Erhan Yıldızalp (1935-2017) ile
Bursa Tarihi, Kültürü Üzerine

Bursa'nın Tarihi

Erhan Yıldızalp Tahtakale'yi Anlatıyor






 

 

1. Bölüm (2.1.2011- Haraççıoğlu Sosyal Tesisi)

                                                   Söyleşenler: Alper Can, Nursal Kumaş

Nereden başlayalım Erhan Bey?

Önce kiliselerden başlayalım. Orhan Gazi Bursa’yı fethettiğinde Bursa’da Rumlar ve Yahudiler vardı. Daha sonra Ermeni nüfus oluştu. Ya da belki fetih döneminde de Ermeniler vardı. Ancak Rumlar ve Yahudilerin olduğu kesin. Bursa geliştikçe bu azınlıklar kendilerine kale dışında mahalleler oluşturdular. Mesela Yahudiler Altıparmak semtine yerleşmişler. Rumlar Altıparmak’ın üstlerinde Muradiye’nin güney tarafında şimdiki Gece Mahallesine yerleşmişler, bir kısmı da Demirkapı’ya doğru. Emeniler ise Setbaşı’nın üstlerine, İpekçiliğin kuzeydoğusuna yerleşmişler. Aynı bölgeye Rumların da yerleştiği olmuş. Bunlar ticaret olarak o bölgede iş yerleri açmışlar. Çoğunlukla gazino, lokanta, içkili yerler gibi zevk alemi mekanları açmışlar. Yaşlı ağabeylerimiz “Setbaşı demek İstanbul’un Beyoğlu’su demek” derlerdi.

Sinema işletmeciliği de yaparlar mıymış?

O daha çok Cumhuriyet devrinde olmuştur. Osmanlı döneminde sinemacılık yok tabi. Bir de, Rumlar ve Ermeniler zevk alemi dışında ipekçiliğe el atmışlar. Bursa’da ipekçilik işinde en çok onları görürüz. Yahudiler ise daha çok sarraflık, kuyumculuk ve toptancılık işleri yapmışlar. 40’lı 50’li yıllarda bir Türk sarraf tanımıyorum, Yahudiydi hepsi.

Bu saydıklarınızın dışında yabancılar var mıydı Bursa’da, mesela Bulgarlar?

Pek çok milletten vardı Bursa’da ama tabi sayıca azınlık idiler. Mesela İran’dan çok gelenler olmuş. Onlar da toptancılık yapıyorlardı. Bunlara o zaman hoca deniyordu, Tebrizliler çoğunluktaydı. Mesela onlardan biri Hocalizade Cami’sini yaptıran Hacı Ömer’dir. Yine bunun gibi, Hacılar Cami’sini yaptıran yine hoca diye anılan bakkal Sinan. Bakkal toptancısıymış bu kişi. Hacılar Cami’sini yaptırdıktan sonra Irgandı Köprüsü altındaki köprüyü yaptırmış, Boyacıkulluğu Köprüsü’nü. Bir de İsmail Hakkı Tekkesi’nin doğu tarafında küçük bir cami vardır. Eskiden tekke mescit denirdi. O zat orasını da yaptırmış, hayırsever biriymiş. Bunlar gibi Bursa’ya çok Acem gelmiş. Bunlar da çoğunlukla Heykel’in üst taraflarında ve Reyhan Mahallesi’nde, şimdiki Haşim İşçan Caddesi’nin olduğu yerde yerleşmişler. Hatta Haşim İşçan Caddesi’nde Reyhan Paşa’nın yaptırdığı Reyhan Camisi’ne Acemler Camisi denirdi. Halbuki Acemlerle ilgisi yoktur. O çevrede Acemler oturduğu için böyle adlandırılmış.

Şimdiki Acemler semti ile ilgileri var mı?

Bu soruyu ben de Kazım Baykal’a sorardım. O da derdi ki Acemlerin kendilerine has mezarlıkları vardır orada.

Bazı kaynaklarda orası mesire yeri olarak da geçiyor.

Olabilir, orası eskiden şehrin dışıydı. Bakın bir örnek vereyim. Şehreküstü Camisi var, bilir misiniz? Orası eskiden Bursa’nın kenarıydı, orada lağımlar açıktan akardı, dut bahçesi doluydu. Bilhassa 1950’den sonra Bursa’da çok hızlı bir genişleme oldu. Eski Bursa şimdikinin belki ellide biri. Onun için Acemler’de mesire yeri de olabilir, köşk de olabilir. Çünkü Bursa’nın dışıydı orası. Mesela Yeni Kaplıca altında mesire yerleri vardı. Kokulu Su derlerdi. Yerden kükürtlü su kaynardı. Ben çocukluğumda, 40’lı yıllarda Pazar günleri oraya mesire yeri olarak giderdik. Şimdi tabakhaneler kaldırılıyor oradan. Tabakhaneler Çakırhamam’da idi.

Çakırhamam’da dere var mıydı, su olmadan nasıl çalışacak tabakhane?

Bazı kişiler orada bir dere olduğunu söyler. Aslında bir dere yoktur ama bir derecik vardır. Şöyle bir metre genişliğinde. O su da neydi? O caddenin orta yerinde bir otobüs durağı var. Timurtaş Paşa türbesinden Çakırhamam’a doğru girdiğinizde ortada solda. Orada yolun ortasında büyükçe bir bina vardı, sonradan istimlak edildi, yol genişledi. O bina değirmendi. Oradan yukarı çıkın, Vezir Camisi var. O caminin karşısındaki bina da değirmendi. Ama bunlar un değirmeni değil palamut değirmeniydi. Meşe ağacının meyvesi palamutu köylüler toplarlar, değirmenciye getirirler. O değirmeni çalıştıran Mahmut Efendi benim babamla kardeş çocuklarıydı, o yüzden unutmam mümkün değildir, iyi bilirim. İçeride 1-2 m. ebadında raflar vardı. Palamutlar raflara dizilip kurutulur. Kurutulduktan sonra öğütülür ve unu çıkarılır. O un ile deriler işlenirdi. Deri imalatçılarının en önemli malzemesi odur. O değirmen 1953’te oradan kalktı. Peki o değirmenler nasıl çalışırdı. Pınarbaşı’ndan özel bir kol üstteki değirmene gelir çarkını döndürürdü. Yeraltından iner alttaki değirmene gelir, otobüs durağının oradaki değirmene, onu da döndürürdü. Ondan sonra yine yeraltından karşı tarafa geçer, aşağı akardı.

Çakırhamam’ın olduğu yerler yani?

Evet, hamamın olduğu yer sıra sıra tabakhane idi, o caddede onun karşı tarafında ise hiçbir bina yoktu. Onlar 55-60’tan sonra yapıldı. Tabaklar yaş derileri çerçevelere gererler, kurutmak için o sağ tarafa asarlardı.

Tabakhanelere yakın yerlerde yerleşimler var mıydı? Belki pis koku oluyordur?

Aşağı doğru değil de Tahtakale yönünde vardı evler.

Dağ köylülerinin ürünlerini getirdiği bir Pazar varmış orada?
Tahtakale’nin içinde Vakıfların yaptığı yeni bina yoktu. Orası 1948 yılına kadar dört duvar bir çatıydı. Dağ köylüleri mahsulü getirir, binanın iki tarafında iki kapısı ve kantarları vardı. Orada belediye memuru oturur. İçeri giren mal tartılır, satılır, alan kişi rüsumunu öder malı götürürdü. Haşim İşçan 1948’lerde Atatürk Caddesi’ni genişlettiği zaman oradaki esnaflar yer temin etmek için orasını iş hanına çevirtti. Dağ köylüleri mallarını oraya getirirlerdi, mezat yeri denirdi. Peki ova köylüleri nerede satardı mallarını? Şimdiki Demirtaş Paşa Endüstri Meslek Lisesi’nin karşısındaki otopark Yoğurt Han denirdi. Orada da kantar ve iki memur vardı. Memurlar malı tartıp rüsum alırlardı.

Dağ köylüleri şimdiki Uludağ yolundan mı getirirlerdi?

Ha, Bursa’nın yollarına gelelim o zaman. Ta kuruluşundan 1326’ya kadar gelelim. Bursa’nın üç cephede yolu vardı. O söylediğim Vezir Cami’nde yukarıya iki mezarlık arasından dimdik yukarı çıkınca İvaz Paşa Türbesi var. Oradan sağa dönünce Seyidi Nasır Caddesi. Orada Abdal Murad çıkar. Tam Abdal Murad’ı dönerken Cilimboz Deresi var. Bu derenin yan tarafından yol vardı. O yolun çalıştığını ben gördüm. Ondan sonra 1930’larda Alaçatı kireç ocaklarından yeni yol açılınca bu yol iptal edildi. 1960’tan sonra da Çekirge’den çıkan yol açıldı. O yola aslında İnkaya Yolu denirdi. Abdal Murad’ın oradan çıkan yol Orhaneli, Büyükorhan, Keles, bütün o yörenin ana yoludur. Bu yola Harmanalanı yolu da denirdi. Çünkü o yoldan ilerlediniz mi en yakın yerleşim Harmanalanı Köyü’dür. Bir de doğuya giden yol vardı. Şimdiki Maskem Cami yanında Maskem Köprüsü var. Köprü o zaman yoktu. Bu köprüden bakınca az yukarıda iki tane ayak durur hala. Şimdiki köprüden daha yukarıda olan bu köprüdür Bursa’yı doğu tarafına bağlayan. Oradan geçilince Hünkar Köşkü’nün altından Kaplıkaya’ya, oradan da Aksu Köyü’ne gidiliyordu.

Kızık köylerinden geçiyor muydu bu yol, Hamamlıkızık, Cumalıkızık?

Kısık köylerinin üst tarafından geçiyordu. Aksu Köyünde yol ikiye ayrılırdı. Bir yol İnegöl’e giderdi. Bir yol da sola döner Dimboz Köyü’ne gelir. Şimdiki Erdoğan Köyü. Hani Osman Gazi’nin 1302’de tekfurların birleşik ordusu ile savaş ettiği yöredir burası. O köyden sonra yol yine ikiye ayrılır. Birisi Kestel’e, oradan da Gemlik’e doğru gider. Diğer yol da Dimboz Köyü’nden Yenişehir’e doğru gider. Yenişehir’den Söğüt’e uzanır. İşte Bursa’yı doğuya bağlayan bu yol İpek Yolu’dur. Batı yolu nerededir peki? Biliyorsunuz Bursa’nın beş tane kapısı vardır. Kaplıca Kapı’dan çıkınca Muradiye Caddesi’ne inersiniz, fabrikaların orada keskin bir dönemeç vardır. Çağlayan Yokuşu denir oraya. Bir de Zindan Kapı’dan çıkan yol Cilimboz Deresi yanından oraya birleşirdi. Bursa’nın batı tarafına gidecek olanlar bu iki kapıdan çıkmak zorundaydılar. Muradiye Caddesi’nde Hamzabey Camisi önüne gelinir. Çelik Palas’ın üst tarafından ilerleyince Süleyman Çelebi Türbesi üstünden Selvili Cadde’ye birleşir. Selvili Cadde’den Çekirge’ye inilir. Oradan da Dikkaldırım’dan aşağı inilir. Çelebi Mehmet’in kızı Selçuk Hatun’un yaptırdığı Mihraplı Köprüsü’ne gelinir. Köprüden sonra Odunluk Köyü’nde yol ikiye ayrılır. Bir yol Beşevler’in içinden geçerek sanayi bölgesinin güneyinden Çalı, Kayapa, Hasanağa’ya gider. Oradan da Kemalpaşa’ya gidilirdi. O yola da Kirmastı Yolu denirdi. Odunluk’tan ayrılan diğer yol ise Kurşunlu’ya giderdi. Önce Acemler’e, sonra da hava meydanı önünden Gündoğdu yoluyla Kurşunlu’ya giderdi. Kuruluşundan itibaren Bursa’nın iki tane ana limanı vardır. Birisi Kurşunlu diğeri Apolyont. Hala iskele taşlarını orada görebilirsiniz. Köprüden geçip köye girdikten sonra sağa doğru gidin, göl kıyısında taşları görebilirsiniz. Bursa’nın batı köyleri mallarını bu limandan İstanbul’a gönderirlerdi. O zaman İstanbul’dan oraya gemiler çalışıyordu. Boğaz denen yer dağdan gelen derenin çamuru ile dolmuş. Geçenlerde belediye orada çalışma yapmış, tekrar açacaklarmış orayı.

Mudanya’nın liman olarak öne çıkması ne zaman oldu?
İstanbul’un fethinden sonra, ilk dönemlerde yani. Kurşunlu Köyü’nün ismi de orada liman olmasından geliyormuş. Limanda bir kadı otururmuş. Gelen ve giden insanları, hayvanları ve malları sayıyor, devlete harç alıyor ve malları kurşun mühür ile mühürlerlermiş. Adı oradan gelir. Bir çeşit gümrük işletmesi yani. Kurşunlu’ya Gemlik tarafından da gidilebiliyordu. Hatta bir ara Cavit Çağlar bakan iken, villalara rahat gidilip gelinsin diye o yolu düzelttirdi. Aslında orası Kurşunlu’ya giden ana yoldu. Kestel tarafından Kurşunlu’ya gidecekler bu yoldan, Gündoğdu’dan geçmeden giderdi. Peki yollar neden hep üst taraftan gidiyordu? Mesela Çekirge yolu Çelik Palas’ın orada bir tepeyi atlayıp da gider. Bursa’nın fethine kadar Setbaşı Deresi dediğimiz Gökdere’nin yatağı Setbaşı çınardan Çakırhamam’a kadar uzanıyordu. Yukarıdan gelen su Maksem’den itibaren etrafa yayılıyor ve çok geniş bir vadide ovaya iniyordu. Orhan Gazi Bursa’yı fethettikten sonra Bursa’yı genişletmek istedi. Ancak baktı ki kentin üç tarafı, doğusu, batısı, kuzeyi çukur, vadi, ancak güney tarafı yüksek, orada da mezarlıklar var, genişlemeye imkan yok. Şimdilerde Setbaşı Deresi dediğimiz Gökdere’yi Maksem’den, dağın ucundan ovaya kadar, Deliçay’a kadar el ile kazdırıyor, yatak açtırıyor. Yani önceden dere yatağı yoktu, su dümdüz yayılıyordu. O dönemde Bursa’da Orta Asya’dan gelmiş pek çok Türkmenler var. Bir de Orhan Gazi’nin fethettiği yerde yaşayan Rumlar, Hıristiyanlar var ama bunlara iş sahaları yok. Bu Hıristiyanların daha önce fethettikleri yerlerde kaleleri var ve buralarda büyük hazineleri, büyük paraları var. İşte Orhan Gazi bu şekilde dereyi kazdırınca hem insanlara iş çıkarıyor, onlara yevmiye veriyor. Hem de o dere yatağı açılırken çıkan kumları taşları belirli yerlere yığdıttırıyor.  Dere yatağı kuruduktan sonra Maksem’den itibaren İvaz Paşa’ya kadar olan bölgede ne kadar çamurluk bataklık alan varsa oraları temizlettiriyor. Çünkü o güne kadar Çakırhamam’dan ileriye insanların yürümesinin mümkün olmadığı, vahşi hayvanların dolaştığı bölgeler vardı. İşte Orhan Gazi bu bataklıkları ovaya doğru temizlettikten sonra şimdi bizim hanlar bölgesi dediğimiz yere bir kale yaptırıyor. Bu kaleye dış kale deniyor. Çünkü Bursa kalesinin dışındadır. Aşağı Kale dendiği de olmuştur. Çünkü Bursa kalesi yüksekte, bu aşağıda. Bu kaleye 2 km. kalınlığında yüksek duvarlar yapılıyor, iki kapı yapılıyor, böylece büyük bir meskun saha oluşturuluyor. Kapıların bir tanesi, şimdiki tarihi belediye binasının güneyinde Taşkapı Sokak vardır, Nalbantoğlu Camisi’ne gider, o Taşkapı Sokağın olduğu yerdeymiş. Çünkü o kapı taştan yapılmış, sokak da o kapının adıyla anılırdı. İkinci kapı da kalenin kuzeyinde idi. Şimdiki Cumhuriyet Caddesi’nde Ertuğrul Camisi var, o caminin yanında. Ertuğrul Camisi’nin yanından Kapalı Çarşı’ya giren o dar sokak var ya, orası aslında Demirkapı Sokak idi. O kapı da demirden yapılmış idi. Şimdi ise oranın esnafı 1-2 sene önce o levhayı yok ettiler, Yorgancılar Çarşısı diye yazdırdılar, belediyenin duvara çaktırdığı Demirkapı Sokak tabelasını kaldırdılar. İşte iki kapılı bu kale de diğer kaleler gibi sabah güneş doğduğunda açılır, ikindiden sonra kapanırdı. Orhan Gazi oraya iş ve kültür merkezleri olarak bir külliye yaptırdı. Şimdiki Orhan Camisi’nin kuzey tarafında, Kozahan’ın ahırlarının olduğu yerde mektep varmış. Biliyorsunuz Koza Han 2. Beyazıt zamanında yapıldı. Ama ondan önce Orhan Gazi oraya mektep yaptırmış. Şimdiki eski belediyenin olduğu yerin güney tarafında medrese vardı, şimdiki belediyenin olduğu yerde de zaviyesi vardı. Şimdiki belediyenin kuzey tarafında da, hani şadırvan var ya, orada da imareti vardı. Yani medrese, zaviye ve imaret yan yanaymışlar. Bir de bunlara ilaveten Emir Han’ı yaptırıyor. Öncekiler kültür kurumları. Bir de ticareti canlandırmak için, halk gelip gitsin diye Emir Han’ı yaptırıyor. Bir de hamam yaptırıyor, o da şimdiki Aynalı Çarşı’dır. Bundan başka şimdiki Kapalı Çarşı’nın olduğu yere, Çakırhamam karşısından, ta öteki uca kadar, Tuzpazarı’na kadar, 209 tane dükkan yaptırır. Orası büyük bir çarşı olur. Bursa İpek Yolu üzerinde, tamam ama nereden gelmiş, nasıl satılmış? İşte Orhan Gazi dış kaleyi iş ve kültür merkezi olarak bunun için yaptırıyor. 209 dükkan, Emir Han ve hamamları, hepsini irad olarak vakfediyor. Orhan Gazi bunları yaptırırken aynı devirde Lala Şahin Paşa da yeni bir han yaptırıyor. Nerede? Hani Pazar yerinin ortasında kocaman kubbeli bir yer var. Pirinç, pastırma, peynir falan satılır. Belediyeden aşağı inerken, pazarın ortasında, sağda. Orası Bezir Hanı veya Demir Hanı adıyla yaptırdığı handır. Orhan Gazi’nin yaptırdıkları döneminde yapılmıştır, 1339’da. Orhan Gazi bunları yaptıktan sonra diğer boş yerleri de vakfetmiş. O dış kalenin içinin tamamı Orhan Gazi’nin vakfı sayılmış. Daha sonra Bursa geliştikçe içeriye birçok hanlar, hamamlar, dükkanlar yapılmış. Ama bunların hangisi olursa olsun, yaptıran kişi Orhan Gazi vakfından yeri satın almak zorunda kalmış. Bir örnek vereyim, deniyor ki Ulucami yapılırken havuzun olduğu yerde bir Rum kadının yeri varmış da yeri vermemiş. Bir rivayette de papazın evi varmış, cami yapılacak diye papaz evini vermemiş deniyor. Halbuki öyle değil. Yıldırım Beyazıt Niğbolu Savaşı’na gitmeden önce verdiği söz üzerine Bursa’ya yirmi cami yaptırmak istiyor. Damadı olan Emir Sultan’la bu konuyu konuştuğunda Emir Sultan hazretleri diyor ki “hünkarım, yirmi cami yaptırmak kolay, ama yirmi camiyi korumak, yaşatmak çok zor. Bunun için siz yirmi cami yaptıracağınıza yirmi kubbeli bir cami yaptırın, daha uhrevi olur” diyor. Bu söz Yıldırım’ın hoşuna gidiyor, “peki” diyor, “yer bulmak sana ait, bul yer, yapalım” diyor. Emir Sultan şimdiki Ulucami’nin yerini tespit ediyor. Her ne kadar yapılacak cami küçükse de başka uygun yer bulamıyor.

