Uludağ'a
Çıkış (1835)
Doğuya yolculuk eden, Avrupa’da generallerle yemekte bulunan, Asya’da
beylerle pilav yiyen, sarayları gören, Boğaz’da bir kayıkla süzülüp geçen
bir insan, Türkiye’nin her yöresini gördükten sonra, Uludağ’ın doruğunda bir
çubuk içmeden dönerse, yerlilerce, “Hiçbir şey görmemiş” demektir.
Kuşkusuz benim de bu turistler arasına girmem gerekecekti. Bunun için,
haziranın on birinci günü sabahı saat dörtte, atlarımız kapıya getirildi.
Elimden geldiği kadar uykulu durumumdan silkinerek, yanımda bir Rum erkeği
(Kendisinin çok sevimli ailesiyle dostluk kurduk. Gezintimizin tadını
arttıracak ölçüde doğa bilgisi olmakla tanınmıştı) uşağımız ve bir kılavuz
olmak üzere, Allahın Mekânı (yeri) dedikleri yere doğru ilerlemeye başladık.
Sabahın erken saatinde, ortalık alacakaranlıktı. Sisler, çiçek demetleri
biçiminde, dağların üzerine çöküyor ve onları sanki ermin kürklerle
kaplıyorlardı. Ağır çiy damlaları, sık bitkinin üzerine serpiştirilmiş
gibiydi. Uykudaki şehrin eteklerinde, yanımızdan birkaç köylü gurubu geçti.
Bunların bir bölümünün omuzlarında tırpanlar vardı. Bu tırpanlar, aşağı
yukarı iki, iki buçuk metre uzunluğundaki sırıklara tutturulmuşlardı.
Bazıları, kürek taşıyorlar, bazılarının önünde de ipek böceği beslemek için,
dut yaprakları yüklenecek hayvanlar gidiyordu. Dut ağaçları Bursa’da
milyonlarca yetiştiriliyor. Bu böceklere sürekli olarak yaprak bulmak için
çalışan insanların sayısı gerçekten çok olmalı. Çünkü bir gün penceremizin
önünden dut yaprağı yüklü geçen iki yüz at, katır ve eşek saydık. Bunların
hepsi de şehrin belirli kapısından girmişlerdi. Ovada, göz alabildiğine
yetiştirilmiş dut ağaçlarının dalları, yalnız gövdesi kalacak şekilde
kesildiğine göre, Bursa’da dut yaprağı tüketiciliğinin ne kadar çok olduğu
kolayca anlaşılabilir.
Şehirden biraz uzaklaşınca, yanımızdan bir katır arabası geçti. Üzerinde
sımsıkı kırmızı bir örtü vardı. Yanında iki erkek yürüyordu. Arkadan da at
üzerinde üç Türk erkeği gidiyordu. Yanlarında uşakları vardı. Herhalde dağa
çıkıyorlardı. Ancak biraz ilerler ilerlemez, kereste taşıyan katır
kervanından başka hiçbir insan gözükmez oldu. Yapayalnız kaldık.
Dağa çıkış, şehirden ayrılır ayrılmaz başlar. İlk rastlanılan şey, yakın
tepelerden çıkan iki dağ suyunun çağıltılar yaparak, etekteki çukura doğru
akmasıdır. Bodur meşe ve fındık ormanları içindeki, iki atın bile yan yana
gidemeyecekleri kadar dar bir yoldan geçilir. Bu fidan ormanı, dağın eteğini
kaplamıştır. Biz tepeye çıktığımız zaman, buradan Bursa Ovası’nı ve
minarelerini gördük.
