
|
|
Melih Elal Okuma Grubu Haziran
2005'te George Perec'in "Kayboluş" adlı romanını okumuştu
Okur Yorumu: Neslihan Önder
Fransız
yazar George Perec’in e harfini hiç kullanmadan yazdığı akıcı bir romandır.
Türkçemize çevirisi de Cemal Yardımcı tarafından yine içinde hiç e harfi
kullanılmadan yapılmıştır.
Okuyucunun "
Ssliharf nereye kayboldu acaba" sorusunu yanıtlamaya çalışırken kitabın
sayfalarında kaybolabileceği bir romandır. Evet, bir kayboluş vardır. Anton
Ssliharf kaybolmuştur, arkadaşları onu bulmaya çalışırken. Bu kayboluş,
günlüklerin şahit olduğu yolda ilerlemelere tanık olmuştur. Felsefenin ve
edebiyatın buluştuğu satırlarda bulmaca tadında adım adım ilerlerken ben de
kayboldum. Kafam karıştı, romandaki şiirlerden birine döndüm:
bir katil aşkı,
akıntı burnunda taş gibi batan sayısız kayalık,
sadık bir tabanca,
yanık bir aklık, vücut
bulmayan bir vücut, huzur,
uyduruk bir unutkanlık,
bütün bunlar mani
olabilirdi idamına Anton Ssliharf'in...
ama, kayboluş'un doğduğu akşamdan başka bir zaman
kurabilir miydi
bütün bunları? (s. 33)
Kayboldum...
Satırlara yüklendim: "Ya Anton Ssliharf'i alınyazısına bırakacağız ya da
kötünün iyisini arayacağız."
Kayboldum...
Romandaki yazar ve şairlerin altını çizdim. Tarzlarından çengelli bulmacalar
yaratmaya çalıştım: Virginia Woolf fısıldadı, sadece Orlando adlı romanımı
hatırla dedi. Arthur Rimbaud şiirlerini koşarak getirdi ve "dört artı bir
ünlü" dedi. Kafam daha da karışıtı. Kafka belirdi birdenbire yanımda.
Moralim bozuk olduğu için gelemem dedim. Eee ne deseydim? Bir ipucu aradım.
Kurtarın kayboldum diye çığlık attım
boşluğa. Yankımı beklerken Malcolm Lowry cevap verdi: "Kim ki yorulmadan
uzağa, daha uzağa koşmaya gönüllüdür, ancak onu kurtarabiliriz" dedi.
Kaybolmadığıma kendimi
inandırmak için "aklık, boşluk, aklık, boşluk..." diye gezinirken bir ses
"kahrolsun karanlık" diye arkamdan bağırdı. Gene kayboldum. " Akın da akı
var/ tümünü o aklar"...
Kayboldum.
Bir kördüğüm bağladı kollarımı. "Yasaları düşündüm. Bazen güçlünün yasası,
yasanın gücünü ortadan kaldırıyor ya" dedim. Neyse ki Ssliharf'in
arkadaşlarını- sağ kalanları- buldum. Ak izi aradım yine. Bulmacayı tam
çözdüm diyecektim. Georges Perec kulağımı çekti ve
"Ak bir boşluğun arkası karanlıkla doludur. Yazılanı anlamıyorsan
yazılmayana bak"
dedi.
Evet, kayboldum... Kayboluşumdu.
- - - - - - - - - - - - - - - - - -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Melih Elal Okuma Grubu 2006 Ocak ayında "Kırmızı
Pelerinli Kent" i
okumuştu
Okur Yorumu : Mehmet Askın
"Kırmızı Pelerinli Kent"
beni tam anlamıyla büyülediğini söyleyebilirim. Türkçe yazılan kitapların
arasında beni bu denli çeken, diliyle, anlatım gücüyle, niteleme ve
betimlemeleriyle, kısaca güçlü kalemiyle hemen manyetizmasını hissettiren
bir roman.
Öncelikle "Kırmızı Pelerinli Kent", bir kentin
gezgin gözüyle anlatıldığı bir seyahatname değil. Tarihi ve turistik
mekanların anlatıldığı bir turist el kitabı da değil. Kent romanı olarak
kaleme alınan diğer örneklerinde olduğu gibi kentin sosyal, kültürel, etnik,
siyasi, manevi vs. yönlerini vurgulamak amacıyla yazılan bir roman da değil.