Orhan Gazi’nin yaptırdığı dış kalenin dışında mı kalıyor Ulucami?

Hayır, içinde, tam ortasında. Yıldırım Beyazıt “burası benim dedemden miras kaldı” deyip de onun bulduğu yere camiyi yaptırmıyor. Başka yer bulunuyor ve Orhan Gazi vakfı mütevellileriyle kendisinin, Yıldırım Beyazıt’ın tayin ettiği görevli pazarlık ediyor, yer pazarlığı.

Caminin yerini satın alıyor yani?
Evet. Yıllık 360 akçe kira ödenmesi şartı ile cami inşaatı başlatılıyor. Vakıf malı olduğu için böyle bir işlem yapılmış. Yani o bölge Orhan Gazi’nin vakfı olduğu için orada ne Rum kadının yeri olabilir, ne papazın yeri. Kaldı ki, Orhan Gazi Yıldırım’ın dedesi oluyor. Ulucami’nin yapılmasından 90 sene evvel orası vakıf malı olmuş. Yıldırım “bu benim dedemin malı” deyip oraya camiyi bedavaya yaptıramaz mıydı? Var mıydı karşı çıkacak kişi? Ama vakıf malı olduğu için önce bedeli ödenmiş. Ayrıca vakıf mütevellilerinden izin alınmadan bir yere bir çivi dahi çakılamamış. O kadar hiddetli, o kadar sert bir padişah dahi, bir ferman yayınlardı, “bunu yapıyorum” derdi, ama bunu yapmamış.

Dış kaleden günümüze kalan kalıntı var mı?

Bir tek izi dahi yok, çakıl taşı bile bulamazsın. Bu dış kale yapılınca Bursa kalesi dışında büyük bir gelişme olmuş. Dış kalenin üst tarafında, alt tarafında yeni yeni yapılaşmalar olmuş. Hani İpek Yolu istikametini anlattık ya biraz önce, o yolun istikameti değişmiş. Şimdiki Cumhuriyet Caddesi’nin orada..

Cumhuriyet Caddesi dış kalenin alt sınırı mı oluyor?

Evet, zaten Demirkapı Sokak’tan bahsettik ya, orası alt sınır. Oradan ileriye, şimdiki Kamberler Mahallesi’nde Tatarlar Köprüsü vardır, o köprü o devirde yapılmış. Tatarlar Köprüsü’nden Kestel’e doğru yeni yol yapılmış. Neden yapılmış? Artık buraları bataklık değil çünkü. Yıldırım Beyazıt Ulucami’yi yaptırırken Ebu İshak Kazaruni taraftarları için şimdiki Ebu İshak külliyesini yaptırır. Bursalı olan altı tane padişahtan, Osman Gazi hariç diğer beş taneden dört tanesinin birer tane külliyesi vardır, Yıldırım Beyazıt’ın üç tane külliyesi vardır. Ebu İshak külliyesi şimdiki Muammer Sencer Karakolu’nun arka tarafındadır. Yani Bursa’nın doğu tarafına giden yeni yol oradan geçer oldu, devamında da Tatarlar Köprüsü’nden geçiyordu.

Gökdere’nin üzerindeki ilk köprü hangisidir?

İlk köprü şimdiki Maskem Köprüsü’nün üstündedir, şimdi sadece ayakları duruyor, Temenyeri’nin yan tarafında. Hatta onu Çelebi Mehmet tamir ettirmiş. Bursa’yı doğu istikametine bağlayan köprüdür o. Yani Gökdere’nin yatağının açılmasından sonra bu bölgeler de gelişmiştir. Ondan sonra Bakkal Hoca Sinan, Hacılar Camisi’ni yaptıran kişi, Boyacıkulluğu Köprüsü’nü yaptırmış. Hoca Müslihidin Irgandı Köprüsü’nü yaptırmış. Daha aşağıda Meydancık’ta bir köprü vardı, şimdi asfalt altında kaldı, o yapılmış. Bu arada bir de Setbaşı Köprüsü’nün yapıldığı söylenir. Hangi tarihte yapıldığı bilinmiyorsa da Çelebi Mehmet’in tamir ettirdiği biliniyor. Buradan da şu anlaşılıyor, Bursa’nın ticaret merkezi dış kale çevresi olduğuna göre, demek ki İnegöl tarafına gitmek için üst taraftan bir yol yapılmış. Çünkü bir de Şible Camisi’nin yanında bir Karıncadere Köprüsü vardır, şimdi o da asfalt altında kaldı. O köprü de ilk yapılan köprülerden. Bu bir istikamet veriyor bize. Merkezden, Setbaşı’ndan, Karıncadere’den geçerek….

S: Zaten Balaban Bey Kalesi var o tarafta?

Hah, o tarafa doğru kestirme yol yapılmış yani. Üst taraftaki yol kullanılmamış.

İlk yapılan bu köprüler taştan mı yapılmış ahşaptan mı?

İlk köprüler taştan yapılmış. Mesela Namazgah Köprüsü var, o ilk yapıldığında ahşapmış, sonra kagir yapılmış.

Setbaşı Köprüsü’nün üst kısımlarının ahşap olduğunu gösteren fotoğraf var.

O köprü ahşap yapılmış, sonra Çelebi Mehmet’in emriyle kagire çevrilmiş.

Çalışmak için Bursa’ya gelen köylüler ne iş yapıyorlarmış?

Bursa’ya çalışmak için gelen köylüler çok sayıda değil. Zaten onlar kendi çevrelerinde çalışıp ekiyor, biçiyor, mahsullerini Bursa’ya getiriyorlardı. Bursa’ya geldiklerinde nereye geliyorlardı? Bu konuda üç hareketli merkezi vardı. Bursa çarşılar yönünden üç bölümdür. Güneyde, Orhaneli ve Keles tarafından gelenler Tahtakale’ye gelirlerdi. Orada mahsulü satacak çarşı var, han var, hamam var, bakkal var, her şey var. Eğer köylü o gün mahsulü satıp dönemediyse köylü hanının üst katında yatacak yer var. Şimdiki Yalova yolu merkez olmak üzere, doğu ve batı köylülerinin geldiği çarşılar vardı. Doğu çarşısı şimdiki Kayhan çarşısı. Orada da aynen saydıklarımız var. Örneğin Eskişehir Hanı Davud Paşa’nın yaptırdığı köylü hanıdır. Doğu bölgelerinden mahsul getirenler buraya gelirlerdi. Batı bölgesinden gelenler ise Şehreküstü altına gelirlerdi. Orada da hanlar vardı, mesela Kızılay Hanı, Apolyont Hanı. Yine burada da saydıklarımızın hepsi vardı. Köylüler bu üç merkeze hayvanları ile gelir, mallarını satarlardı. Köylüler mallarını nasıl taşırlardı? Dağ köylerinde arabası olan pek yoktur. Belki binde bir olabilir. At arabası ya da kağnı arabası. Ama çoğunlukla eşek veya katır. Dağ köylüleri at dahi kullanmazlar. Çünkü dağda at çok yararlı olmaz, eşek veya katır daha iyi. Bizim çocukluğumuzda, 40’lı, 50’li yıllarda Tahtakale’de birçok hanlar vardı, köylüler geldiğinde bakarlardı, atlarını eşeklerini diğer köylülerin hayvanları ile çiftleştirirlerdi, katır olsun diye. Katır daha dayanıklı çünkü. Ama doğu ve batıdan gelen köylülerin çoğunluğu araba ile gelirlerdi, yani Şehreküstü ve Kayhan’a gelenler. Çünkü yol düzdü.

Şehreküstü pazarı diye anlattığınız yer. Pirinç Han’a da eskiden atları bağlarlarmış, orayı da kullanıyorlar mıydı?

İşte Şehreküstü dediğimiz yer oraları. Bu üç yönden gelen köylüler bir yerde buluşurlardı. Nerede? Düğün dernek yapacaksa kuyumcular çarşısına gider. Veya, mesela kumaş benzeri bir şey alacaksa bezzazlar çarşısına gider, yorgancılar çarşısına gider, bakırcılar çarşısına gider, çünkü bunlar tek çarşı. Farklı yerlerden gelenler burada birbirlerini görürler. Ancak samimiyet olmaz. Bu üç ayrı bölgeden gelen köylüler geldikleri çarşıdaki kahvelerde otururlar ve hepsi kendi yakın bölgelerinden gelen köylüler ile tanışırlar ve daha iyi ilişki kurarlardı. İhtiyacı olan malları yakın köylerden tedarik ederlerdi. Mesela dağ köylüleri Tahtakale çevresinde birbiriyle samimiyet kurardı. Bunlar topluluk olarak da birbirine yakındır. Dağ köylüsü dediğinizde % 90 Türkmendir bunlar. Ova köyleri çoğunlukla muhacirdir denirdi. Ova köylüleri ile Türkmenlerin bir arda kaynaşmaları uzun zamana bağlıdır, zordur. İşte bu şekilde köylüler kendi bölgelerinin köylüleri ile kahvelerde otururlardı.

Konuştukları dillerde farklılık var mıydı?

Tabi vardı. Ova köylüleri şehir konuşmasına biraz daha yakındı ama dağ köylüleri farklıydı. Bugün bile öyledir. Benim babam Tahtakale’de semerciydi, köylülerle işi olan biriydi. Çünkü bu üç çarşıda semerciler, saraçlar çoktu. Babamın dükkanına tarikat ehli kişiler gelirdi, çoğu da medrese tahsili yapmış kişilerdi. Geldiğinde “selamun aleyküm İsmail Usta. Nasılsınız efendim? Sağlık ve sıhhatiniz yerinde mi? Refikanız hanım efendi nasıllar?” diye konuşurlardı, ben de ağzımın suları akarak bakardım, hoşuma giderdi. Bir de bakarsınız bizim dağ köylüsü gelir, “merhaba len, İsmail Usta, ne yapıyon len, iyi miyiin?” diye konuşurdu. Bir gün babama sordum, “baba bunların hangisi Türkçe, hangisi doğru konuşuyor?” Babam dedi ki, “ikisi de Türkçe oğlum, ikisi de doğru konuşuyor”. “Nasıl olur baba ya?” “Oğlum” demişti babam, “ilk gelen kişi Bursa’da doğmuş, şehir hayatı yaşamış, şehir lisanına alışmış, medrese mezunu olduğu için Osmanlı lehçesi ile konuşuyor. Dağlı da doğru konuşuyor. Onlar da Orta Asya’dan Aral bölgesinden gelmişler, Aral lehçesi konuşuyorlar.” Daha sonraki yıllarda kitaplardan araştırdım, gerçekten de Kelesliler Aral lehçesi ile konuşuyor.

19. yüzyılda Bursa’da açılan fabrikalara dağ köylerinden işçi olarak gelenler oldu mu?

Olduysa da fazla sayıda olmamıştır. Olmadı denemez. Bilhassa 1950’den sonra köyler Bursa’ya akın ettiler. Mesela Bursa’nın güney tarafındaki mahallelere bakın, bunlar hep dağ köylüleridir. Ama “biz Bursa’nın yerlisiyiz” derler. Doğrudur, yerlidirler.

Bursa’nın bir de tünelleri vardır. Bunları çok fazla kitapta göremezsiniz. En son iki tane ağız vardı, Kaplıca Kapı’nın altında. Bir tanesi 1948-50 seneleri arasında Haşim İşçan şimdiki Devlet Hastanesi’ni yaptırırken temelden çıkan moloz ile o ağzı doldurttu, çünkü hemen yolun kıyısında çok derin, korkunç bir yerdi orası. İkinci ağız daha yan taraftaydı, onu da 1996’da Osmangazi Belediyesi doldurttu. Neden doldurttu? Esrarcıların, fuhuşçuların yeri olmuştu. Şimdiki orduevinin olduğu yer Tekfur Sarayı idi biliyorsunuz. Orhan Gazi Bursa’yı fethedince padişah sarayı oldu. Tüneller oranın kaçış yoluydu. Oradan batıya doğru iki tünel kazılmış. Fakat Kazım Baykal “tüneller o kadar değil, üç tünel kazılmış” diyordu. Kendisi kazıda görmüş. Üçüncüsü de, yine şimdiki orduevinin oradan Hisar’ın altından Pınarbaşı’na çıkıyormuş, “ben gördüm oğlum onu” diyordu. Başka bir tanesi de şimdiki Balibey Hanı’nın yanına çıkıyormuş, onu da görmüş. Bu tüneller bugün kayboldu. Bizans döneminde kullanılmış ama Osmanlı döneminde ihtiyaç kalmamış. Bu yüzden çoğunlukla mahzen olarak kullanmışlar, boş kalmamış. 1944-45’lerde İkinci Dünya Savaşı başladığında askeriye Bursa halkını korumak için bu iki tünel içine elektrik tesisatı döşemiş. Herhangi bir hava hücumunda halkı o tünellere doldurmak için. Bunu anlatan arkadaş elektrik idaresinden emekli olmuştu, kendisi bunları iyi bilirdi. Ben kitabımda yazdım, “bu tüneller derhal açılmalı ve turizme kazandırılmalı” dedim. Yerlerini gösterebilirim size ama kaplı, toprak yığını yani, bir şey göremezsiniz. Savaş tehlikesi geçtikten sonra elektrik tesisatı sökülmüş, kaderine terk edilmiş. 1948’lerde Haşim İşçan devlet hastanesi temelinden çıkan molozları oraya doldurttu, tüneller kayboldu.

