
Ötede kalan hayat, bir soluk rüya gibi…
Ve Behçet Kemal:
Açık tapınakta ne toz ne leke
Çayırlar seccade tepeler minber
Selviler minare, çınarlar kubbe
Her biri bir harftir, her su hareke
|