Aslına bakılacak olursa romanın baş kişisi kent de değil. (Bir çokları baş
kişinin Ö. / Özgür olduğunu düşüneceklerdir,ancak bence eğer somut bir baş
kişi aranıyorsa bu Rio de Janeiro olabilirdi, Ö. / Özgür de yardımcı oyuncu
olabilir.) Bence baş kişi "insan". Rio ile ilgili nitelemelerin hemen
hepsinde insan yer alıyor. Örneğin;
* "Kimsenin gözünün yaşına
bakmayan, insan acısıyla beslenen, kucağına düşen her avı yutup öğüten"
* "İnsan soyunun bütün
olasılıklarının gözler önünde olduğu"
* "Cinselliğin ve bedenin
arenası, bedenin baş döndürücü anarşisi"
* "Aşırı uçları,
çelişkileri, ölçüsüzlüğü seven, yüzeyselliğin bir din/sanat olarak
yaşandığı"
* "Baştan çıkarıcı, insanda irade diye bir şey
bırakmayan"
* "Hayaller, vaatler, masallar çıkını"
* "Yarı otomatik silah
seslerinin eksik olmadığı, sokak cinayetlerinin ve ölümün her çeşidinin
sahnelendiği, eli kanlı"
* "Üzerine bütün düşlerin
çizilebildiği boş bir tuval..."
Bu nitelemelerin hepsinin
odağında ne Rio kenti var, ne de Ö. / Özgür. Odak noktasında "insan" var.
İnsan yaşamları, bilinçleri ve bilinçaltlarıyla öyle güzel işlenmiş ki kent
adeta soluğu, ruhu olan bir organizmaya dönüşüyor. Biz okurken bu canlı,
dipdiri kentin sokaklarında adeta yaşıyor, açlığı hissediyor, ağzımız
zımpara taşı gibi kuruyor, barların ve sokakların sidik kokularını
duyabiliyor, otobüslerdeki ter kokularını burunlarımızda duyabiliyoruz.
Elbette kent romanlarında
aranılan tepe, sokak, cadde, cangıl,sahil, koy vs. anlatımları da var.
Üstelik "Kırmızı Pelerinli Kent"i okurken boş bir kağıda not alsak neredeyse
Rio kentinin kabataslak bir haritasını çizebilecek kadar da
bilgilendiriliyoruz. Ayrıca kentin ve ülkenin sosyal, etnik, siyasi
özellikleri de atlanılmamış.
"Kırmızı Pelerinli Kent"in
çok güzel ve akıcı bir Türkçesi var. Bana eğreti gelen bir kelimeye bile
rastlayamamak ne güzel! Demek ki dile hakim olan yazar gereksiz süslemelere,
kelime üretmeye, ağdalı ve/veya yabancı kelimelere gereksinim duymaksızın da
çok güzel yazabiliyormuş!
Ayrıca betimlemeler
mükemmel!
Yazarın üzerinde durduğu "Sıfır Noktası" Ö. /
Özgür'ün annesiyle yaptığı telefon konuşmasında söylediği "Türkiye'ye
döneceğim. Rio ile hesaplaşmamı bitirir bitirmez. Şimdi kaçarsam ona sonsuza
dek esir düşmüş olurum. Bu kent beni öldürüyor anne, her gün, her an, her
fırsatta, her şekilde öldürüyor. Yavaşça, sinsi sinsi... Derinden... Elimde
avucumda ne varsa teker teker alıyor. Hem içeriden, hem dışarıdan kuşatılmış
durumdayım. Rio'yu yazmak zorundayım." sözleriyle başlayıp neredeyse her
sayfada çığlığa dönüşen ve kitabın sonuna doğru "Kaosun denklemi çok basit
aslında. Yaşam = yaşam. Ölüm = ölüm.Oysa hepimiz kendi denklemimizi kurmanın
ve dünyayı ona eşdeğer kılmanın peşindeyiz.Ne aymazlık!" cümlesiyle sona
eren bir varoluş mücadelesi.