Bizans sarayı hakkında bir bilgi var mı, sonradan Osmanlı sarayı olan. Kazı yapılmış sanırım o bölgede?

Bursa’da iki tane saray yeri vardır. Biraz geri gidelim o zaman. Bursa milattan iki bin yıl önce Balkanlardan gelen Tyniler diye bir kavim tarafından kurulmuş (Doğrusu MÖ 185’tir. A.C.-). Kurulduğu zaman da şimdiki devlet hastanesi karşısındaki çay bahçesinin olduğu yere saray yapılıyor. Sonra Bithynia devleti kuruluyor, oraya Bithynia sarayı denir. Şu an hala kemerleri görünüyor.

Nerededir kemerleri?

Devlet hastanesi karşısında çay bahçesinin yanında otopark var. Girin oraya, solda göreceksiniz. Sonra Bursa’da Bizanslılar hüküm sürmeye başlayınca şimdiki orduevinin oraya saray yaptırmışlar. O saray da Bursa’nın fethini takiben Osmanlı sarayına dönüşmüş. 

Aynı bölgede bir Alman konsolosluğu olduğu görülüyor 1900’lerin başlarına ait fotoğraflarda.

Bursa’da yedi tane konsolosluk varmış 18. asırda. Murdiye’deki Fabrika-i Humayun’un üstündeki ipek fabrikasının yanında kırmızı tuğlalı bir bina vardır. Bizim eski belediye binasına benzer. Orası eski Fransız konsolosluğudur. 

(Söz konusu bölgede, Belvü Otel’den çekilmiş bir fotoğrafı gösteriyoruz)

O bölgeye Rum ve Ermeniler tarafından iki tane fabrika kurulunca devlet mahcup olmuş, halktan da istek var, Fabrika-i Humayun kurulmuş aynı bölgeye. O yüzden oteller de yapılmış olması normaldir. Çünkü orası büyük bir iş bölgesi. Bursa’nın kiliselere dönelim, not aldım isimlerini. Setbaşı’nda Akdemir Sokak var, Namazgah’a çıkarken soldan birinci sokak. Orada Protestan Ermenilere ait bir kilise var. Şimdi Necatibey Kız Meslek Lisesi olan yerin yanında bir kilise var, şu anda faal. Orası kendi haline terk edilmişti. 2000 yılında Büyükşehir belediye  başkanı Erdoğan Bilenser çok önem verdi oraya ve restore ettirdi. İlk yapıldığında Protestan kilisesi olarak yapılmış. Sonra katolik Ermeni kilisesi olmuş. Ama o kilisenin esas yapılma sebebi misyoner faaliyetleridir, Fransızlar tarafından yaptırılmış. Muradiye’deki turizm meslek okulu Amerikan Koleji idi. Fransız ve Amerikalılar misyonerlikle ilgili birlikte çalışmışlar. Bir de Setbaşı’nda İpekçilik Caddesi’nde sağda Setbaşı İlkokulu var. Orada bir kilise vardı, 1980’den sonra o kilise yıktırıldı, oraya okul yapıldı. Orası da Gregoryen Ermenileri kilisesi. Demirkapı’da bir kilise var. Demirkapı otobüsüne binin, son durakta inin hemen göreceksiniz, büyük bir bina. Orası da Rum Ortodoks kilisesidir. Bir de Muradiye’de askerlik şubesinin içinde bir kilise var. Duvarları duruyor, çatısı çöktü. Orası da Rum Ortodoks kilisesi. Bir de Altıparmak’ta Şaypa mağazasının üstünde bir kilise vardı, çarklı değirmen denirdi oraya. Dönence adıyla bir yer oldu sonra. Orası da Osmanlı döneminde Rum Ortodoks kilisesi idi. Sonradan değirmen haline getirmişler. Ben çarkının döndüğünü hatırlıyorum, un öğütürlerdi.

Balıkpazarı Kilisesi diye bir kilise var mıydı?

Hah, ona şimdi geleceğiz. Ona aslında Yabati kilisesi denir. Onu ayırdım diğerlerinden çünkü farklı bir özelliği var.

Neredeydi bu kilise?
Zafer Plaza’nın bu tarafı, Tophane’nin altı. Kalıntıları duruyor hala. İsmi Yabati Teleologos Kilisesi’dir tam ismi. Orhan Gazi Bursa’yı fethettiği zaman kale içi denilen Hisar semtinde iki bin tane ev vardı. Türkler, Rumlar, Yahudiler ve bir ihtimal Ermeniler de varmış. Orhan Gazi Bursa’yı Türkleştirebilmek için ne yapsın? Onları kaleden çıkartması lazım. Onları çıkartacak ki yerlerine Türkleri yerleştirebilsin. Eğer Türkleri kaleye yerleştiremezse kendi sarayının da bir hükmü olmaz. Çünkü iki bin tane Hıristiyan ev var. Ne yapmış? Bugünkü kırk merdivenden, Balibey Han’dan altından itibaren Tophane yamaçlarına ta Yıldız Kahve altına kadar, oralara evler yaptırmış, Rumları, Ermenileri o evlere oturtmuş. Tabi orada Hıristiyanlar çoğunlukta olduğu için oraya bir kilise yaptırmış.  Altıparmak civarında Yahudiler çoğunlukta olduğu için oraya da havra yapılmış ama havranın ne zaman yapıldığını bilmiyoruz. Yaptırdığı kilisenin ilk papazı Yabati Teleologos isminde birisi. Yani kilise ismini ilk papazından alıyor. Oraya kısa adıyla Yabati kilisesi de derler.

Balıkpazarı Kilisesi aynı yer mi?

Şimdiki Timurtaş Paşa türbesinin o bölgeye Balıkpazarı denirdi. O yüzden kiliseye de Balıkpazarı kilisesi de denirdi.

Türkler azınlıkları Müslümanlaştırmayı değişik yollarla denemişler mi?

Aleni olarak ya da misyonerlik faaliyeti gibi yapmamışlar. Ama çocukları devşirme olarak askere alıp Müslümanlaştırmışlar. Bursa Mehter Takımı var ya, ben onun kurucusuyum. Mehter tarihini incelemek için yeniçeri tarihini incelemek lazım. Orada da devşirmeler çıkıyor işte. Önce Rumeli’nden çocuklar alınmış. Yavuz Sultan döneminden itibaren de Anadolu’dan da alınmış. Bunlar yeniçeri ocağında maaşlı asker olunca ailelerine yardım yapmaya başlamışlar. Hatta ileride içlerinden subay olanlar, makam mevki sahibi olanlar olmuş. Yani öyle zamanlar olmuş ki Hıristiyanlar kendi istekleri ile çocuklarını vermişler.

Hisar içinde kilise var mıymış, mutlaka vardır?

Varmış ama fetihten sonra hepsi kalkmış. Mesela bir tanesi, en büyüğü, Osman ve Orhan Gazi türbelerinin olduğu yer, St. Eleni. Gümüşlü Kubbe denen yer. Ayriyeten Kavaklı Camisi’nin olduğu yerde, Üftade Camisi’nin olduğu yerde, bir de Zindankapı’da kiliseler varmış. Kazım Baykal bundan bahsederdi.

Sinagog var mıymış?

Şehrin içinde sinagog nerede vardı bilinmiyor ama Yahudi cemaatinin olduğu biliniyor. Hatta Orhan Gazi şimdiki Arap Şükrü sokağındaki hamamı yaptırmış, suyunu havraya bağışlamış. Suyunu bağışladığına göre demek ki oraya bir havra da yaptırmış. O sokağın adı aslında Sakarya Caddesi’dir.

Yani daha Orhan Gazi zamanında o sokak iskana açılıyor ve Yahudiler orada yerleşiyor?

Evet açılıyor. Kazım Baykal Bursa Anıtları kitabında Orhan Gazi’nin hamamın suyunu havraya bağışladığını yazar. O sokakta iki havra var. Bir tanesi Mayor havrası, Arap Şükrü meyhanesinin yanında. Öteki de o hamamın yanında, Geruş havrası. Bir tane daha havra varmış, Es Haim havrası. 1906’da Altıparmak Caddesi açıldığında o havra yola gitmiş.

Bursa’nın en erken devirlerine ait kayıtlar var mı?

En erken döneme ait hiçbir kayıt yok. Orhan Gazi dönemini yazanlar, işte Aşıkpaşazade gibi, sonradan aldıkları duyumlarla yazanlardır. 15. asırdan itibaren resmi belgeler vardır. Ne olmuş peki en eski resmi belgelere? Karamanoğulları Bursa’yı yağmaladıkları dönemde Orhan Camisi, ki bu bir çeşit hükümet camisidir, sağlı sollu revaklıdır, farklı yüksekliklerde makamlar vardır, içeri girdiğinizde görürsünüz, makamlara göre yapılmış. Devletin tüm arşivi de orada saklanırmış. Karamanoğulları Bursa’ya geldiğinde o camideki evrakları yakmış. Hatta şimdi kapıdaki kitabe caminin asıl kitabesi değil Çelebi Mehmet’in tamir ettirdiğine dair kitabedir. Karamanlılar Osmanlı’yı çok uğraştırmışlar yani.

Yıldırım Beyazıt’ın kemiklerini çıkarttıkları söylenir?

Bir çok şey yapmışlar, Bursa’yı talan etmişler. Karaman’ı ilk yok etmek isteyen Yıldırım Beyazıt’tır. O yüzden onun kemiklerini çıkartıp bugün Okçular bölgesindeki bir hamamın külhanında yakmışlar.

Çelebi Mehmet bunu bildiği için kendi bedeninin bilinenden başka bir yere gömülmesini vasiyet etmiş. Yeşil Türbe’nin alta katı gibi bir yer

Yeşil Türbe Selçuklu modeli mahzenli bir türbedir. Muradiye hamamının kıble tarafında yüksekte bir türbe vardır, Savuşturan Süleyman Türbesi denir. Bursa subaşısıydı. İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’da görevlendirildi, İstanbul’un Türkleşmesini sağlayan çok otoriter biriydi. Emekli olunca gelmiş oraya medrese mektep yaptırmış. Orası da aynı Yeşil Türbe gibi mahzenli türbedir. Gidin bakın, türbenin altında yolun kıyısında bir kapı var, alt katın kapısı. Bir tane de yeni bir örnek var. Şu ileride Oruç Bey’in mezarı var, şahsa ait bir evin içindeydi. Biz mücadele ettik, o zamanki DSP’li Osmangazi belediye başkanı o evi kamulaştırdı. Sonraki belediye ise o türbeyi meydana çıkardı. Ama önce araştırma kazıları yapıldı, baktık ki mahzenli türbe. Yan tarafta merdiven var, aşağı iniliyor.

İki katlı yani?

Evet. Asıl mezar alta, üstteki sembolik mezar. Anıtkabir de bu modeldedir. Çelenk koyulan yer semboliktir. Çelebi Mehmet türbesi de böyledir. Yıldırım Beyazıt’ınki öyle değil. Yıldırım Beyazıt Camisi’ni yaptıran ustalar belli değil ama Yeşil Camisi’ni yapanlar belli. Mimarı İvaz Paşa. Bunlar Tebrizli ustalar. Demek ki Tebrizli ustalar Selçuklu usulünü Bursa’ya getirmişler. Çelebi Mehmet’ten önce Tebrizli ustaların yaptırdığı bir yapı yok.

Köylüler Bursa’ya geldiklerinde, bir işi var ise, hükümeti nerede bulacak? Mesela muhtarın mekanı yok. Gidip kapısını çalıyorsun, işini yaptırıyorsun. Böyle bir şeye gereksinim yoktu ama sonradan hükümet binaları yaptırılmış.

1965’lere kadar eski dönemleri iyi bilen kişiler vardı, ben onlardan dinledim. Hükümet binası şimdiki Heykel önünde imiş. Hatta oraya saray önü denirmiş.

1930’larda yapılmış o meydan değil mi?

Tabi. Hatta oradan geçen caddeye de Saray Caddesi denirmiş. Mimar Erken Hakkı Ayverdi eski vilayet binası, eski adliye ve defterdarlık binalarının hem mimarisini hem de müteahhitliğini kendisi yapmış.

Önceden cezaevi de oradaymış, sonradan Uluyol’a taşınmış.

Evet oradaydı. O binalar yapıldıktan sonra Bursa’da yeni bir imar hareketi oluyor. Caddenin adı önce Gazi Caddesi, sonra da Atatürk Caddesi oluyor. Şimdiki Heykel’in üst tarafından Çandarlızade İbrahim Paşa hamamı var. Oraya Mahkeme Hamamı denirdi. Neden? İşte Osmanlı döneminde Bursa’da devlet daireleri oradaydı, mahkemeleri de oradaydı. Koskoca Çandarlızade İbrahim Paşa Hamımı’na mahkeme hamamı denir. Halbuki hiç alakası yok ismiyle. Mahkeme o mahallede olduğu için bu ismi kalmış. Kız Lisesi’nin olduğu bölge.

Valilik binası Heykel’e taşınmadan önce Cumhuriyet Caddesi’ndeymiş, tütün deposu olarak kullanılan bir binada?

Cumhuriyet Caddesi’nde şimdi Gökçen Hanı’nın olduğu yerde eski antika bir bina vardı. Yunanlılar işgal süresince o binayı kullanmışlar. 1922’de Bursa’yı terk ederlerken bütün devlet dairelerini yakmışlar. Hükümet binasını da talan etmişler. Daha sonra vilayet Heykel’de yeni yapılan binaya taşındı. 1950-60’lara kadar yaşlılar o meydana ve caddeye saray önü derlerdi.

Saat Kulesi ne zaman yapılmış?

O da 1906’te yapılmış. 1904-1906 arasında çok şey yapılmış. O kule yangın gözetleme kulesi olarak yapılmış. Saat kısmı sonradan taş kısmın üstüne ilave edilmiştir. Yakın zamana kadar itfaiyeciler orada 24 saat nöbet tutarlardı.

Sık sık yangın çıkarmış herhalde?

Evet. O zamanlar evlerin aralarında 1-2 m. yol vardı. Mesela bir örnek vereyim. Postanenin üstünde Akbıyık Camisi var. O caminin doğu tarafına bakın, dar bir geçit göreceksiniz. İşte o zamanın sokakları öyleydi. Hisarda da öyleydi. Ahmet Vefik Paşa Bursa’ya daha mutasarrıf olarak geldiğinde ilk işi cadde açmak olmuş, mesela Muradiye Caddesi’ni açmış, 1884-1886 arası olacak. Halka ilan etmiş. Fakat kimse evini yıktırmıyor. Ne yapmış? Arabasına binmiş, ekibini hazırlatmış, arka tarafa ellerinde kazma kürekli 20 kişi hazırlatmış. On kişi muhafız. Özellikle bir dar sokağa giriyormuş. Sokak dar olduğu için makam arabası geçemiyor. “Vali Paşa devlettir, devletin arabası geri dönmez” diyormuş, yıkım emir veriyormuş. Böyle böyle zorla yıktırmış, kimse de bir şey diyememiş. Eskiden Hisar’ın birçok sokağı böyle dardı.

Bursa’da neden hiç büyük taş ev, sivil yapı görmüyoruz?

1855 depreminde büyük yıkım olduğu için herkes geçim derdine düşmüş. Bir de işin daha ilerisi var. Mart ayında çok soğuk bir havada deprem olduğu için birçok yerde yangınlar çıkıyor. Yangında sadece evler değil çarşılar da yanmış. Halk erzak bulamaz hale gelmiş. O günün şartları içinde kagir binalar bile yapılamamış. Kubbesi çöken camilerin üstüne idarelik çatılar yapılmış. Mesela bir örnek vereyim. Tahtakale’ye girin. Hemen sağda Mecnun Dede Camisi vardır. 1965’e kadar onun üstü çatılıydı, kubbesi çökmüş. Kazım Baykal Eski Eserleri Sevenler Derneği olarak oraya kubbe yaptırdı. 1855 depreminden sonra taş bina yaptırmaya halkın gücü yetmemiş. Yokluk var, perişanlık var. Hatta bina yapacak usta yok. Camileri bile Rum ustalara yaptırmışlar. Şahadet Camisi’ne bakın. Kiliseden dönme derler. Hiç alakası yok. 1855 depreminde üç tarafı çöküyor, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kitabında yıkık halinin fotoğrafı var. Sonra 1906’dan sonra devrin valisi Mahmut Celalettin Paşa yıkık kısımları kaldırtıp duvarları onartıyor. Cami biraz küçülmüş oluyor. Mesela Orhan Gazi’nin kardeşi Alaattin Bey’in camisi var, Alaattin Camisi. Onun da üstü kilise kemeriydi. 1960’da Kazım Baykal orayı restore ettirirken o kilise kemerini kaldırtırdı. Üftade Camisi’nin üstünde kilise kemeri vardı. Ben hatırlıyorum o günleri. Restorasyon sırasında onun da kemeri kaldırıldı. Yani camileri bile Hıristiyanlara yaptırmışız usta yokluğundan, ustalar da kendi usullerinde yapmışlar tamiratı.