Sonra, fındık ormanını geride bırakarak yukarı doğru çıktık. Bu sefer,
kayalık bir yola girmiştik. Atlarımız sendeliyor ve kayıyorlardı. Bu yolun
sonunda, sıra durumundaki ikinci bir dağın eteğine geldik. Burada görünüm
güzelleşmeye başladı. Şehir arkamızda dağlarla çevrilmiş gibiydi. Tıpkı
haritadaki gibi bütün genişliğiyle gözüküyordu. Binalarla ağaçların uyumlu
bir biçimde, birbirine karışmış olmaları İstanbul’u andırıyordu. Böyle bir
görünümü başka bir yerde görmedim.
Her evin bahçesi olmasa bile, kesinlikle, önünde yüksek bir ağaç vardır.
Aile bireyleri günün sıcak saatlerinde burada toplanırlar. Yüksek bir yerden
bakıldığı zaman, bir Doğu şehrinin görünüşü hiç de tekdüze değildir. Oysaki
bir Avrupa şehrine yüksekten bakıldığı zaman, damlardan ve bacalardan başka
hiçbir şey gözükmez. Bu da insana hiç tat vermez. Bu ağaçların arasındaki
evler, sanki sık sık bir ormanın içindeymişler gibi gözükürler ve göz hiç
yorulmadan bu tabloyu izlemeye dalar. Bu sırada güneş vuran pencere
camlarının, birbirine girmiş yaprakların arasından parladıkları görülür.
Rüzgâr da yaprakları salladıkça, aralarından büyük bir kapı ya da bir köşk
göze çarpar.
Bu kez çıktığımız yerden, Bursa’yı daha iyi gördük. En çok göze çarpan yer,
Ulucami’ydi. Sisin arasından güneş ışıkları sızıyordu. Alçak minareler,
İstanbul’un mavi gökyüzüne doğru ok gibi fırlayan o gururlu ve çok yüksek
bir hayalin yarattığı ince, uzun minarelerinin, sanki karikatürü gibi
gözüküyorlardı. Bu minareler, güzelliklerini lodos rüzgârlarıyla yok
etmişlerdi. Çünkü Bursa’da, lodos rüzgârı o kadar sık eser ki, yüksek
binaların damlarını alıp götürür ve kubbelerin üzerindeki kurşunları
kaldırarak yıkık bir görünüm verir. Biraz ileride yatağındaki beyaz çakıl
taşlarının üzerinde, pırıl pırıl parlayarak bir ırmak akıyor ve ta uzaklarda
üzerleri bulutlarla yığılı koyu renkli dağlar gözüküyordu. Atlarımızın
ayaklarına on beş, yirmi santim yakınlıkta bir uçurum gözüktü. Burası, bodur
meşeler ve çamlarla kaplıydı. Görmemekle birlikte, bu uçurumun altında gürül
gürül bir suyun aktığını duyduk.
Bu bölümün ilerisinde, koskoca bir dağ gözüktü. Bu dağın üzerini, bir yandan
yün gibi parça parça ve kalın sis tabakaları bürümüş, öte yandan da bin bir
tonda, çok büyük çam ağaçları kaplamıştı. Önümüze çok büyük kayalar çıktı.
Bunların arasından ilerlemek zorundaydık. Bu alan üzerine rastlayan en küçük
bir toprak parçasından bile bir ağaç fışkırmıştı.
Buradan akan bir ırmakta bu ağaçların budaklı ve yamru yumru köklerini
yıkıyordu. Atlarımız, bu ırmağın içinden geçerken ayaklarının sıçrattığı
sular, dalgalar yaptı. Bundan sonra, yumuşak topraklı bir çimenliğe
rastladık. Burayı, birtakım orman ağaçları gölgeliyordu. Yaprakların
arasından kumru sesleri geliyor, zümrüt gibi yeşil bir çekirge de çiçekten
çiçeğe sıçrıyordu.