Sıfır noktası, tıpkı tüm
yıldızların, gezegenlerin, süpernovaların çekimine yenilip içinde
kayboldukları bir kara delik gibi Ö. / Özgür'ün çekimine kapılmak zorunda
olduğu "BİLİNMEYEN" bir mutlak anlamsızlık ve mutlak tanımsızlık durumuydu.
Ö. / Özgür bu mutlak değersizliği (değersizlik midir, tartışılabilir)
yalnızca bir varoluş gerçeği olarak görüyordu. Sanırım romanın sonunda
olmasa bile Rio dönüşünde Ö. / Özgür, kara deliğin patlamasıyla daha
büyük,daha diri ve daha dayanıklı yepyeni yıldızları, gezegenleri,
süpernovaları doğurdu. Doğan yeni yıldızların parlaklığını gözlerimle de
görmek isterdim.
İnsanın kırmızı ( ve siyah) renginin ve insanın
pelerininin ardında saklı kalmış bilinmeyenini açmaya çalışan bir kitap
Kırmızı Pelerinli Kent. İnsan yaşamlarının gizli, korkutucu,çelişkili,
karmaşık labirentlerine dalan bir psikanalist-existansiyalist roman. Ve ben
bu romana bir şerh yazacak kadar neredeyse her cümlesi üzerinde konuşacak
şey bulabilirim. "Limansız Yolcu", "Eli, Eli, lama sebahtani(Arapçası da
neredeyse aynı)" gibi bir çok cümleyi konuşmayı isterdim.
Yazara "iyi ki yazmışsın!"
demekten kendimi alamadım.
- - - - - - - - - - - - - - - - - -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Melih Elal Okuma Grubu 2007 Şubat ayında A.
Camus'nün "Veba" romanını
okumuştu
Okur Görüşü : Alper Can
Birini Seçmeniz Gerekirse: Yabancılaşın ama Vebalılaşmayın
İki Romanı ışığında A.Camus ve Dünyası
İzlediğim Kaptan Cousteau belgesellerinin etkisiyle
olsa gerek, küçükken dalgıç olmayı kafama koymuştum. Oysa arkadaşlarımla maç
ederken kulağıma aldığım darbe sonucu kulak zarım delinince bu hevesim
sonsuza dek içimde kalmış oldu. Çoğumuzda vardır bu tür örselenmiş hevesler.
Camus’de de vardı. Babasını savaşta kaybetti, yoksulluk içinde büyüdü. 17
yaşında yakalandığı verem onu heveslerinden, spordan ve akademik hayattan
uzak tuttu.
Arkadaşım anlatırdı, Kore Savaşı’ndan
dönen dedesi yıllarca uykusundan hoplayarak ve terlemiş şekilde uyanırmış
gece yarıları. Vietnam sendromu bu olgun daha bilinen şekli. Savaşı gören,
ölümü gören insanın üzerinden atamadığı o dehşet duygusu. Camus de gördü
bunu. II.Dünya Savaşı başladığında 32 yaşında bir gazeteci idi. Nazi
kamplarındaki soykırımı, Hiroşima’daki toplu ölümleri haber yaptı
muhtemelen. Ölümü gören için artık huzur yoktur.(1)
Büyük acılar bazılarını kötümser yapabilir. Bazıları da her durumda
ümitlerini korurlar. Camus’nün dünyasındaki önemli köşe taşlarından biri
olan insan sevgisi, felaketin insana yakışmadığını, geçip gidecek kötü bir
rüya gibi algılandığını yazdırdı ona.(2) Bu sevginin zorunlu sonucu olan
insandan ümidi kesmemek de şu satırlarda aksini buluyor: “Umutsuzluğa
alışmak umutsuzluktan beter.” (3)
Amcamın oğlu
köylerine yakın bir gazoz fabrikasında çalışırdı, ben 9 yaşımdayken. Yaptığı
tek iş gazoz kapağının içindeki küçük lastiği yerine koymaktı ve akşam eve
döndüğünde “bugün de hiçbir iş yapmadım” derdi. Adına yabancılaşma
dedikleri, çalışan insanı atoma çeviren, kendini sinek gibi hissettiren bir
süreç, endüstri devriminden sonra başlayıp geçtiğimiz yüzyılda
belirginleşmiş gibi görünüyor. Savaşın toplu ölümleriyle sarsılan Camus ve
kuşağı, dinin verdiği cevaplarla tatmin olamamış, çalışma hayatının insanı
silikleştiren süreçlerinden de son tokadı yemiştir. Sonuç, annesi öldüğünde
hiçbir şey hissetmeyen, evlenme teklifi aldığında “olsa da olur olmasa da”
şeklinde yanıtlayan, hapise girdiğinde yoksunluk hissetmeyen bireydir
(Yabancı romanındaki Meursalut).