Peki 1855 depreminden sonra Bursa’da hiç mi zengin kişi yaşamamış da taş ev yaptırmamış? Yoksa depremde taş ev çöküyor diye korkulmuş mu?

O da olabilir. Bir daha öyle taş binalara niyet edilmemiş. Önemsenmemiş olabilir. Ahşap daha kolay yapılıyor çünkü. Hatta yıkılan yerlerin enkazını bile kaldırmamışlar, enkazı düzleyip üstüne ev yapmışlar. Şimdiki Hisar içinde kazılarda görüyoruz, tuğla kiremit kırıkları çıkıyor.

                 2. Bölüm  ( 11.1.2011 )

 Bursa’daki ipekçilikten bahseder misiniz?

Bursa’da ipekçilik çok gelişmiş bir faaliyet koludur. Bu yüzden kentin bir adı da ipek kentidir.

Sanırım Osmanlı’dan önce de varmış ipekçilik?
Çok eskiden başlamış. Belki Bizans’tan da evvel. Neden?  İpekböceğinin yetişmesi için dut ağacı gerekir. Ama bu ağaç meyve vermeyen dut ağacıdır, bildiğimiz dut ağacı değil. Bunun yaprağı ile ipekböceği beslenir. Meyve veren dut ağacının yaprağı koza üretimine yaramaz. Bundan 20 senesine kadar Bursa köylerinde bu ağaç çoktu. Ama Çin’den ipek gelmeye başlayınca Bursa’da ipekçilik geriledi. Dolayısıyla köylerdeki bu ağaçlar da köklerinden söküldü, hamamların külhanlarında yakacak oldular. Birkaç dağ köyünde hala var ama az sayıda.

Çakırhamam bölgesindeki ufak derenin yakınlarında ipek işleyen tesisler var mıydı?
Çakırhamam’da değil, Muradiye, Demirkapı, Alacahırka bölgesinde vardı. Çırçır atölyesi denirdi. Azcık geriden alarak anlatayım. 1840 yılına kadar Bursa’da 410 tane ipek kumaşı dokuyan tezgah varmış. Ağırlıklı olarak biraz önce söylediğim bölgedeydi bu atölyeler. Çünkü bu iş için suya ihtiyaç vardır. Kozadaki iplik makaralara sarıldıktan sonra kalan böcek artıkları çok pis kokar. Bu artıkları Climboz Deresi’ne atılırdı. Bu dere eskiden yılın 12 ayı akardı, atılan atıkları alır götürürdü. Bursa’yı hiç tanımayan biri gelse orada koza işlerinin yapıldığını kokudan anlardı.

Mevsimi ne zamandır bu işin?

Yaz başında başlar, son bahara kadar kozalar işlenir. Bu bahsettiğimiz dönem, 19. yüzyıl ortalarında Bursa’nın zenginleri Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler idi. 1846’da Taşçıyan Ohannes, Dokumacı Osman Efendi ve Cumali Efendi buhar ile işleyen ipek fabrikalarını ilk kez Cilimboz Deresi yanına kurdular. Bunlar, iki Ermeni, iki Türk böyle bir girişim başlattılar. 1888’de Şehreküstü Mahallesi’nde Kazaz Ahmet Muhtar Efendi’nin evi satın alınarak ilk defa İpekböceği Okulu kuruluyor.

Bu kuruluş tarihleri hakkında değişik bilgiler var, siz hangi kaynağa dayanıyorsunuz?

Kazım Baykal’ın 2000 senelik Bursa Belediyesi adlı eserine. Bir yıl sonra Karaağaç Mahallesi’nde Osman Fevzi Efendi’nin evine taşınmış. Karaağaç Mahallesi nerede? İpekçilik Caddesi’nin sol tarafı, yokuşu çıkarken solda. Ermeni Mahallesi yani. Sonra Keork Torkumyan adlı bir Ermeninin önderliğinde şimdiki yerine taşınmış. Şimdi restore edilen binaya. 18 Ağustos 1893’te buraya taşınmış okul. Bu bina da 1930 yılında İpekböcekçiliği Enstitüsü adını almış. 1974’te Hürriyet’e taşındı. Devlet bu okulu İmam Hatip Lisesi’ne vermişti. Müze olacağı söylendi ama okul idaresi diyor ki tamamını müze olarak kullanmayacağız. Bir odası müze olacak. Bu da hiçbir mana ifade etmiyor. Dedim ya, 1974’te okul Hürriyet’e taşınınca okulun pek çok aleti Diyarbakır’a gönderilmiş, orada müze oluşturmak istemişler. Kalan aletlerin bir kısmı da şimdi Muradiye’de moda okulu olarak açılan yere götürülmüş. Kalan az miktardaki aletler de şimdi eski binada bir tek odaya müze olarak kondu. Demirkapı’da 1846’da iki Ermeni ve iki Türk’ün fabrika açmasından sonra bizim devletimiz utanıyor da Fabrika-i Humayun’u kuruyor. Bu iki Ermeni daha sonra fabrikayı satmışlar, Romangal adlı Fransız almış. O da Kolsuz Faik denen fabrikatöre sattı. Şimdi onun oğlunun mülkiyetinde orası, çalışmaz bir halde. Fabrika-i Hümayun’un açılmasından sonra devlet bu işleri yapabilecek kişileri teşvik ediyor ve Mollaarap ve Umurbey taraflarında, aşağı yukarı on beş civarında fabrika açıyorlar. İpekerler Fabrikası, Gaffarzadeler Fabrikası gibi. Bu fabrikaya ham ipek gelir, oradan çıkıncaya kadar her türlü işlemi görür ve kumaş olarak çıkar. O bölgede su kaynağı olarak 6-7 tane ayazma var. Su bol olduğu için orada kuruldu bu fabrikalar. Suyun olmadığı yerde bu iş olmaz. Dediğim gibi şimdilerde ipek işi bitti. Eskiden Kozahan’a binlerce köylü ipek getirirdi, orası ana baba gününe dönerdi, bayram yerine dönerdi. Toptancılar gelir ürünün kalitesine bakarlardı. Orada bir borsa oluşurdu, fiyat oluşurdu.

Fiyatı devlet belirlemiyor yani?

Hayır, devlet karışmaz. Biri gelir der “Bu 10 lira eder” der, siz gelirsiniz “12 eder” dersiniz. Malın kalitesine göre serbest piyasa oluşur.

Üreticinin elinde malın kaldığı olur muydu?

Üreticinin elinde bir tek koza kalmazdı. Kötü mal biraz daha ucuza giderdi ama elde kalmazdı.

Kötü ürün nasıl olurdu? Büyüklüğüne göre mi yüzeyine göre mi?

Büyüklüğü de önemli ama yüzeyindeki ipliğin sarılışı önemli. Onun ustaları anlardı kalitesinden.

Bu iş kolunda da daha çok gayri müslümleri mi görüyoruz?

Osmanlı döneminde Ermeniler daha çok, birkaç da Türk var. 1922’de Yunanlıların gitmesinden sonra bütün işler Türklere kalmış. 1940’lı yılları hatırlıyorum. Bir tek Hıristiyan yoktu Kozahan’da. Yahudiler bu işlere  pek girmezdi zaten.

Kozahan’ın üst katındaki dükkanlarda eskiden de ipek ürünleri mi satılırdı?

Evet. Oralar fabrikaların yazıhaneleriydi.

Bu işten zengin olan köyler var mıydı?

Vardı tabi. Mesela Kayhan beyin babasının 4000 dönüm arazisi varmış, Beşevler’in az ilerisinde. Kayınpederim öyle anlatırdı. Kağnı arabalarına uzun tahtalar koyar boylarını uzatırdık da hararları öyle götürürdük derdi.

İpek ticaretinde isim yapmış aileler var mıydı?

Mesela İpekerler. Sonra Kolsuz Faik’in çocukları, soyadlarını unuttum. Gaffarzadeler sonra. Resulzadeler.

1930’larda İpekiş Fabrikası açıldığında sadece ipek işlemesi için mi kurulmuştu?

Evet, tamamen ipek için. 1930’lu yıllar Bursa’da ipeğin en bol olduğu zamanlardı. Merinos ise sadece yünlü dokuma için açılmıştı.

Okul kurulduktan sonra Fransızlar eliyle ipek üretiminde 2-3 kat artış yaşanmış. Ne zaman Fransızlar elini çekmiş bu işten, verim düşmüş.

Evet, Fransızlar Bursa’da ipek üretiminin artması için teşvikçi oluyorlar. Hatta Bursa’da üretilen ipeğin Avrupa’da satılması için Mudanya tren hattını özel olarak onlar yaptırıyor. 1895’te çalışmaya başladı o hat. Gerçi o hat bugünkü ölçülerde değildir, dar ray denen sistemdir o hat. Maden ocaklarında kurulan sistemdir, küçük ebatlıdır. Çocukluğumda çok bindim ben o trene. Pazar günleri sabah gider akşam dönerdik. Bursa-Mudanya arası 3 saatti o zaman. Cumhuriyetten sonra ipek üretimi o denli olmuyor, tren hattından başka amaçla yararlanılıyor. Merinos 1938’de açıldıktan sonra fabrikada kullanılacak olan kömür Zonguldak’tan gemilerle Mudanya’ya getiriyorlar, Mudanya’da trene yükleyip Merinos’a getiriyorlar.

Merinos durağı bu işe mi yarıyordu?

Trenin baş durağı eski sebze halinin bulunduğu yerdeydi. Merinos ara duraktır. Şimdi restore edilen Merinos durağını geçince sağ tarafa bir makas vardı. Makas ile yan hatta geçip fabrikanın içine girerdi tren, kömürü boşaltıp öteki baştan çıkar giderdi. Yani sonraları bu hat yolcu taşımacılığı için kullanılmış. Yolcu taşımacılığında da çok fazla verim yok. Ancak Pazar günleri halk Mudanya’ya gidiyor, diğer günlerde yolcu yok. Diğer günlerde de kömür taşınıyordu işte. Zannedersem 1948’de Mudanya treni iflas etti. 1953’te de rayları sökmeye başladılar. Daha ileride Paşa Çiftliği durağı, ondan sonra da Beşevler durağı vardı. Şimdiki Fatih Lisesi’nin yanında.

Tren ücretleri nasıldı?

Büyük küçük ayrımı vardı. Hatırladığım kadarıyla büyük 20, küçük 5 kuruştu.

Bursa kalelerine gelelim isterseniz. Kaç tane kale vardı Bursa’da? Bugün sadece Hisar’daki akla geliyor. Ama tarih boyunca Bursa’da 6 tane kale vardı. Birinci kale olan Hisar Kalesi’nin yapılışı hakkında, yapılış tarihi hakkında kitaplarda çok ayrıntılı bilgi yok. Bugün belediyenin koyduğu panolarda Bizans eseri olarak anlatılıyor. Bizans eseri ama Bizans’ın hangi döneminin eseri? Bizans kısa süre hakim olmadı ki, 1000 yıl sürdü. Bu konuda net bilgi veren bir kitap var, Kazım Baykal’ın 2000 Yıllık Bursa Belediyesi kitabı. Orada açıkça diyor ki büyük Roma İmparatorluğu ikiye bölündüğünde Anadolu Doğu Roma İmparatorluğu’nda kalmıştı ve Bizans adını almıştı(1). Ancak Roma’nın ikiye bölünmesinden sonra Bizans eski gücünü bulamadı ve dış tecavüzler olmaya başladı. MS 410 yılından itibaren İstanbul ve Bursa başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerinin çevresi duvarlarla örüldü, kaleler yapıldı. İşte böylece Bursa Kalesi’nin ne zaman yapıldığını öğreniyoruz. Bizans yöneticilerinin emriyle yerleşim yerlerinin etrafı alel acele duvarla çevrildi. Halk “benim malım gitsin canım gitmesin” düşüncesiyle evlerini dükkanlarını yıktılar, çıkan malzemelerle duvarları yaptılar. Kazım Baykal “işte bakın Hisar’a, hep çıkma mal” derdi. Hakikaten de 80 bin defa bak aynı şeyi görürsün. Bir yerde bir mermer sütun görürsün, bir tarafta bir pencere sövesi görürsün, bir kapı sövesi görürsün, hatta bir yerde örneği var, hela taşı koymuşlar. Büyük taş diye koymuşlar. Böyle yapılmış ve mimari bir işçilik yok. Zaten plan program yapacak zaman da yok. Çıkan malzemelerle önce doğu, batı ve kuzey taraflarına duvar yapılabilmiş. Buralara öncelik verilmiş. Çünkü bu üç tarafın çevresi zeminden çok düşük. Malzeme yetmediği için güney tarafına derelerden topladıkları taşları koymuşlar. Ancak burası düşmanın tecavüz etme gücü daha yüksek, yer düz olduğu için. Bu yüzden güney tarafına çift sur yapılmış. .az miktardaki büyük taşlar güney durunun dışına yerleştirilmiş, sonra bir harç atılmış ve arkasına çakıl taşlar dökülmüş. Düzgünce yerleştirme usulü yok. Ona sallama duvar deniliyormuş. Kestel Kalesi’ne, Kite Kalesine bakın, diğer kalelere bakın, malzeme ve işçilik hep aynı. Her yerleşim kalesini kendi gücüyle yapmış o devirde. Yani Bursa Kalesi’nin ilk yapımı MS 410’da olmuş. İkinci kale de şöyle. 1310 yılında Osman Gazi Bursa’yı fethetmek için Mollaarap mevkiine geliyor. Orada inceleme yapıyor. Aldığı bilgilere göre bu kalenin zor fethedileceğini hesap ediyor. Bursa’nın  iki tarafına iki ayrı kale yapılmasını emrediyor. İşte bir tanesi Balaban Bey kalesi.

Kentten doğuya giden yol üzerinde değil mi?
Tabi. Doğudan gelen yolu kesmiş oluyor böylece. Üçüncü kalenin yeri meçhuldür. Üçüncü kale için kitaplar hep Kükürtlü’nün karşısındadır der. Kazım Baykal derdi ki “ya Kükürtlü’nün hangi cephesinin karşısında? Doğu mu batı mı?” Ve derdi ki “bu konuda ben çok araştırma yaptım ve bir ipucu elde ettim.”  Nedir o? 1948 yılında vali Haşim İşçan Hamzabey’deki yeni vali köşkünü yaptırırken Kazım Baykal yapılan kazıları izlermiş. Oradan Balabanbey Kalesi’ne benzer temeller çıkmış. Hemen yetkililere bildirmiş, müze müdürüne ve diğer uzman kişileri toplamış inceleme yaptırmış ve “evet burası Kükürtlü’nün karşısında denilen Aktimur Kalesi’dir” sonucuna varılmış. Ama sadece bunu bulmak yeterli değil, çünkü o konuda yazılı bir belge yok. Bunu nasıl belgeleyeceğiz. Durumu askeriyeye, garnizon komutanlığına bildirmişler. Orası da Genelkurmay Başkanlığı’na bildirmiş. Bir süre sonra buraya Genelkurmay’dan bir subaylar heyeti gelmiş. Onlara da “evet, Aktimur Kalesi büyük ihtimalle burasıdır” demişler. Sonuç öyle kaldı çünkü yazılı belge bulunamadı. Hatta vali köşkünün şimdi batı tarafında Villa Biçen diye bir yer var. Orası da kalenin yapıldığı dönemde mezarlıkmış. Baktık ki hakikaten 14. asra ait mezar taşları var. Oradan da anladık ki burası kalenin mezarlığıdır. Çünkü her kalenin yakınında mezarlığı olurmuş. Mesela Balaban Bey Kalesi’nin mezarlığı yakınındaki caminin olduğu yerdeymiş. İkinci ve üçüncü kaleler yani Balabanbey ve Aktimur kaleleri böyle. Osman Gazi bu kalelerin yapımını 1317’de başlattırıyor. İki kalenin bir yılda yapıldığı söylenir.

Kuşatmanın 20 yıl sürdüğünü duymuştum ben.