Burası, turist için dinlenilecek uygun bir yerdir. Bunun için, burada
durmaya değerdi. Dünyada bundan daha güzel yer, çok az bulunur. Bir iki gri
kaya, sık otların içini delerek toprağa girmiş, buraya ayrı bir güzellik
vermişti. Buradan, çevremizi kuşatan dağın görünüşünü izledik. Sanırım ki,
bu ıssız, sarp ve uçsuz bucaksız topraklarda yolculuk eden hiçbir insan
burada dinlenmek mutluluğunu kaçırmaz.
Bence yalnızca baş döndürücü uçurumun yanında duramayanlar değil, aynı
zamanda yolun otuz, otuz beş santim dar ve altının da derin uçurum olduğu
yerlerde atla gidemeyenlerle, sağlam bir kafa ile aynı ölçüde sağlam elleri
olmayanlar, Uludağ’a çıkmamalıdırlar. Öyle yerler vardır ki, tek geçecek
yol, ya bir darboğaz, ya da üzeri ıslak ve kayıcı üst üste yığılmış
kayalıktır. Atınızı, önce bilardo masası yüksekliği ve genişliğindeki düz
bir taşlık yere sürersiniz. Oradan akarsuları yarıp sıçratarak ve
bedeninizin her yanını çamurlara bulayarak karşıya geçer; bu kez kereste
taşıyan katır kervanı ile çarpışmamak için hemen yukarı doğru ilerlersiniz.
Buradan geçerken atınız, bitkilerin içinde yılan gibi kıvrılmış, büzülmüş,
yamru yumru ağaç kökleri arasında sendeler, tırmanır. Elinizle itemediğiniz
bir orman dalı size dizginleri düşürtecek ölçüde çarpar. Sonra karşınıza
dizlerinize kadar yükselen bir ırmak çıkar ve at da buraya zorla girer.
Herhalde buradaki tanrılar hiçbir kişiyi istemiyorlardır.
Toprak yükseldikçe, bütün görünüm değişti. Yüksek çam ağaçları duru
gökyüzüne doğru uzanmışlardı. Bundan sonraki yüksekliklere doğru kıvrılınca,
yanından geçtiğimiz ovaya, gururlu bir şehrin yıkıntılarını andıran
kayalıklar, yığın yığın serpilmişlerdi. Şurada burada yıldırım çarpmış beyaz
ve yapraksız dallarını yukarıya kaldırmış, gövdesi de bir yığın mangal
kömürü durumuna gelmiş bir ağaca rastlıyorduk.
Kartallar ve akbabalar başımızın üstünde uçuşuyorlar, kayalıkların arasından
da sayısız guguk kuşları birbirlerini çağırıyorlardı. Ara sıra uzaktan bir
ayının hırlaması duyuluyordu. Sözün kısası, bundan daha yabani bir görünüm
olamazdı. Bundan sonra, güzel bir çam ormanı göründü. Bu orman, içinden bir
ırmak geçen küçük bir ovada yitip gitti. Bu ırmağın suyu, yolunu tıkayan
kaya parçalarının üzerinden binlerce köpük durumunda çağlayanlar oluşturarak
akıyordu.
Uludağ’ın suyunda yunan şarabımızı soğutarak, burada üzeri yabani menekşe ve
yabani sümbüllerle dolu bir yeşilliğe oturarak sabah kahvaltısı ettik.
Genellikle turistler atlarını burada bırakıp dağın doruğuna yaya
çıkıyorlarmış. Ancak bizim güler yüzümüz, tatlı sözlerimiz ve hepsinden
önemlisi, daha çok bahşiş için söz verişimiz kılavuzlarımızı yumuşattı ve
atlarının bacaklarının dayanabildiği kadar yükseklere çıkmamızı sağladı.
Ne güzel kahvaltı ettik? Bir yandan zeki Rum arkadaşım, rastlayacağımızı
umduğu bitkilerden, madenlerden söz ederken, ben de binici giysimi güzel
çiçeklerle süslüyordum. İriyarı Türk de lop yumurtalarla havyara dikkatli
dikkatli bakıyordu. Öte yandan hizmetçimiz, içi erimiş yakutu andıran şarap
dolu şişeleri, ırmağa götürüp getiriyordu.