Bu özellikleri
taşıyan birey aklınıza Nietzsche’yi ve nihilizmi getirmiş olabilir.
"Hayatımda hiç pişmanlık duymadım" diyen(4) karakteri o yazdı
zannedebilirsiniz. Oysa Nietzsche sürü değerlerini yıkıp yerine yeni
değerler kuran üst insanın hayalini kurmaktadır. Yani tutunacak bir dal
bırakır o da.
Camus de dip noktasından yükselişe
elindeki tek malzeme ile başlıyor. MÖ 1000’lerden beri bilinen, MS 1348’de
Avrupa nüfusunun dörtte birine dünya değiştiren bir büyük felaketi çok
bilindik bir reçete ile çözmeyi teklif ediyor: İnsan insandan vazgeçemez.(5)
Tek kurtuluş insandadır. Çünkü Camus, insanda hor görülecek yönlerden çok
hayran olunacak yönler bulunduğunu(6) düşünüyor. Bu fikre katılmamız için
belki de felaketler yaşamamız gerekir, uzun süren, umutsuzluğu
yaygınlaştıran büyük felaketler. Yakın zamanda yaşadığımız deprem felaketi
bu etkiyi yaratmadı, çünkü kısa bir zamanda olup bitti ve sürüp giden
zihniyet üzerinde çok az değişiklik yaptı. Oysa ancak uzun süreli
felaketlerde tek başına mutlu olmanın utanılacak bir şey olduğunu(7) fark
edebilir belki de.
Felaketler için başka çözümler
de var kuşkusuz. Çölde tek kişilik kulübenize ya da dağdaki bir mağaraya
kapanırsanız, dünya üzerindeki hiçbir felaket sizi etkilemez. Ya da, Orta
Çağda yaygın olduğu gibi, topluca manastırlara kapanıp olup gelen her şeyi
ilahi takdir diye yorumlayabilirsiniz. Madem ki böyle kutsal kişiler
değiliz, o halde her şeyi kabul etmemizi salık veren dogmalar kötülük
probleminde çözüm sunmaz bize. Bakacağımız ilk yer, bir umut ışıltısı
aradığımız bir başka insanın gözü olacaktır yine.
Camus insancıl bakışıyla tüm felaketlerde umudunu yitirmeyen insanın tek
çıkış noktası olduğunu Dr. Rieux karakteri ile sunuyor okuyucusuna. Bunun
yanında en masum insanı bile ölümlerde payı olan hissedar konumuna düşüren
sistemi de eleştiriyor. Bilmeyerek, ya da gereksiz bilgi bolluğu içinde
farkına varmayarak, sessizce kabullenerek, tepki vermeyerek, parçası
olduğumuz sistem her gün, her an içimizden bazılarını harcıyor. Ölümlere
neden olmadan şu dünyada tek bir hareket yapamıyoruz.(8) İnsan’ın bir değer
olduğunu unutmuş görünen şu dünyada hiç birimiz masum değiliz. “Bozuk
düzende sağlam çark olunmaz” diyen Pir Sultan’a “İnsan her zaman az buçuk
suçludur” (9) diyerek katılıyor Camus. Aslında hepimiz Veba’lıyız. Sistem
yabancılaşmayı dayatabilir, ama en azından vebalılara katılmayalım.
Yine başa geldik: Çözüm sende, bende, insanda.
Kaynaklar: Veba,
A.Camus, Can yayınları, 7.basım, İstanbul, 2006 Yabancı, A.Camus, Can
Yayınları, 11. basım, İstanbul, 2001
Notlar
1-Veba, sy:254 2-Veba, sy:40 3-Veba sy:160 4-Yabancı, sy:96
5-Veba, sy:170 6-Veba, sy:269 7-Veba, sy:184 8-Veba, sy:220
9-Yabancı, sy:26 |