1317’da başlanmış, 1318’de içine girmişler. Bursa 1326’da alındığına göre demek ki 8 yıl sürmüş kuşatma. Balabanbey Kalesi Bursa’nın doğusuna giden yolun yanında, güneyine giden yolun da yakınında. Neresiydi güney yolu? Pınarbaşı’ndan Abdal Murad’a doğru giden yol. Bu kale bu yolu da kontrol altına almaya yaramıştı. Kuzeyden gelen yol ise Acemler’de batı yolu ile birleşiyor ve Hamzabey Cami’sinin oradan geçiyordu. Yani doğu ve güney yollarını tutmak için Balabanbey Kalesi, batı ve kuzey yollarını tutmak için de Aktimur Kalesi yapılmıştı.

Kuzey yolu Kurşunlu’dan geliyordu değil mi? Peki Osmanlı döneminde Gemlik’ten Bursa’ya gelen yol yok muymuş?

Gemlik’ten Bursa’ya gelinemiyordu çünkü oralar Gökdere’nin yatağı idi. Daha sonra oralar gelişti, Demirtaş’tan buraya yol yapıldı.

Geçen sefer doğu yolunu anlatmıştınız, Aksu’ya giden. Bu yol iki arabanın geçebileceği bir genişlikte olmalı. Hiç kalıntısı yok mu?

Maksem’den geçip Temenyeri’ne, oradan da şimdiki Teleferik mahallesinin oralardan geçip Aksu’ya gidiyordu. Kızık köylerinin hepsinin üst tarafından geçiyordu. Şimdi her taraf talan edildiği için şurada şu kalıntı vardır diyemiyoruz.

Yol olduğuna göre muhakkak çeşme de vardır. Çeşme izlerinden çıkarılabilir belki.

O yolda çeşmenin olmaması mümkün değil, çünkü su kaynaklarına çok yakın geçiyor. Peki şunu sorayım. Dağ yolunda her gördüğünüz çeşmeden su içtiniz mi? Bir dahaki gidişinizde tavsiye ederim bunu yapın. Her çeşmenin suyunun tadının başka olduğunu göreceksiniz. Neden? Su bazı yerde granit taşından gelir, bazı yerde kireç taşından gelir, bazı yerde sarı topraktan gelir, bazı yerde kara topraktan gelir, bazı yerde bataktan gelir. Her çeşmenin suyunun tadı farklıdır. Bazılarından maden suyu bile akar.  Bugün menba suyu diye evlerimize aldığımız sulara bakın. Hepsi ayrı lezzette. Hâlbuki hepsi Uludağ’ın suyu.

Kalelere devam edelim. Bu iki kale ile kent fethediliyor. Fetihten sonra Orhan Gazi kenti geliştirmek istiyor. Ama Hisar bölgesinin dört tarafı da uygun değil. Az ötede, Çakırhamam’dan Setbaşı çınarına kadar olan bölge Gökdere’nin yatağı. Geçen sefer konuşmuştuk, bu dere ıslah ediliyor ve bu geniş alan yerleşime açılıyor. Dış kale denen kale de bu alana yapılıyor. Kazım Baykal bu dış kalenin çevrelediği alanı şöyle tarif ederdi. Oğlum derdi. Nalbantoğlu Camisi’ni bul, oradan doğuya doğru git, aşağı Gümüşçeken Caddesi’ne in. Cumhuriyet Caddesi’ne gel, oradan batıya doğru gel. Pirinç Han’ın oradan yukarı Çakırhamam’a çık. Çakırhamam’ın üstünden Nalbantoğlu’na gel. İşte kalenin sınırları buydu. Bu kalenin iki kapısı olduğunu konuşmuştuk. Kale içine külliyesi yapılmış. Kalan yerler de güllük gülistanlık bahçe haline getirilmiş. Sonraki kalemiz Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılmış. Yıldırım semtinde kendi adıyla yaptırdığı caminin çevresine külliyesini ve etrafına da kalesini yaptırmış. Neden? Burası merkezden uzak bir yer çünkü, yaptırdığı külliyeyi koruma altına aldırmış. Bu kalenin biraz kalıntıları var. Caminin alt tarafında bir tane kapısı var kemerli. Kapının üst tarafında duvarları da duruyor. İşte kaleden kalanlar bunlar. Bu da beşinci kalemiz. Daha sonra bir kale daha yapılmış. Malum 1600 yılından itibaren Celali İsyanları olmuştu. Bu isyanlarda Bursa çok sık eşkıya tecavüzüne maruz kalmıştı. Gelen eşkiyalar Bursa’yı talan etmişler, yakıp yıkmadık yer bırakmamışlar. Zenginlerin hem parasını almış hem de öldürmüşler. Kadınları kızları kaçırmışlar, çadırlarında âlem yapmışlar.1610 yılında Sultan 1. Ahmet Bursa’ya geliyor, buna bir çözüm bulmak için. Bursa muhafızı olan Nakkaş Hasan Paşa’ya emir veriyor. “Paşa ben İstanbul’a gidiyorum, ne gerekiyorsa yap” diyor. “Ne para istersen, ne imkan istersen vereyim, buna bir çare bul” diyor. Hasan Paşa da, yine Kazım Baykal’ın ifadesine göre, Tatarlar Köprüsü’nden Yeşil’e, Yeşil’den Şehreküstü’ne kadar yüksek bir duvar yaptırıyor. Ben krokilerin üzerine cetveli koydum baktım. Tatarlar Köprüsü dediği yer Yıldırım’ın yaptırdığı kalenin köşesi oluyor. Demek ki oradan Yeşil’e kadar duvar taptırmış. Şehreküstü denen noktaya baktım, o da Orhan Gazi zamanında yapılan dış kalenin köşesi. Demek ki V harfi şeklinde bir kale yapılmış, eşkiyanın bu büyük bölgeden girmesini önlemek için. Kalan muhafızlarını da diğer bölgelere kaydırmış. Ama tam istenen sonuç alınamamış. Nihayet 1612 yılında sadrazam Kuyucu Mustafa Paşa 10 bin askerle birlikte bir gece ansızın Bursa’ya geliyor. O sıralar Bursa’da Kalenderoğlu eşkiyası vardı. 20 bin kişiydiler ve Atıcılar Çayırı’na çadır kurmuşlardı. Gündüzleri asıp kesiyorlardı. Mesela Acemreis Camisi, Reyhanpaşa Camisi, Şehreküstü Camisi gibi yerleri, bütün hanları hamamları ne varsa gasp ediyorlardı. İşte Kuyucu Mustafa Paşa bir gece ansızın geliyor. Diyor ki “bir tavuk dahi sağ kalmayacak, ne gerekiyorsa, sallayın kılıcı”. Bir kısım askerin eline de gazyağı veriyor, çadırların etrafına döküp ateşe veriliyor. Eşkiyaların bütün çadırları yakılıyor, ateşten kaçanlara da kılıcı sallıyorlar ve kökünü kazıyorlar. Eşkıya bu şekilde temizleniyor. Bu da Bursa’nın altıncı kalesi olmuş oluyor. Şimdi hamamlara gelelim. Roma zamanında hamamlara balmea deniyormuş. Sonra kaplıcalar yapılmış. Onlara da kapalı ılıca anlamında kaplıca denmiş. Özellikle Çekirge ve şimdiki Yeni Kaplıca bölgelerinde yapılmış bu hamamlar. Bu iki bölgenin birbirinden farkı vardır. Çekirge bölgesindeki suların hemen tamamı çelikli sulardır, çelik madeni vardır o sularda. Ve onlara erkek sıcak su denir. Su sıcaklığı 30-50 derece arasındadır.

Çelik Palas otelinin suyu da çelikli miymiş, adı oradan mı geliyor?

Tabi tabi. Fakat Yeni Kaplıca bölgesindeki sular genelde kükürtlüdür, kükürt içerir. Zaten suları yumurta gibi kokar. Bunlara dişi sıcak su denir. Çünkü 50-85 derece arasındadır. Ancak bunların içinde Karamustafa suyunun dalları ayrıdır. Onun suyu inde çelik, kükürt, gümüş, radyoaktivite ve çok fazla madenler vardır. Farklı bir daldan gelir o su. .bu sıcak sular kaynaktan çıktıktan sonra hamama doğrudan verilmez. Verilirse insanlar tavuk gibi haşlanır. İçinde soğuk su katılarak verilir, 50 dereceye düşürülür. Yeni Kaplıca’nın içinde havuzun olduğu bölgeye girerek sağlı sollu birer oda vardır, halvet denir. Onun sağdakine eşek terleten denir. Aslında orası üşük terleten’dir. Neden? Kaynağından ilk çıkan su oraya hiç katkısız şekilde gelir. Duvarda şu masa büyüklüğünde bir havuzcuk vardır. Oraya gelir ve orası her zaman duman duman olur, buharlıdır. Çok üşümüş, hastalıklı olanlar, soğuk algınlığı olanlar, ağrısı sızısı olanlar orya gelir. Orada yarım saat oturdu mu ne ağrısı kalır ne sızısı. Fizik tedavisi yani. Üşüyenlerin ısınması anlamında oraya üşük terleten denmiş. Halk dilinde buna eşek terleten derler. Biz çocukluğumuzda giderdik oraya. Sadrazam Rüstem Paşa’nın vakfı idi, ama sonradan çalmışlar, şimdi şahıs elinde. Oraya gelenlerin ikamet etmesi için yan tarafına kervansaray yaptırmış. Üstünde düzlük bir arazi vardı, oraya da bademli bahçe denirdi. Bunun sebebi de tam orta yerde bir tane badem ağacı vardı. Orası kaplıcanın mesire yeridir. Orası evlerden uzak bir bölge olduğu için gelenler yanlarında yiyecek getirirdi. Banyoyu yapanlar çıkar kilimi, örtüyü yayar istirahat ederlerdi. Ondan sonra yola çıkarlardı. Kaplıcaya gidenler eskiden çiğ yumurta götürürlerdi sepet içinde. Eşek terleten’e girdiğinde,  hani sırt keselemek için kese vardır ya, yumurtayı keseye koyarsın, ipinden tutarsın, ipiyle suyun içine sallarsın, içeride 3-5 dakika kaldı mı yumurta pişer. Bursa’nın diğer kasımlarında da hamamlar çoktur ama bunların tamamı ısıtmalı hamamdır. Eskiden odun kütüğü yakılırdı. Sonra kömür yakılmaya başlandı. Zaten çoğu şimdi kapandı. Şimdi mevcut olanlar da doğalgaz yakıyor. Kaplıcalar olsun, ısıtmalı hamam olsun, iki tipte olurdu. Tekli hamamlar ve çifte hamamlar.

Hem kadınlara hem erkeklere..

Evet, bir tarafı kadın bir tarafı erkek. Mesela Kükürtlü Kaplıcası’nın erkek kısmını Murat Hüdavendigar yaptırmış. Daha sonra 2. Beyazıt zamanında kadınlar kısmı yapılmış. Çifte olmuş ama şimdi yine tek çalışıyor. Eski Kaplıca sadece erkeklere olduğu için sonradan yanı başına, güneydoğu köşesine küçük bir hamam daha yapılmış kadınlar için. Oraya Armutlu Kaplıcası denirdi. Yeni Kaplıca’yı Rüstem Paşa yeniden yaptırıyor, ondan sonra yanına kaynarca hamamı yapılıyor, kadınlar için. Yüzyıllardır orası hala kadınlaradır. Mesela Çakırhamam çifte hamamdır. Ama az ileride İnebey hamamı tek hamamdır, sadece erkeklere çalışır. Nasuhpaşa Hamamı yapıldığında çifte hamammış. Mütevellileri hamamı idare edememişler, kadınlar kısmını yıkmışlar, tek hamam kalmış. Yani bir suyun sıcaklığına göre bir de tek ya da çift olmasına göre ayrılır hamamlar.

Hamamların hepsinde havuz olur mu?
Kaplıcalarda olur, diğer hamamlarda yoktur. Neden? O kadar bol suyu bulmak mümkün değil. Kaplıcalarda çıkan sular doğrudan kullanılabilir haldedir. Ama ısıtmalı hamamda su önce külhan kısmına gelir. Külhan kısmında büyük ocak vardır, üstünde kazan, ona cehennemlik denir. Orada çalışana da külhancı denir. Külhanda yanan ateşin üzerindeki büyük kazan çoğunlukla hamamın yıkanma yerinin ortasına doğru konmuştur. Neden? Onun buharı ile hamam içi ısınsın diye. Külhandan çıkan duman nereye gidiyor? Ateş tam kıvamına geldikten sonra külhancı özellikle kapıyı kapatır, sıcak dışarı çıkmasın diye. Duman nereden çıkacak? Birçok yerde ince künklerle çıkış yeri sağlanmıştır, bütün hamamlar böyledir. Bu künkler hamamın duvarının içinden geçip yukarı kiremitliğe kadar çıkar, buna tütek denir. Kızgın duman dışarı çıkarken aynı zamanda binayı da ısıtmış oluyor. Şimdiki kalorifer sistemi gibi. Restorasyonlar sırasında biz çok gördük. O künkler duvarda hemen sıvanın altındadır. Tabandan da geçer. Umurbey Hamamı’nı restore ettiler, gidin görün. Külhandan çıkıp tüteklere dağılan yerler tünel gibi, üstüne cam koydular gözüksün diye. Bazı hamamlarda tüteğin üstüne tuğla parçası koyarlar, sıcak hemen dışarı kaçmasın diye. Erkek hamamlarında soyunma yerlerinde peştemalciler vardır. İçeri girmek isteyenler üstlerini çıkardığında onlara peştamal verirler.

Soğukluk denen yer değil mi?

İlk girdiğin soyunma yeri. Ondan sonra soğukluğa girilir. Peştamal sarıp girdiğinde kese yapanlar var, onlara tellak denir. Çıkarken de ılık olan yerde, soyunma yeri ile yıkanma yeri arasındaki yere ılıklık denir, orada da bir görevli olur, ona da havlucu denir, çıkanlara havlu sarar.

Yeme içme ılıklıkta mı yapılırdı?

Orada da olurdu ama daha çok dışarı olurdu.

Bir de oranın sosyal mekan olma özelliği var değil mi, muhabbetler falan..

Tabi canım. Muhabbetin en alası olurdu orada. Birçok tanımadığın kişilerle dost olurdun orada. Bir adet vardı eskiden. Hamama gittin mi üç kişinin arkasını kesele. Mahşer günü onun sevabı senin önüne gelecek denirdi. Ben gençliğimde çok iyi hatırlarım, bakardım yanımdaki insanlara, “abi ya da kardeş, sırtını keseleyeyim mi” derdim, e herkes sırtının keselenmesini ister. Böylelikle birçok dostluklar meydana gelirdi. Kadın hamamlarında ise bir farklılık vardı. Oralarda peştemalci, havlucu yoktur. Çünkü kadınlar peştemalini, havlusunu evinden getirir. Hamam bohçası denir, onun içinde getirir. Orada çalışanlara da natır denir.

Ne iş yapar natır?

Hizmet eder içeride.

Kadınlar küçük çocuklarını da yanında götürürdü değil mi?