Dağ önümüzde dimdik duruyordu. Üzerindeki her yarık ve boğaz, kar yığılıydı.
Bir yandan da kalın sis, bir sorguç biçiminde tam tepesinde asılı gibi
duruyordu. Doruklarda hiç kar yoktu. Ancak onun yerine burayı kaplayan beyaz
arduaz taş, güneşin altında, insanı serseme çevirecek biçimde göz
kamaştırarak parlıyordu. Dağın kayalık yanları ardıç ağaçları ile doludur.
Bunlar karın sürekli basıncı yüzünden büyüyememişler, cüce kalmışlardır.
Topraktan fırlamış olmaktan çok, sürünerek türemişlerdir. Oluşturdukları sık
yığınların arasında gizlenen meyveleri, bunlara baygın bir pembe renk verir.
Bu da sanki bir sanat etkisi yapar. Böyleyken önümde dimdik duran dağa korku
ile bakmaktan kendimi alamadım. Bütün yüksekliğine ve eşsizliğine karşılık,
korkumu gideremedim. Haziran ayında bir kadının doruklara çıkmasının
olanaksız olduğunu duymuştum. Arkamda altı saatlik bir uzaklık bırakmıştım.
Önümde de çıkılması çok güç iki saatlik bir yol vardı. Böyleyken, kararımdan
dönmedim.
Yemek sepetimiz toplandı. Eyerlerimiz düzeltildi. Sığ dereyi geçtikten
sonra, önümüzdeki güç işi başarmak için bir kez daha ilerlemeye başladık.
Tam dokuz çay geçtikten sonra, en sonunda dikey konumdaki dağın eteğine
geldik.
Burası görülecek şeydi. Öğle güneşi, buradan hiç eksik olmayan karın üzerine
vurmuştu. Yer yer yığılı ve sanki bu korkunç ışınlara boyun eğmek istemeyen
bu karlar, binlerce çay oluşturarak eriyorlardı. Dağın sisten bir taç ile
örtülü en yüksek yeri gururla göğe doğru sivrilmişti. İçi kar dolu dereler,
fırtınadan etkilenerek yarılmış sırtların altından akıyorlardı. Bu karları,
doğa yüzyıllar boyunca buralara yığıp durmuştu. Aşağılarda akan çayların
çağıltısıyla, kayaların çevresinde esen rüzgârın uğultusundan başka, hiçbir
şey duyulmuyordu.
Atımdan inip dizgini kılavuza verdiğim zaman, çok etkilendim. Bu çıkışın
yorgunluğunu hiç unutamayacağım. Ardıç ağaçlarının yamru yumru köklerinin ve
ayağımızın altında kayan ve bir adım ilerleme yerine, altı adım gerileten
oynak taşların üzerinde yürümek, çok yorucu oldu. Ancak sonunda kayalığın
yanına geldik.
Yüksek bir noktaya çıkmıştık. Sanki bir vadiye bakar gibi sabahleyin
çıktığımız dağlara yüksekten bakıyorduk. Böyleyken, işimizin en zor bölümü
daha bitmemişti. Doruk, yukarımızda, dimdik duruyor ve gösterdiğimiz çabayla
sanki alay ediyordu. Burasıyla durduğumuz yer arasında, inilecek, sonra da
çıkılacak derin bir boğaz yardı. Bulunduğumuz yerdeki kayanın çevresini
kaplayan kar, aşağıya, uçuruma doğru iniyordu. Bir yandan da ayaklarımız
oynak taşların arasına gömülürken, soğuk içimize kadar işliyordu. Bu
yetmiyormuş gibi vadiden kalkan sis, koyu bir küme biçiminde dağın üzerine
doğru yükseliyordu. Bunun görünüşü, yanan bir dünyadan çıkan birikmiş
dumanlan çağrıştırıyordu.