Evet. Mesela çocuk 6-7 yaşlarına geldi mi hamamcı artık onu almaz içeri. “Sen babanla git” derdi. Anası eğer azcık ısrar ederse, “ya bu daha çocuk ne olacak” gibisinden şeyler söylerse hamamcı da “onun babasını da getir bari” derdi. Hamamlar bir de gelin hamamı olarak özel olarak kiralanırdı. Evlenecek olan kızın ailesi düğünden önce hamamı sabahtan akşama dek kiralardı. Bir de damat hamamı olurdu. Damat hamamında hamam bütün gün kiralanmaz. Çünkü erkekler sabahtan akşama kadar hamama gitmez. Damat hamam çoğunlukla akşamüstü olur. Beş, on veya yirmi kişi elli kişi, ne ise, damat arkadaşlarını alır beraberce hamama gidip yıkanırdı. Bir de kırklama hamamı vardı. Doğan çocuk kırk günlük oldu mu o gün anne baba akraba, komşu ve arkadaşlarını hamama götürürdü. Çocuğu da alırlardı ve hani kırk defa yıkıyormuş gibi bir anlamı olurdu. Sünnet hamamları olurdu. Çocuk sünnet olacağı zaman sünnet sahibi hamamı komple kiralardı. Bir de adak hamamları vardı. Adak adarsın da adağın gerçekleşirse hayırına falanca hamamı tutarım, herkes yıkansın dersin. Mesela adak hamamı bugün Çekirge’dedir, Sultan Hamamı, Askeri Hastane’nin önündedir, hala aynı işlevi görür. Umuma açık değildir. Benim adağım var deyip tutmaya kalksanız altı ay sonraya gün verir. Çünkü Bursa’da bir tek o kaldı. Adak hamamı kiralayanlar evde yiyecek içecek hazırlar, pastalar, börekler, çaylar, ayranlar, şerbetler,  gelenlere ikram edilir, konuklar aç bırakılmaz yani. Bunların içinde önemli olanı Gelin Hamamı. Demirtaşpaşa Hamamı var, biliyorsunuz, orası Bursa’da gelin hamamı olarak anılırdı. İçerisinin dizaynı ona göre yapılmış. Soyunmalık olan yerler üç kademe sedir halinde, basamaklı. En üst kademede nineler, anneanneler, babaanneler oturur, orta kademede anneler oturur, en alt sırada çocuklar oturur. Orada da ikramlar yapılır. Sünnet veya gelin hamamı yapılacaksa 1-2 gün öncesinde evlerde hazırlık yapılır, tatlılar, börekler, çörekler, şerbetler. Evlerde hazırlanan bu yiyecekler genç kızların eline verilir, üzerleri renkli kağıtlarla kaplanır. Şerbet dahi olsa güğümün üzeri renkli kağıtla süslenir, öyle götürülürdü hamama. Şimdilerde benim komşumun sünneti oluyor, haberimiz bile olmuyor. Oğluma 1974 senesinde sünnet düğünü yaptım, üç gün üç gece sürdü. Dört tane komşu evini işgal ettik. Karşımızdaki eski bir cami vardı, sonradan yıkılmış, büyük, 500 metrekare bahçe açılmış. Kazanlar kuruldu, masalar kuruldu, aşçılar geldi, yemekler yendi. Komşular dedi ki “tamam Erhan, bu Hisar’daki son düğün olur artık”. Hakikaten de artık başka öyle yapan olmadı. Şimdi artık ihtiyaç yok. Oteller var, lokantalar var. Gidiyorsun her şeyi orada yapıyorsun. Eski sıcak hava yok artık. Diyeceğim, Bursa’da Demirtaşpaşa Hamamı gelin hamamı olarak kullanılırdı. Peki Bursa’da kaç tane hamam var? Orhan Gazi devrinde 5 tane hamam yapılmış. İçlerinde padişahın yaptırdığı da var, başkalarının yaptırdığı da var. Bu beş hamamdan iki tanesini padişah yaptırmış, biri Hisar içinde hala faal, diğeri de dış kale içinde, şimdi Aynalı Çarşı dediğimiz yer, çifte hamam. Ben bu hamamları padişahların dönemleri olarak tasnif ettim. Orhan Gazi devrinde 5 tane hamam yapılmış. 1. Murat devrinde 6 tane kaplıca, 1 tane hamam yapılmış. 1. Beyazıt devrinde 7 tane hamam yapılmış. Fetret Devrinde 1 tane hamam yapılmış. 2. Murat devrinde 7 tane hamam yapılmış. 2. Mehmet yani Fatih devrinde 8 tane hamam yapılmış. 2. Beyazıt devrinde 1 tane kaplıca, 7 tane hamam yapılmış. Hangisiydi bu kaplıca? Kükürtlü kaplıcası kadınlar kısmı. Erkekler kısmını Hüdavendigar yaptırıyor, kadınlar kısmını 2. Beyazıt yaptırıyor. 1. Süleyman döneminde 1 tane kaplıca yapıldı. Neresi? Yeni Kaplıca. Yeni Kaplıca’nın aslında eskiden var olduğu, ancak atıl durumda, ihtiyaç olmadığından, kendi haline terk edilmiş olduğunu öğreniyoruz. Ancak Rüstem Paşa satın almış ve o binayı yeniden yaptırmış. Ondan sonra 2. Selim devrinde 3 tane hamam yapılmış. 1. Ahmet devrinde 1 tane hamam yapılmış. 4. Mehmet devrinde 1 tane kaplıca yapılmış. Hangisi bu? Kaynarca Kaplıcası. Sonradan yapılmış, neden? Karamustafa erkeklere ait olduğu için kadınlara kaplıca yok. Bu yüzden Kaynarca Kaplıcası yaptırılmış kadınlara. Hala daha, asırlardır orası kadınlara ait. 2. Ahmet zamanında 1 tane hamam yapılmış. Cumhuriyet devrinde 1 tane kaplıca yapılmış. Hangisi o? Çelik Palas’ın kaplıcası. Bir de devri bilinmeyen 2 tane hamam var, batık hamam deniliyor. Hamamlar böyle.

Dağ tarafında hamam ya da kaplıca biliyor musunuz, Orhaneli tarafında? Orada doğal sıcak su çıkan bir köy var. Sadağı.

Sadağı Köyü’nde bilinmeyen bir dönemde, Roma İmparatorluğu döneminde ya da daha evvelinde, orada kaynar su olduğu için oraya kaplıca yapılmış. Sonra sular boşa akmaya başladı. 1-2 sene önce onu boruyla köye getirmişler. Banyolu otel yapıp o sıcak sudan yararlanmak istiyorlarmış. Şimdi külliyeleri anlatalım. Nedir külliye? Bir taneden fazla olan yapı topluluğu. Mesela bir cami, yanında bir medrese. Ya da bir cami, yanında bir hamam. Bunlardan 5 tane padişahın 7 tane külliyesi var. Osman Gazi’nin hiç bir şeyi yok zaten. Çünkü biliyorsunuz Bursa’ya giremedi, Söğüt’te vefat etmişti. Dört tane de sadrazam külliyesi var Bursa’da. Ayriyeten 34 tane de diğer varlıklı kişilerin, beylerin, paşaların külliyeleri var. O zaman ne oluyor, Bursa’da 45 tane bilinen külliye var. Ancak külliyeler sadece bu 45 tane değildir, bunun fazlası vardır eksiği yoktur. Ondan sonra medreselere gelelim. Mefail Hoca Bursa Medreseleri diye bir kitap yazmış, orada 50 taneye kadar çıkmış. Onu ben biraz daha genişlettim, biraz daha fazla çıktı. Ama bir şey söylerken yerini de göstermek lazım. Bir de ben onları sınıflara ayırdım. Mesele bugün mevcut olan medreseler hangileri? 15 tane. Yedi tane de izi görülen medrese var. Bir duvarı var, ya da bir tonozu var, bir kenarı var. 46 tane de yok olan medrese var. Yani toplam 68 ediyor.

Bugün kullanılanlar hangileri?
Mesela en başta Çekirge’den başlarsak, caminin üstünde Hüdavendigar Medresesi var. Bu tarafa gel, Hisar’da Haraççıoğlu Medresesi, bu tarafa gel, Lala Şahin Paşa Medresesi. Sonra gel, İnebey Kütüphanesi. Yeşil’de müze olan yer Sultani Medresesi, Yıldırım Medresesi. Bunun gibi 15 tane kullanılan medrese var. Bir de 8 tane, mevcut olduğu biliniyor, ama yeri bilinmiyor. Bazı medreselerde mükerrerlik var. Bir tanesini söyleyeyim. Hoca Müslihiddin Medresesi deniyor. Bugün mevcut değil. Mevcut değil ama Memduh Turgut Koyunluoğlu yaptığı araştırmalarda, bu medresenin Kız Lisesi müdürünün odasının olduğu yerde olduğunu yazıyor. Ben bunu okuyunca hemen gittim lisenin etrafını dolaştım. Hakikaten arka tarafında kalın duvarlar var. Ama elimizde belge olmadığı için buradadır diyemiyoruz. Onu ne yapıyoruz, mevcut ama yeri bilinmeyen diyoruz. Orasını Hoca Müslihiddin gerçekten kendi mi yaptırmış? Bunun mükerrer isim olma ihtimali büyük. Neden büyük?  Mesela orada mahkeme hamamı var, karşısında mahkeme cami var. Halbuki onlar Sadrazam İbrahim Paşa külliyesidir. Hamam ve camiyi Sadrazam İbrahim Paşa yaptırmış. Yapılış tarihi de belli. Ondan sonra karşı köşede sağır pencereler vardır, hani pencereler vardır, içi görünmez. Orası imaretinmiş. Orası 1855’te yıkılınca yerinde daha sonra Kız Lisesi binası yapılmış. Fakat 1974’te Kız Lisesi binasını o tarafa büyütmek istediler. Kaza ile bulunuyor, Kazım Hoca bir bakıyor, kemerleri buluyor. Dur deyip hemen müdahale ettiriyor, kazıyı durdurtuyor, araştırma kazısı yaptırıyor. O zaman İstanbul’da olan Anıtlar Kurulu’ndan izin alıyor. Araştırma kazısı sonucunda oranın imaret olduğu ortaya çıkıyor. O kısma Kız Lisesi binası yapılamadı. Kazım Hoca “burası imaretin yeri, buraya bina yapamazsınız” dedi. Hemen o köşeye, iki tarafa dere taşı duvarlar yaptırdı.  Bir tarafa 3, bir tarafa 2 tane pencere yaptırdı, ama içten kapalı. Dış tarafa demirler koydurdu. İmaretin pencereleri olduğu belli olsun diye. O medresenin İbrahim Paşa’nın yaptırdığı medrese olması muhtemel. Çünkü İbrahim Paşa’nın devriyle Hoca Müslihiddin’in devri arasında yüz küsur sene zaman var. Belki de Hoca Müslihiddin bu medresede hocalık yapmıştır, müderrislik yapmıştır da ismi o şekilde kalmıştır. Bunun gibi, mesela şimdiki hükümet konağının olduğu yerde, arka tarafta, apartmanların olduğu yerde, Kazzazoğlu Süleyman Mehmet Paşa’nın medresesi vardı. Oraya Kazzazoğlu Medresesi denirdi, Veled-i Kazaz Medresesi denirdi, Boyacıkulluğu Medresesi denirdi. Ama zaman gelmiş, Çentik Mustafa Efendi orada bizzat müderrislik yapmış ve medrese de Çentik Medresesi adını almış. Halbuki müderris ile medresenin hiçbir ilgisi yok. Halk çok sevdiği için medreseye müderrisin adı verilmiş. Yapanın adı değil hocanın adı kalmış. Onun için bizim tarihlerimiz çok açık olmadığı için birçok yerde sıkıntıya düşüyoruz. Kazım Hoca da sıkıntıya düşüyordu, ben daha çok düşüyorum. Ben ona nazaran daha yüzeysel araştırıyorum. Bir de imaretlere gelelim. Onlar da Osmanlı döneminde var olan yapılar. Onları da sınıfladım. Bugün mevcut olan 4 tane var. Bir tanesi Çekirge’de caminin batı tarafında, kocaman bina. Muradiye’de, Muradiye Camisi’nin sol tarafında. Şimdi lokanta, Darüzziyafe Lokantası, orası da imaret. Sonra Yeşil’de, şimdi kafetarya olan yerler. Bir tanesi de Veziri Yokuşu’nda bir kümbet vardı. Kazım Hoca onu bir türlü tespit edememiş, belki mualimhane (=mektep) olabilir diyor, Bursa Anıtları kitabında. Ama oranın imaret olması kuvvetle muhtemel. Neden? Bursa’nın kapıları neredeydi fetihten önce? Saltanat Kapı, Pınarbaşı kapı.. Peki doğu yolu neredeydi? Maksem’den orya iniyordu. Demek ki ikindiden sonra kale kapıları kapatıldığına göre, ikindiden sonra Bursa’ya gelenler nerede yemek yiyecekti? İşte bu yüzden oranın imaret olma ihtimali yüksek. Şimdiki belediye orasını imaret haline getirdi. Recep Altepe onun arka tarafına yeni binalar yaptırdı, Eskici Baba İmareti adını verdi. Halbuki Eskici Baba’nın hiçbir ilgisi yok. Kılıfını uydurdu yani. Bir isim koymak lazım, Eskici Baba’nın mezarı da orada olduğuna göre, Eskici Baba imareti dedi. Bilmeyenler inandı buna. Üç tane de izi görülen imaret var. Bunların dışında 9 tane yok olan imaret var.

Şu fotoğraftaki bir şeyi sormak istiyorum size. Bakın burası Heykel Meydanı. Şurada bir kubbe var, bizim az önümüzde. Bu sonraki fotoğraflarda yok. Nedir bu?

O bir cami, Sarı Abdullah Camisi. 1935’te yıkılmış orası. Sapasağlam iken yıkıldı. Bu cami yapıldıktan sonra Şivriği Ali Efendi bu caminin önüne bir çeşme yaptırıyor. Bu camiyi yıkarlarken o çeşme çok güzel mermer işçilik olduğu için, ziyan olması diye çeşmeyi parça parça söküyorlar, Hacılar Camisi’nin duvarına monte ediyorlar. 1960’tan sonra Kazım Baykal Hacılar Camisi’ni restore ettirirken cami duvarına yapışık olan o çeşmeyi bir kere daha söktürttü, yan tarafa koydurttu. Ona ‘Gezen Çeşme’ derler. Yani gösterdiğin, Heykel’deki Sarı Abdullah Camisi’nin önündeki çeşme. Çeşme Hacılar Camisi’nin duvarındayken resimleri var. Kazım Hoca da baktı, “cami duvarında böyle çeşme olmaz” dedi, batı tarafına aldırdı. İyi de yaptı, daha zenginleşti orası. …..Hamamları anlatırken bir şeyi atlamışız. Bugün faal olan 18 tane hamam var. Bu 18 hamamın 8 tanesi kaplıca, 10 tanesi ısıtmalı hamam. Amaç dışı kullanılan da 21 tane var, 1 tanesi kaplıca, 20 tanesi hamam. Mesela Ördekli hamamı kültür merkezi olarak kullanılıyor. Bir de yok olan hamamlar var, onlar da 13 tane, 2 tanesi kaplıca, 11 tanesi hamam. Bir de Bursa’nın köprüleri var. Bursa’da tarihi köprü olarak 18 tane köprü görürüz. Bunlardan 14 tanesi bugün faaldir. Ancak 14 tanesinin 7 tanesini yerinde göremiyoruz. Neden? Köprünün üstleri genişletildi, asfaltlandı, köprü altta kaldı. Mesela bir tanesini söyleyeyim, Namazgah Köprüsü. Namazgah Meydanı var ya hani, üst geçit var. Üst geçitin altında yakın zamana kadar kemerli çok büyük köprü vardı, şimdi yok. Bir de 2 tane izi görülen köprü var.  İki tane de yok olmuş, hiç bilinmeyen köprü var.

Mesela bu fotoğrafta Setbaşı Köprüsü ahşap olarak görülüyor. Ayakları taş mıdır?

Ayaklarının taş olma ihtimali kuvvetli. Neden? Çelebi Mehmet tamir ettirmiş. Demek ki daha önce de varmış. Bunlar ne zaman yapılmış? Mesela Tatarlar Köprüsü. Orhan Gazi Gökdere’yi açtırıp dış kaleyi yapınca, bu bölge iskan sahası haline gelince, artık doğuya gitmek için ta Bursa’nın üstünü dolaşmak ihtiyacı kalmamış. İşte bu köprüler o zaman yapılmış. Setbaşı Köprüsü, altta Boyacıkulluğu Köprüsü, onun altında Kızılcıklı Köprüsü. Meydancık Camisi’nin altında kemerli bir köprü vardı, şimdi yolun altında kaldı. Onun hemen altında Tatarlar Köprüsü. 17. asırda şeyhülislam Mehmet Efendi cezalı olarak Bursa’ya mecburi ikamete gönderiliyor. Burada Tatarlar Köprüsü’nü tamir ettirmiş. Gelelim mesire yerlerine. Bursa’nın mesire yerlerine pazar günleri hep ailece gidilirdi. Öyle şimdiki gibi iki delikanlı veya bir kız bir erkek kol kola girelim, gidelim gezelim gibi, öyle şeyler olmazdı. Pazar günleri, bayram günleri gidilirdi mesire yerlerine. Giderken de herkes kendi bütçesine göre ya fayton tutar, ya briçka(2) tutar, veyahut da at arabası tutar. Oraya gidilir. Arabacı atları çeker bir kenara, hayvanı da çıkarır bir ağaca bağlar, otlasın, dinlensin diye.  Orada akşama kadar kalınır, ikindiden sonra, akşam ezanı olmadan dönüş olurdu. Neden? Eve gelinceye kadar akşam olacak. Kızık köyleri mesela, hepsi birer mesire yeridir. Kaplıkaya. Soğuk suların aktığı yerler. Herkes giderken karpuz götürür, suya konur, buz gibi olur o. Ondan sonra Temenyeri, Maksem’in yanı. Abdalmurad. Yukarıda türbesi var ya hani, orası da mesire yeridir. Ondan sonra Kokulusu. Kara Mustafa hamamının sol tarafının aşağısı. Oradan kaplıcaların fazla suları fışkırmış böyle. Kılcal damarlar. Oradan çıkan kükürtlü sular yumurta kokar, buhar buhar gider. Oraya Kokulusu denirdi.

Tabakhanelerin o taraf mı?
Hah. Tabakhanelerin üstü. Tabakhanelerle Kara Mustafa’nın arası. Oraya Kokulusu denirdi. Orada çıkan su ile çay demlenmez ama içecek su olarak çaydanlığa konur, o kaynayınca onunla çay demlenirdi. Yumurta kaynatılırdı. Az önce söylemiştim, Yeni Kaplıca’nın mesire yeri de Bademli Bahçe idi. Sadrazam Mustafa Paşa’nın vakfettiği yer. Bir de Ziraat Okulu bahçesi var. Mudanya yolunda giderken Hürriyet’i geçtiğinizde sağ taraf Ziraat Okulu, sol taraf bahçelikti. Bir de, uzak ama, bazı kişilerin tercih ettiği Geçit vardı. Şimdiki Geçit Köprüsü’nün olduğu yerler. Oraya da sabah erken gidilir, yol uzun çünkü. Gidenler de hep olta ile giderlerdi. Oraya billur bir su gelirdi ve çok balık olurdu. Gidilince kadınlar kızlar sabah kahvaltısını hazırlamaya başlayınca erkekler balığa giderlerdi. Öğlene kadar da öğlen yemeği için balık tutulmuş olurdu.

Mesire yerlerinde esnaf, satıcılar olur muydu? En çok ne satılırdı.
Tabi gelirlerdi. Valla simitçiler, çerezciler, öyle satıcılar gelirdi.

Panayır tarzı eğlence yeri olur muydu?
Mesire yerlerinde o kadar geniş kapsamlı olmazdı. Ancak o kadar geniş kapsamlı eğlence Pınarbaşı’nda Ramazan ve Kurban bayramlarında olurdu. O zaman yok yoktu Pınarbaşı’nda. Her çeşit esnaf orada tezgah kurardı. Tatlısı, tuzlusu, gazozcusu, oyuncakçısı, dansçı oynatan tiyatrocusu, ayı oynatanlar, yok yoktu, iğne atsan yere düşmezdi.

Panayırlar hakkında çok fazla bilgi yok kaynaklarda.

Bursa içinde panayır olmaz. Ancak çevre ilçelerde kasabalarda olurdu. Balıkesir’de, İnegöl’de. Mesela kasaplar, falanca panayıra gidiyoruz hayvan almağa derlerdi. Mesire yerlerine sadece aile gezileri olmazdı. O zamanlar erfane denen bir adet vardı. Erfane şudur. Çarşılarda bir kişi önderlik yapar. Her hafta Salı Çarşamba günü, eline bir kağıt kalem alır, esnafı sırayla dolaşır. Bu hafta falanca yerde erfanemiz var, Geçit’te bir misal. Ya da Ziraat’te, ya da Kestel’de. Yani müşterek ziyafet gibi bir şey, cemiyet. Herkesin katkısının olduğu bir cemiyet.

Köylerde hayır yemeği yapılır?

O ayrı.

Kafkas göçmenlerinin getirdiği bir adet olabilir mi bu?
Onu bilemeyeceğim ama Osmanlı devrinde bu, yaz aylarında her hafta olurmuş. Biz 1950’lerde son zamanlarına yetişmişiz. 1958 Kapalı Çarşı yangınından sonra esnaf dağılınca erfanecilik bitti. Ben 1957’de askere gittim. 1956’ya kadar birçok erfaneye iştirak ettim. O önderlik eden kişi her esnafı dolaşır, Ahmet Usta, Ali Usta, abi, kardeş, neyse, işte bu hafta Abdal Murat’ta erfanemiz var, veyahut Geçit’te, Ziraat’te, Kokulusu’da. İşte oraya gideceğiz, sen ne getirirsin, ne yaparsın? O der ki, ben bir tencere taze fasulye pişirir getiririm. Yazar oraya, Ahmet Usta bir tencere taze fasulye. Ötekine gider, ona anlatır durumu, usta sen ne yemek yapmak istersin. O da der, işte ben bir tencere türlü yapıp getiririm. Tamam, onu da yazar. Yemekler yazılır ki aynı yemeği getirmesin iki kişi. Ondan sonra organize eden kişi bakar, yemek işi tamamlanınca, usta sen getireceksin, bak şu şu yemekler getirilecek, yemek bitti, sen ekmek getir, aşağı yukarı 20 kişi olacağız, sen 20 tane ekmek getir. Olur der, ya da 10 tane getiririm der, 10 tane yazılır. On taneyi de başkasından ister. Diğerine gider, usta sen ne getireceksin. Sen de yaygı getir, kilim, halı, ondan sonra çatal kaşık, tabak sahan. Onu da ona havale eder. Böyle bir organize yapar, liste yapar. Her çarşının belirli bir toplanma yeri vardır. Pazar günü uzağa gideceğimiz için erken çıkmamız lazım. Sabah yedide Çakırhamam’ın önünde buluşalım, bir misal. Tencereler elde taşınmaz, yaygıya bağlanır, üstüne düğümcük yapılır, elde getirir herkes getireceğini. Yetecek kadar araba tutulmuştur. Dökülecek şey varsa herkes yanında taşır, dökülmeyecek şeyse ayrı yük arabasına konur. İnsan taşımak için 2-3 araba tutulduysa 1 araba da yük taşımak için tutulurdu. Gidilince organize eden kişi hemen yemekleri taksim eder, sofa sofra. Herkes çeşit çeşit yemeklerden yer. Böyle bir şey işte, karmakarışık. Her çarşının esnafı böyle erfane yapardı. Bunları ben 1948’de bir kere gördüm, 49’da da yapılmış, onu görmedim. 1950 yılında da zaten onu yapan, organize eden hoca öldü. Emir Sultan camisinin imamı vardı. Bursa’da Evliya Dede adıyla anılırdı, Hakkı Hoca. Şimdi kabri Emir Sultan Camisi’ne bu kapıdan girin, hemen sağda. Kapının hemen yanında. Bu beyaz sakallı, nurani yüzlü biriydi, işi o organize ederdi. Bir gün, babam da esnaf olduğu için biliyorum, bütün esnafa haber salınmış, peştamal kuşatma yapılacak diye. Şed kuşatma da denir buna, eski, Orta Asya adetidir bunlar. Her esnafın yetiştirdiği çırak kalfa, kalfalar da usta olurdu. Onlara peştamal kuşatma töreni yapılırdı.

Bir çeşit terfi töreni gibi.

Evet. Bunlar böyle piknik yerlerinde yapılırdı. Veyahut da o esnaftan birinin ev büyük bahçeli ise orada yapılırdı. Kazanlar kurulur, yemekler yapılır. Masraf taksim edilirdi. Her esnafın başı vardı. Esnafbaşı paraları toplar, aşçısıdır, garsonudur, masrafı hallederdi. Pazar günleri saat 10 civarı hocalar, hafızlar, Bursa’nın en usta hafızları gelip ilahiler okurdu. Bir saat böyle mevlit okunur. Ondan sonra saat 11 falan olur. Yetiştirilen kalfa ve çıraklar ustanın arkasına geçer. Ustanın elinde peştemallar. Bütün hafızlar ayağa kalkarlar, başlarlar tekbir getirmeğe. O tekbirlerle arka taraftan tek tek gelirler. Mesela önce bir usta. Arka tarafında kalfa durur. Şeyf efendinin, Hakkı hocanın önünde dururlar. Karşılıklı konuşma olur. Usta kalfasını nasıl yetiştirdiğini anlatır. Kalfa da, bundan sonra artık ben usta oldum, işte şöyle çalışacağım, dürüst hareket edeceğim,  helal lokma kazanacağım şeklinde konuşma yapar. Ondan sonra usta kalfanın arkasına geçer, önden verir peştemalı, sağ tarafından dolaştırarak arkasını düğüm yapar. O artık kalfa olmuştur. O arada kalfa ustasının elini öper, ondan sonra şeyh efendinin elini öper. Bu bir saygı ifadesidir. Ondan sonra orada ayakta duran hocaların ellerini öper.

İcazet alır yani.

Bir çeşit icazet gibi. Ondan sonra yan tarafa çekilir o kalfa. Sonra, varsa başka kalfa veya çırak, o gelir. Ona da aynı şekilde peştamal kuşatılır. Eğer birkaç tane esnafsa bunlar hep arka arkaya yapılır. Bunların hepsi bittikten sonra hepsi yan tarafta sırlanır asker gibi. Ayakta dikilir. Ustası da, kalfası da, çırağı da hepsi saygıyla durular. Ondan sonra hoca efendi bir dua yapar. Hala kulağımda o dua. Yarım saat sürer duası. Onun gibi dua yapacak hoca yok şu anda. Duada ustalara yaptıkları için hayır duası eder. Kalfa ve çıraklara bundan sonra dürüst hareket etmeleri için nasihatlarda bulunur. Tören bittikten sonra aşçılar sofa kurar, yemekler yenir. Sonra şeyh efendi uzun bir yemek duası yapar. Eller yıkanır. Sonra kahveler yapıp getirilir. Kahveden sonra sağdan soldan istek olur. Hocam, ya da şeyh efendi, ya bir ilahi okunsa nolur gibi, böyle nazla söylerler. Orada hafızlar ilahiler okur. Böylelikle ikindiye kadar muhabbetler olur. Ha o arada öğle namazı kılınır topluca. Yemekten sonra şeyh efendi yine öne geçer. İkindi namazından sonra hadi bize eyvallah, herkes dağılır gider. Bu peştamal kuşatmayı bir kez Abdal Murat’ta gördüm, bir de Bursa içinde esnafın kendi evlerinde gördüm birkaç defa. Bir kere de erguvan günlerini gördüm. Erguvan günleri, biliyorsunuz, Emir Sultan hazretlerinin icat ettiği bir etkinlik. Erguvan çiçeklerinin açtığı bir günde yaptığı için etkinliği erguvan günleri adını almış. Bundan 6-7 sene önce Yerel Gündem 21 kuruluşu içinde tarih grubu olarak şu erguvan günlerini bir kez daha ihya edelim dedik. Bu konuda ilahiyat fakültesinden Hüseyin Algül hoca geldi. Bize bir yazı getirdi. İşte ben de bunu bulabildim dedi. O bize ipucu oldu. Az da olsa fikir verdi. Biz azcık daha araştırdık geliştirdik falan, ve ertesi sene erguvan günlerini yaptık. Ama erguvan günlerini Emir Sultan’da caminin bu tarafına bir erguvan fidanı dikiliyor, o kadarla kalınıyor. Sonra bunu Büyükşehir Belediyesi de üstlendi. Bu 4-5 sene böyle devam etti ama tatmin edici olmadı. Neden olmadı? Başımızdaki idareciler erguvan günü deyince erguvan çiçeğini anladılar. Erguvan günü demek erguvan çiçeği demek değil. Lale devri deyince İstanbul’da lale akla geliyor. Hakkaten özel olarak lale getirilmiş, devletin hazinesinden çok büyük paralar harcanmış. Lale devrinde lale çiçeği önde gelir. Ama erguvan günü öyle değil. Velhasıl erguvan gününü bir türlü anlatamadık. Şimdi hala daha Yıldırım Belediyesi senede bir kere mayısta Emir Sultan’da yapıyor ama yaptığı iş, işte Emir Sultan’ın oraya bir erguvan fidanı dikiyorlar, iki politik konuşma oluyor, bir daha da unutulup gidiyor. Şimdi erguvan günleri nasıl oluyordu? Emir Sultan’ın padişaha damat oluşundan sonra Bursa’ya bir hareketlilik bir canlılık kandıralım diye, hem ekonomik hem dini yönden, sosyal ilişkiler yönünden, Bursa’da bir etkinlik programı hazırlamış, ve o etkinlik o kadar başarılı olmuş ki, Bursa dışından ta Konya’ya kadar bu etkinlik gelişmiş ve Bursa’nın dışında şehirlerden, köylerden, kasabalardan binlerce insan Bursa’ya gelir olmuş. Bursa’da hanlar o insanları almamış, Bursalılar evlerinde misafir etmişler. Ve o ilişkiler içinde, yıllar geçtikçe, bu samimiyetler dostluklar o kadar ilerlemiş ki birbirinden kız alıp vermeye kadar ilerlemiş. Evinde misafir ettiği kişiyle samimi olunca, e işte biz Kütahya’dan geldik, sen de bize gel diyerek, böyle kız alıp vermelere kadar gitmiş. Ekonomik yönden o kadar ileri gitmiş ki, gelenler getirdikleri malları Bursa’ya getirip satmışlar, giderlerken de Bursa’dan kendilerinde olmayan malları alıp götürmüşler. Böylelikle Bursa’da büyük bir canlılık olmuş. Ve o zaman camilerde, medreselerde, tekkelerde, her Allahın günü devamlı toplantılar yapılmış. İrşad toplantıları deniyor o zamanki tabirle. Halkı aydınlatıcı mahiyette toplantılar. Ve Bursa’nın sosyal hayatında, ekonomik hayatında, ta aile ilişkilerine varıncaya kadar çok geniş kapsamlı büyük bir hareketlilik meydana gelmiş. Emir Sultan’dan sonraki devirlerde bunlar devam etmiş, ne zamana kadar, 1854 yılına kadar. 1855 yılında Bursa depremi olunca herkes can kaygısıyla, mal kaygısıyla, ölen ölmüş, ölenlerin cenazeleri kaldırılmış, kalanlar bir tarafta ölenlerin acısı, bir tarafta dükkanlarındaki malların yok olmasıyla artık erguvan günleri unutulmuş, bir daha da yapılamamış. İşte biz Yerel Gündem teşkilatında bunu hazırlarken sempozyum şekline getirelim istedik. İdareciler peki dediler, hocalarla beraber daha başka profesörler de getirildi, Tayyare Kültür Merkezi’nde konferanslar verdiler. Ama bizim düşündüğümüz gibi olmadı. Erguvan günlerini biz Hüseyin Algül hoca, Mustafa Kara hoca haricinde, ne profesörlere ne diğer resmi görevlilere, kimseye anlatamadık, öğretemedik. Ve gerçek zeminine oturamadı. Osmanlı devrinde erguvan günleri nasıl yapılıyormuş?  En son işte 1948 yılındaydı, bir gün babam cumartesi akşamı dedi ki, oğlum sabahleyin saat 8’e kadar hazır ol, erguvan gününe götüreceğim seni, dedi. O güne kadar erguvan günü nedir bilmiyoruz. Sabah 8’de babamla çıktık, demek ki 11 yaşındaymışım, çıktık Alacakaya’ya gittik,  Asar suyun olduğu yer. Orada baktık, bizden önce gelenler de varmış 10-15 kişi. Herkes selamlaştı. Daha şeyh efendi gelmedi dediler. Çömeldi herkes. Biraz sonra şeyh efendi geldi, Hakkı Hoca. Daha da kalabalık oldu. Şeyh efendi dedi ki, arkadaşlar bugün erguvan gününü yapacağız. Şimdiye kadar erguvan günü unutuldu. Osmanlı devrinde bu çok farklı olurdu ama biz bugün gücümüz nispetinde bunu yapalım, ama usulü erkana da uyalım. Şimdi siz buraya gelirken belki hepiniz abdest alıp da gelmişsinizdir. Ama biz yine Emir Sultan hazretlerinin asasıyla çıkan şu suyla bir kez daha abdest alalım. Hem abdestimizi tazeleyelim, hem de Emir Sultan hazretlerinin şafaatından istifade edelim, dedi. Herkes orada abdest aldı. Oradan yukarı dar bir keçi yolu vardı, döne döne çıkan. Hep beraber çıktık yukarıya. Tabi iyi bir organize yapılmış. Gittik baktık, ohoo, yerlere halılar, kilimler yayılmış. Aynen o peştemal kuşatma töreni gibi, çadır kurulmuş, aşçılar orada, kazanlar kaynıyor. Orada Hakkı Hoca erguvan günlerini az önce anlattığım şekilde uzun uzadıya anlattı. Aslına uygun yapamayız ama biz bugün bunu bir canlandırmış olalım, inşallah ileride bu daha iyi yapılır dedi. Orada mevlüt okundu, kuranlar okundu, ilahiler okundu, yemekler yendi, namazlar kılındı. Böylelikle dağıldı, 48 yılındaydı. Neden bunu iyi hatırlıyorum? 1949 yılında babamla annem hacca gitmişti, hacca gittikleri için ben hiçbir yere gidemedim. Çünkü öyle ya, babasız gidilmez. 1950’de de zaten Hakkı Hoca vefat etmişti, bir daha da yapılamadı. Belki 49 senesinde yapılmıştır, onu bilemeyeceğim. İşte ben erguvan günlerini böyle anlattım, erguvan günlerini ihya edelim dedim, bugün o günlere nispeten daha büyük imkanlar var, hangi üniversite hocasını isteyeceğiz de o hoca ben gelmem diyecek, herkes eve seve gelir. Ondan sonra daha şanlı şöhretli hocaları, müezzinleri çağıralım, ve bu bir hafta devam etsin. Birçok salonlarımız var, bu salonlarda çeşitli konular, konuşmalar yapılsın, velhasıl belediyeciler bizim bu isteklerimize uymadılar. Daha sonra o konuda kitaplar çıkarıldı ama, kitaplar sadece Emir Sultan’ı methiyeden ileri gidemedi, erguvan gününü anlatan bir tek kitap çıkmadı. Şimdi mesire yerlerimiz dediğimiz zaman sadece aile ile gidilen yerleri değildi. Onu anlatmak istiyorum. Konumuz mesire yerleri olduğu için. Mesire yerlerinde işte peştamal kuşatma törenleri de yapılırdı. Erguvan günleri de orada yapılmıştı. Bir de damat gezileri de orada yapılırdı. Önceden evlerde düğün yapılır, öğlende yemek verilir, ondan sonra damat gezintiye çıkarılır. Bu da 1970’lere kadar yapıldı, sonra unutuldu. Öğle yemeğinden sonra gelin gelir, damat gelir. Ondan sonra damadın arkadaşları damadı alır, damat gezintisine çıkılır. Çoğunlukla Pazar günleri yapılır, sair günlerde olmazdı. Yine böyle mesire yerlerine götürülürdü, giderken de nevale, yiyecek içecekler hazırlanır. Oralara yiyecekler açılır, yeni, içilir, eğlence yapılırdı. Beni de götürmüşlerdi oradan biliyorum. İnkaya’ya götürmüşlerdi. İnkaya o zamanlar ters bir yer diye gelirdi. Akrabalar şunlar bunlar, taksilerle gitmiştik. Bagajları önceden doldurduk, yiyecekler içecekler. Orada bol bol yendi içildi. İşte mesire yerleri sadece Pazar günleri ailelerin gidip de istirahat ettikleri yerleri değildi. Hanlardan bahsetmiş miydik? Hanlar genelde kagir. Hepsi ticaret hanlarıdır. Bunların ahırlı ya da ahırsız olanları vardır. Mesela Koza Han’ın yan tarafında ahırı vardır. Hemen onun alt tarafında Fidan Han’ın da doğu tarafında ahırı varmış, 1855 depreminde yerle bir olmuş. Ama Geyve Han’ın ahırı yok. Demek ki oraya mal getirenler hayvanlarını diğer hanlara götürüyorlarmış. Kagir hanlar genelde iki katlı oluyor. Alt kattaki dükkanlar malın alıp satıldığı yerler. Üst katlar da yatakhane veyahut da alttaki dükkanın yazıhanesi.