Bu durum, insanı ürpertici bir şeydi. Sis yükseldikçe ortalığa karanlık
çöküyor ve göz gözü görmüyordu. Uçurumun yanında durmak ve bu gizem dolu
sisin basışını görmek korkunç bir şeydi. Düş gücü bile bunu göz önüne
getiremez. İnsanın akıl erdiremeyeceği kadar yaygın ve elle tutulamaz bir
nesne biçiminde oluşu hiç durmadan değişmesi, koyu ve sıkıntı veren rengi,
kafamı serseme çevirdi. Eğer yanımdaki arkadaşım beni bulunduğum kıyıdan
çekmeseydi, bu sersemlikten kendimi uçurumda bulacaktım. Dağa çıkarken,
zaman geçirmemek gerektiğini öğrenmiştik. Yine tırmanmayı sürdürdük.
Aralıklı olarak sis biraz dağılıyordu. Bu sırada ta aşağıdaki tepeleri,
vadileri, ormanları ve ırmakları seçebilmemiz gerçekleşebiliyordu. Ancak bu,
sanki bir perinin asasını yere vurduğu zamanın getirdiği bir mutluluk
gibiydi. Çünkü biz, onlara bakalım derken gözden yitiveriyorlardı.
Aralardaki boşluklardan yine koyu bir sis yığını yükseliyor, ortalığı
yeniden karanlık kaplıyordu. Sonunda Uludağ’ın zirvesindeki Dev Mezarı’nın
üstüne ayak bastık ve çubuk yaktık. Tam yanımızda fırtınaya tutulanlara bir
sığınak olarak yapılan üstü açık bir kulübe vardı. Burası topraktan o kadar
aşağı yapılmıştı ki, tıpkı bir kuyuyu andırıyordu. Sık sık yağan sağanaklar
kesinlikle, güçsüz durumda kalan bir dağcıyı bu kuyunun içinde boğabilirler.
Arkamızı, sis bütünüyle kaplamıştı. Önümüzde de tırmandığımız dağlar yardı.
Çok uzaklarda hemen hemen ufukla bir çizgide Apollon Golü görülüyordu.
Çevreyi izlediğimiz bu sırada, bir de baktık ki sis, yüksek tepeler
arasındaki bataklık yerlerden ve ırmakların kayalık yataklarından kalkarak,
koyu çamların dallarını sımsıkı sarıp dağ çevresini bastırarak yolumuzu
kapatıyordu. Yitirecek hiç zaman yoktu. Düz caddede yürüye gezginler
değildik! Ne bir yol gösterme direği, ne de başka bir yol işareti yardı.
Böyle bir yerde aşağı yukarı her şey birbirine uyuyor. Kayaların, sellerin
ve dağların özelliklerini ayırt etmek elde değildir. Buralarda kalmamak
için, sis büsbütün basmadan önce hemen dönmeye karar verdik. Geldiğimiz
yoldan dönmek olanaksızdı.
Çünkü doruğa yaklaştıktan sonra, bir saatlik bir zaman yol yürümüştük.
Kayalığın öbür yüzünden gitsek, yol daha kısalıyordu ancak bu yol çok
korkutucuydu. Nasıl döneceğimizi epey düşündük. Bir yandan yorgunluk, bir
yandan zaman yitirme ve kaza olasılığı bizi şaşkına çevirdi. Saatlerce
yürümekten, tırmanmaktan yorgun düşmüştük. Ayaklarımız da kabarmıştı.
Korktuğumuzu birbirimize göstermeden, sis çevremizi basmaktayken, geç
kalmanın sakıncalarını aramızda konuştuk ve önlemli davranmak için uçurumdan
inmeye karar verdik.