At dışında hangi hayvan kullanılırmış?

At dışında eşek, katır ve deve de vardı. 1950’ye kadar Bursa’da develer de vardı, ama az vardı. Çok iyi hatırlarım, mesela bilhassa Kükürtlü, Tavşanlı tarafından Bursa’ya odun kömürü getirirlerdi develerle. Çok önemli bir ihtiyaçtı o zaman. Bu hanlar arasında yok olanlar olduğu gibi, mesela Katırcı Hanı, mevcut olup orjinalini koruyanlar da var bugün Bursa’da hanlar bölgesinde. Bir de bunların yanında köylü hanları vardır. Bahsetmiştik daha önce. Bursa dışından gelenler üç merkez çarşıya gelir, oralarda köylü hanları vardır. Yüklerini oraya yıkarlar, hayvanlarını da oraya bağlarlar. Bunlar içinde ilginç olan bir tanesini anlatayım. Kayhan çarşısında Şadırvan Han vardır. Onun yanındaki sokak Katırcı Sokak’tır. Neden Katırcı Sokağı, burada katır mı satılıyordu? Hayır. O zamanlar Bursa’ya Uludağ’dan yaz aylarında kar getirilirdi, blok halinde. Özel karcılar vardır. En az on katırı vardır. Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında çıkarlar. Eylül oldu mu zaten Bursa’da yağmurlar başlar. Bu üç ayda kar satışı çok olurdu, biz öyle çok kar aldık. Uludağ’da bloklar halinde kesilir. Kalın keçeleri vardır onların, yatak çarşafı gibi, veya daha da büyük. O keçelere sararlar. Keçelerle katırlara yüklerler, erimesin diye. Çünkü keçeden hava geçmez, çok sert keçelerdir onlar. Hatta, belki tarih kitaplarında okumuşsunuzdur, İstanbul sarayına dahi buradan kar götürülüyordu. Buradan inen katırcılar doğu tarafından Kurşunlu Köyü’ne, oradan gemilerle saraya götürürlerdi. Bursa’ya getirilen karlar o Katırcı Sokak’ta satılırdı. Getirilen yükler yere indirildi mi, daha keçelerin ağzı açılırken alacak alan alırdı orada, bloklar halinde. Mesela Tahtakale tarafında, Ulucami’nin batı tarafında Tuzcular Sokak vardır, tuz dükkanları vardı. O sokağın köşesinde, Kayhan’da kar alanlar orada perakende satarlardı.

Kar ne için kullanılıyordu?

O zamanlar buzdolabı yok. Mesela muhallebiciler bildiğimiz muhallebiyi yaptığı gibi bir de su muhallebisi yaparlardı. O azcık gevşek olur. Parça parça bölerler bıçakla. Bir tane bakır sahanın kenarı ile kar kazınır, muhallebinin üstüne konur. Üstüne de, loğusa şekeri diye bir şeker vardır. Bilmiyorum duydunuz mu hiç, üçgen olur, karanfilli falandır. O şekeri eritip onun şerbeti dökülür, karın üstüne. O muhallebi farklı bir lezzet alır. Bir de kar, soğutma için kullanılırdı. Su içecek olanlar bardağa biraz da kar atarlardı.

Evde nasıl saklanıyor kar?

Hemen o akşam biterdi. Ertesi güne nerede kalacak? Varsa muhallebide, yoksa, soğuk su içmek isteyenler kullanırdı. Bu kullanılan kara oturmuş kar denirdi, sertleşmiş kar, yeni yağmış kar değil. İlk kar yenmez, ancak ikinci kar yağdığında alınırdı. İkinci kar, hava azcık da soğuduğu için, azcık daha sert olurdu.

Pahalı mıydı kar?

Hayır, kimseye zor gelmezdi. Ver 5 kuruşluk derdin, keserdi bir parça. Testere ile kesilirdi.

Buzdolabı yokken evde yemekler nasıl saklanırdı?

Her evin kileri olurdu, evin altında, mesela Hisar’da. Bir de bazı evlerde Pınarbaşı çeşmeleri vardı. Mesela benim babamın evinde vardı. O mübarek su kış oldu mu ılık akar, bayağı duman çıktığını görürsün. Yaz aylarında da buz gibi gelirdi. Kimse buna akıl mantık erdiremedi. Hatta evin alt tarafında şu masa büyüklüğünde, diz boyu derinlikte omuzcuk vardı. İki tane künk su bir araya gelir, bir yerden geliyor, bir yerden gidiyor. Her evde böyle havuz yoktu, diğerlerinde çeşmeler vardı. Ya da fıskiye gibi akıyordu. Bizim evde havuzcuk olduğu için testileri uzun sopaya takıp suya sallarız. Komşular da testilerini getirirler. Her testinin üstüne yazılır, veya renkli ip bağlanır testinin ağzına karışmasın diye. Bir de karpuz, kavun, salatalık, bunlar da getirirlerdi. Soğusun diye suya atılırdı. Karpuz, kavun ve salatalıkları alta atardık. Salatalıkların sepeti vardı, sepetin içinde salardık içeriye. Üstte de testiler dururdu. Çünkü hepsini almazdı. Akşamüstü oldu mu herkes testisini karpuzunu almaya gelirdi. Üstelik suda soğutulan o karpuz salatalık şimdikinden daha sağlıklıydı. Neden? Suda soğuyordu. Şimdi buzdolabında soğutuyoruz. Ondan sonra yiyoruz, boğazımız ağrıyor.

Yemekler de suya konur muydu?

Yemekler de o havuzun kenarına sıralanırdı. Başka komşular da getirirdi tencerelerde. Hatta annem takılırdı, bakayım yemeğini beğenirsem tencere burada kalabilir, diye takılırdı. Gerçi o zaman ayıptı, kimse kimsenin tenceresini kapağını açmaz. Göz kalır diye. Özenirsen olmaz. Çok ayıp, çok günahtı. Kim ne getirmiş biz bilemezdik. Zaten evlerde yemek her gün yapılırdı. Evlerin çoğunda bacalı ocak olurdu. Bir de tencereler için maltız denen ayrı küçük ocaklar olurdu. Şimdiki 18’lik yap tenekelerini düşünelim. Alttan bir delik delerler. Etrafını kırık tuğla ve çamurla sıvarlar, ortasına demir koyarlar, ızgara yaparlar, altı küllük olur, üstüne kömür yakarlar. Benim annem, ben Türkmen kızıyım, bir çeşit yemekle sofra kurmam derdi. Evde çeşit çeşit maltızlarımız vardı bizim. Mesela çay demlemek için küçük maltız. Küçük tencere için orta büyüklükte, büyük tencere için büyük maltızlar vardı. Annem nereden bulursa sarı çamuru getirtir, sokaktan bulduğu tuğla kiremitleri getirip bir kenara koyar, maltız yapmaya. O zamanın adetleri öyleydi yani. Gaz ocakları falan yok.

Yemek adetleri nasıldı?

Çarşılarda her ne kadar lokantalar varsa da.. O zamanlar lokanta da denmiyor, aşçı dükkanı deniyor. Aşçı dükkanı vardı ama esnaf genelde öğle yemeğini evinden getirirdi. Ya sefer tası veyahut da bir çıkına sarıp üstüne düğüm atıp elinde öyle getirirdi. Aşçıdan yemek yiyen esnaf çok azdı. Evde hanım hasta olur yemek yapamazsa belki o zaman. Aşçılarda çoğunlukla dışarıdan gelenler yemek yerdi, çarşı esnafı aşçıda yemek yemezdi. Adet değildi yani, yemek evden getirilirdi. Akşam yemekleri genelde daha zengin, daha çeşitli olurdu. En basitinden bir cacık. Meşhur bir atasözü vardı: Langadan salata, Çengelköy salatalığından cacık olmaz denirdi. Neden? İki çeşit salatalık vardı. Bir, Çengelköy salatalığı vardı, parmak kalınlığında, küçük küçük böyle. O sert olurdu, onunla ancak salata yapardın, cacık olmazdı. Bir de bilek kalınlığında salatalık vardı. Ona langa salatalığı denirdi. O da yumuşak, etli etli olurdu. Onunla cacık daha lezzetli olurdu. Salatalıkta dahi bir ağız tadı, bir çeşitlilik vardı.

Yemekten sonra çay mı kahve mi içilirdi?
Meraklıları kahve içerdi.

Ne zaman içilirdi kahve, yemekten sonra mı?
Yemekten sonra içilirdi. Ama çay meraklıları çay yapardı. Fakat 46-50 arası dönemde bir kıtlık yaşandı Bursa’da. Çay meraklıları çay bulamaz oldular. Veyahut da çok pahalıydı. Karne dönemi. Mesela esnaf olanlar, işçi olanlar, onlar çay kahve alamazdı. Ayva ağacının yaprakları toplanır, ipe dizilir, gölge kurutulur, ondan çay yapılırdı. Veyahut da ıhlamur yaprağı. Çayın lezzetini tutmasa da ihtiyaç anında onlar kullanılırdı.

Kahvehanelerde hangisi daha ağırlıktaydı, çay mı kahve mi?

Kahvelerde üç çeşit kahve vardı. Birincisine has kahve denirdi, bildiğimiz kahve. İkincisine nohut kahvesi denirdi. Nohutu kavururlar, kahve yaparlar, fiyatı da ucuzdur. Mesela has kahve 10 kuruşsa nohut kahvesi 8 kuruştur. Bir de çavdar kahvesi vardır. Çavdarı kavururlar, kahve yaparlar. Kahveci eğer gelen müşteriyi tanıyorsa onun hangi kahveyi içtiğini bilir. Bir kere nohut kahvesi gerçek kahve lezzeti vermez. Çavdar kahvesi de zaten doğru dürüst lezzet vermez. Ama bunlar yokluktan dolayı kullanılırdı.

Abdülhamit dönemini anlatan kaynaklarda çay pek geçmiyor, hep kahve içiliyor.

Şimdi o konuya gelelim. Çay tiryakiliği Bursa’da çok gelişmişti. 40’lı 50’li yıllarda, iyi hatırlarım, ramazan yaz aylarına denk geliyordu. Ulucami’ninçevresinde, Tahtakale’nin yan tarafında kahvehaneler gündüzleri kapalıydı. İftardan sonra açılır ve sahur bitinceye kadar çay servisi yapardı. Hem de semaverle. Mesela bir grup toplanmışsak 8-10 kişi, kahveci ona göre büyük semaver getirir, üzerindeki demlik de ona göre büyük olurdu. Eğer 2-3 kişi oturmuşsak küçük semaver getirirdi. Ramazan geceleri böyle geçerdi. Ama tiryakisi kahve içerdi yine. Hatta kahvehaneler de farklı farklıydı. Bir tarafta nargile kahvehanesi. Oraya girdin mi pis kokuyu duyardın, ama orada oturanlar ona alışmış, tömbeki kokardı içerisi. Orada çay yapılır, kahve yapılmazdı. Çünkü nargile içen kahve içmezdi. Unuttuğumuz yer var mı diye bakalım şimdi, camileri anlatmadık. Bugün anıt eser olarak, Osmanlı devrinden kalan camilerden tescillenmiş 129 tane cami var. Bugün faal bunlar. Bunların 2 tanesi mescit. Koza Han ve Fidan Han içindekiler mescit, diğerleri cami. Yani minberi olan, hutbe okunan yer. Bursa’nın ilk yapılan camisi Alaattin Camisi’dir. Bu cami 1960’lara kadar mescitti, minberi yoktu. Kazım Baykal orasını restore ettirdiğinde neden burası cami olmasın dedi, Mevlevihane atıldı o zaman, mevlevihanenin minberini getirtti oraya koydurdu. Bir de imam tayin edildi ve Cuma namazı kılınmaya başladı. Bu camilerden, bugün mevcut olup da amaç dışı kullanılan 9 tanesi var. Bir de 30 tane yok olanlar var, adı var kendi yok. O zaman toplam 168 tane oluyor. Zaman ilerledi azcık da belediye teşkilatı ne zaman kuruldu, bunu konuşalım. Çünkü bu çok fazla işlenen bir konu değil. 1359 yılında Orhan Gazi zamanında şehzade Murat Bursa’nın ilk mutasarrafı olmuş, vali yerine. Sonra kendisi padişah olunca müstakil mutasarraf tayin etmiş. Daha sonraları mutasarraflıklar kadılık haline getirilmiş, sancakbeyleri olmaya başlamış. Ama belediye teşkilatı 1826 yılında ilk defa İhtisab Nezareti olarak kurulmuş. Bu 1846 yılında Zaptiye Mürşirliği (Belediye zabıtası) kurulmuş, belediye ile alakalı. 1854’de Şehremaneti kurulmuş. 1867’de belediye teşkilatı kurulmuş. 1870 yılında Bursa’da Defterdar Efendi, o zamanın defterdarı belediye başkanlığı yapmış. Belediye meclis üyesi olarak da Muhtar Efendi adında birisi muavin olmuş. Üye olarak da Hacı Mustafa Ağa, salım Ağa, Hacı Nazik Efendi, Salamon Ağa, Yorgo Ağa varmış. Cumhuriyet devrinde de 11.9.1922’de Bursa’da Muhtar Bey adında bir zat ilk defa resmi belediye başkanı olmuş. 26.3.1989’da büyükşehir belediyesi kuruldu, Teoman Özalp başkan oldu. Yalnız 1359’da şehzade Murat ilk mutasarraf olduktan sonra 1332’de İlyas Salahioğlu adında birisi de ilk kadı olmuş.

Ağzınıza sağlık, çok teşekkür ederiz Erhan Bey.

 --------------------------------------------------------------------------------------------------------- (1) Burada yanılıyor Erhan Bey. Bizans adı kent MÖ 8. asırda kurulduğundan beri vardır.     (2) Briçka: Faytona benzer bir çeşit atlı araba.