Daha önceden de uçurumun üstündeki sırtlardan söz etmiştim. Bu sırtların
yamrı yumru ve fırtınadan yıpranmış görünüşü zamanın doğayı nasıl yok
ettiğini gösteriyordu. Öte yandan, bir yerden kopmuş büyük kaya parçaları
aşağıdaki birikmiş karların arasında yığın biçiminde gözüküyor ve uçurumun
derinliğini ortaya çıkarıyorlardı. İşte inmeyi düşündüğümüz uçurumun,
burasıydı. İyi bir sporcu ve insanı serseme çeviren bu dağlara alışkın olan
arkadaşım, önden yürüyordu. Bana başarı için her şeyden önce sinirlere
egemen olmak gerektiğini söyleyince, duraksamadan arkasından gittim. İkimiz
de dağın doruğuna oturduk. Tam bir adım enindeki kayadan, yukarıdan aşağıya
doğru yavaş yavaş kaymaya başladık. Kayarken bir yandan bu kayalığın
yanındaki doğal duvar durumunda bulunan çevreden fırlamış taşlara tutuna
tutuna, bir yandan da aşağıdaki uçuruma bakmamaya çalışa çalışa, inişin
birinci bölümünü bitirdik, aynı biçimde ikincisine geçtik.
Üç kez yinelediğimiz bu korkulu iniş, bizi işin en zorlu bölümüne getirdi.
Çünkü buradaki kayalık bölüm üstünden kayılacak gibi değildi. Ayrı ayrı
parçalar biçiminde olduğu için, birinden ötekine atlamak gerekiyordu.
Böylece kar yığınının kıyısına kadar indik.
Buranın derinliğini ölçemediğimiz için, içinden geçmeyi göze alamadık.
Oysaki geçseydik, yol çok kısalacaktı. Bunun için dizlerimize kadar olan
bölümün çevresinden yürüyerek, sonunda bataklık bir yere geldik. Dağ
sularının erimesinden burası göl durumuna gelmişti. Şurasında, burasında da
kayalar gözüküyordu. Bunların birçokları sanki bir volkanın kızgın bir
anındaki öfkesine uğramışlar gibi saçılmışlardı. Islak ve yorgun
ayaklarımızla, küçük bir yokuşu çıkmak gerekti. Bunun sonunda karşımıza bir
çiçek bahçesini çağrıştıran güzel bir yer çıktı. Burada yetişen çiçekleri
saymaya kalkışsam, bundan sonraki sayfa bir çiçek katalogunu andırabilir. O
kadar yorgun olmama karşılık, bu çiçeklerden toplayıp bir buket yapmaktan
kendimi alamadım.
Bir yarım saat geçtikten sonra, atlarımızı bıraktığımız otluk yere geldik.
Kılavuzumuza geldiğimiz yolu gösterdiğimiz zaman yürekliliğimizin ödülü
olarak, bize alayla baktı ve:
- iki deli Avrupalı… dedi.
Acele bir bardak şarap içip atlarımıza bindikten sonra, dağların
tepelerinden doğru gelen, arka arkaya iki korkunç gök gürültüsünü duyduk.
Bu, bizi daha da acele etmeyi zorladı. Yapacağımız tek şey, bir dakika bile
yitirmeden yolumuzu sürdürmek ve sağanağa tutulmadan yerimize varmak için
Allah’a yalvarmaktı. Bunun için, hemen su kıyısı, çalılık ve bunun gibi
önümüze ne çıktıysa, basıp geçtik. Ancak yarım saat içinde sis çevremizi
öylesine sık bastırdık ki, birbirimizi bile göremez olduk. Böyleyken kılavuz
sürekli olarak gittiği yoldan güvenli bir tavırla ilerliyordu. Bir çayın
ayrı ayrı kollara bölünerek kuru bıraktığı yatağa vardığımız zamana kadar,
kendisine inancımı yitirmemiştim. Oysaki buraya gelince, birdenbire
söylediği o tekdüze şarkıyı kesti ve eyerinin üzerinde bize doğru dönerek
yavaşça:
- Yolumuzu yitirdik, dedi.
Hiçbirimizden ses çıkmadı. Böyle bir şey olacağı hiç aklımıza gelmemişti.
Şimdi ne yapacaktık? Önce kılavuz çok sağa gittiğini sandı. Buna göre,
atlarımızı öteki yöne çevirdik. Bu kez de sisin arasından karşımıza bir
kayalık çıkınca çok sola gittiğini, bu yolun da yanlış olduğunu açıkladı.
Aynı oranda başarısız iki yok denemiştik. Adamcağız, şaşkına döndü. Bu
sırada sis de gittikçe sıklaşıyor, hızla üstümüze doğru geliyordu.
Sonunda arkadaşım, yakınımızda bulunan bir çoban ya da keçi sürüsü olması
olasılığını düşünerek, hemen yüksek sesle bağırmamızı önerdi; böylelikle
yardım sağlayabileceğimizi ve yol sorabileceğimizi söyledi. Biz de sesimiz
çıktığımız kadar bağırmaya başladık. Ancak sis öylesine ağırdı ki, sesleri
boğuyordu. Artık bağırmalarımızın uzaklardan duyulamayacağını anladık. Yarım
saatlik uzun ve bezgin bir şaşkınlıktan sonra, umudumuzu yitirdik. Bu
sırada, kudurmuş gibi havlayarak sisin arasından bir köpek çıktı. Bu ses,
bize sanki bir müzik gibi hoş geldi. Çünkü bu, çevrede bazı dağcıların
bulunduğunun belirtisiydi. İşte o dakikada sis de biraz açıldı. Kılavuz
sevinçle bağırarak bizi sarp bir yokuştan indirdi. Kendimizi bir ormanın
eteğinde ve sabah çıkarken üzerinden gittiğimiz katır izlerinin karşısında
bulduk.
Korktuğumuz durumdan kurtulduğumuz için birbirimizi daha yeni kutlamıştık
ki, bir de baktık, yılankavi zikzaklarla büyük bir şimşek çaktı ve bir an
içinde bulunduğumuz yeri aydınlattı. Bu arada gökyüzünden de çok güçlü ve
çok uzun süren bir gök gürlemesi geldi. Bu ses, bütün kayalıklarda yankılar
yaptı ve sonra yavaş yavaş azalarak duyulmaz oldu.
Korkunç bir dakika geçiriyorduk. Atlar korkudan bir adım atamadılar. Tir tir
titriyorlardı. Ancak biz korkuya kapılıp vakit geçirecek durumda değildik.
Çünkü o korkunç şimşek çakmasıyla gök gürültüsünün arkasından, üzerimize
yığılı sislerin içinde toplanmış olan su birdenbire sağanak biçiminde
boşalmaya başladı. Buna yağmur diyemeyeceğim. Sanki bir bendin kapağı
üstümüze açılmıştı. Bir dakika içinde sırılsıklam olduk. Dağlardan seller
iniyordu. Her yol kıyısındaki çeşmenin (dağda ağaç gövdelerinden yalaklı pek
yok çeşme vardır) suları yalağından taşıyor, geçerken üstümüze çarpan
ağaçların yapraklarından iri yağmur damlaları dökülüyor ve dağın
eteklerinden büyük taş parçaları yuvarlanıyordu. Kısacası bu, tasviri çok
zor olan görülmemiş bir sağanaktı. Bunun yaptığı etkiyi bulut biçiminde ve
durmadan değişen akşam sisi derinleştiriyordu. Bursa'ya sırılsıklam ve
bitkin bir durumda döndük. Yolda on üç saat geçirmiştik. 0 kadar sıkıntı
çekmeme karşılık, Uludağ’ın doruklarından gördüğüm o eşsiz tablo, uzun zaman
gözlerimin önünden çekip gitmedi.
Kaynak: http://serdarkusku.blogspot.com