|
|
Ekrem Hayri Peker
Çocukluğumuzun, gençliğimizin sihirli dünyaları.
Kasabaya gelen flimlerden sonra eğlenebildiğimiz tek dünya. Bizi eğlendirmek
için o ışıltılı dünyayı kuranlar sanki başka dünyadan geliyorlardı. Işıl
ışıl bu dünyanın ömrü bir haftayla sınırlıydı.
Panayırların bir kaç bin yıllık bir gelenek
olduğunu söyleyebiliriz. İlk Çağdan beri süregelen bu gelenek göçebelerin
yetiştirdikleri hayvanları satmak için getirdikleri pazaryerlerinde oluşmuş.
Hayvanlarını satan göçebelere mal satmak isteyen esnafların kurdukları
tezgâhların yanında falcılar, hokkabazlar, cambazlar, dansözler yer almakta
gecikmez. Bugünkü fuarların atasıdır panayırlar. İzmir Fuarı’nın ilk adı
İzmir Panayırıdır. Panayırlar Balkan ülkelerinde de kurulur. Komşumuz
Bulgaristan’ın en meşhur panayırının Plovdiv’de olduğu söylenir. Marmara
Bölgesi panayır yönünden zengin bir bölgemizdir. İnegöl, Mustafakemalpaşa,
Karacabey, Çan, Gönen, Biga, Keşan, Malkara panayırları benim
hatırlayabildiklerim. Mustafakemalpaşa panayırı en meşhurlarıydı. 18. ve 19.
yüzyıl seyahatnamelerinden bazılarında Lopodion/Ulaabat ‘da Aziz Mikhael
adına kutlanan/düzenlenen panayır anlatılmaktadır. Seyyahlardan C.
Macfarlane panayırın 1845 yılında yöreye yerleşen Çerkezler tarafından hoş
karşılanmadığını yazar. Ulaabat sönükleşince panayırda ortadan kalkar. Bu
kadar tarihçe yeter deyip panayırların o sihirli dünyasına geri dönelim.
Panayırların ışıltılı dünyasına ilk adım attığımda
9 yaşındaydım. Kardeşim küçük olduğu için ilk panayıra babamla gündüz vakti
gittik. Sadece ip salıncakta sallanan ve ağaçtan yaptığımız tahterevalliye
binmiş olan benim yaşadığım şaşkınlığı siz tahmin edin. Dönen salıncaklar,
atlıkarınca, dönme dolap ve daha niceleri. Ürkerek, başlangıçta babamın
elini sıkıca tutan ben kısa zamanda ortama uyum sağladım. Arsızca her
oyuncağa binmek istedim. Sonra kısaca dolaştık. Sonraki yıllarda babam,
kardeşim ve ben birlikte gitmeye başladık. Biraz daha büyüyünce kardeşimle
veya arkadaşlarımla gittik. Tabii ki önce benim için ilginç gelen çadırları
ziyaret ederdik, minik gezici hayvanat bahçelerini gezerdik. Çadırlardaki
küçük kafeslerde kurt, tilki, domuz, ayı, yılanlar ve bilhassa boa yılanları
bulunurdu. Fok balığı gördüğümü de hatırlıyorum. Yıllar sonra Karadeniz’de
hayvanat bahçelerine fok temin eden bir avcıyla yapılan bir röportaj
okumuştum. Cide yakınlarındaki fok kolonisini nasıl yok ettiğini anlatmıştı
Merkezkaç kuvvetini bilmediğimiz için motosikletlerin silindir duvarlarında
yaptığı gösteriyi şaşkınlıkla izlerdik. Motosikletler silindirin duvarında
düşmeden dolaşırlardı. Hele finalde sürücülerin yüzlerine Türk bayrağı
kapatarak motorlarını sürmeleri yok mu, bayılırdık.
İnsan gücü ile
çalışan dönmedolap
Eğlence dışında alışveriş mekânlarıydı panayırlar.
Ayakkabı, elbise satanlar bir yanda oyuncak satanlar bir yandaydı.
Çömlekçiler, mutfak eşyası, ıvır zıvır satanlar, kısacası envai çeşit satıcı
vardı. Aygaz’ın, Arçelik’in ilk piyasaya çıktığı yıllarda tanıtım tırları
panayırlara gelirdi. Buzdolaplarını, çamaşır makineleri hayranlıkla
seyrederdik. Tablacılar ayrı bir renk katardı. Tablacılığı genellikle
kadınlar yapardı. Parlak jelatinleri içinde Harman, Bafra, Yenice, Gelincik,
Yaka sigaraları tabla üzerinde belli aralıklarla durur, halkaları geçirmeye
çalışırdık. Halka, çarpmanın etkisiyle hedeften sapar, nadiren sigara
kazanan çıkardı. Tombalacılar, basit hediyeler veren piyangocular dışında
çakmak, sigara tablası, güzel çakılar, benzeri ürünleri tezgâhta olan
çekilişçiler vardı. İyi sayılacak bir para verip zarflardan birini
seçerdiniz. Genelde boş çıkardı. Bazen de büyük ikramiyeyi kendi adamlarına
kazandırır ve böylece müşteri kızıştırırlardı. Bilirdik ki adam hediyeyi el
ayak çekildikten sonra geri getirecek (bir kısmına ben şahit olmuştum).
İlk
panayır yerinin yanında hayvan pazarı da bulunuyordu. Yaşlı bir komşumuz
danasını satmak üzere pazara gider. Satışlardan belediye bir rüsum(harç)
almaktadır. Komşumuzun anlaştığı alıcılar “istersen rüsum parası cebinde
kalsın, hayvanı pazar dışına çıkar, dışarıda alalım” der. Komşumuz kabul
eder. Belediyeye vergi vermeyeyim derken tüm paradan olur, çünkü aldığı para
sahte çıkar.
Panayırcılar çadırlarında yatıp kalkarlardı.
Öğleden sonra tezgâhlar açılmaya başlardı. Sık gittiğimiz yerlerden biri de
langırt salonlarıydı. Oynamaktan bıkmazdık. Falcılar vardı, denizkızları.
Çığırtkanlar sizi çadıra davet ederlerdi. Göğüsleri pullu bikiniyle örtülü
belden aşağısı balık şeklinde olan balık kızları seyrederdik. Kimileri de
falına baktırırdı. Cambazların gösteri yaptığı büyük çadırlarda tel
cambazları, trapezciler nefes kesen gösteriler yaparlardı. Uçan sandalyeler
dediğimiz salıncaklar çok hızlı dönerdi. Bağırış, çağırış gırla giderdi.
Dönme dolapların önünde kuyruklar oluşurdu.
Gelelim
panayırların en merak edilen gösterisine, aç aça. Bazen iki çadır kurulurdu.
Geceleri tıklım tıklım olurdu. Yoğun talebi karşılamak için gündüz
matineleri de yapılırdı. Seyirciler birbirini tanımazdan gelirlerdi. Cinsel
içerikli dergilerin olmadığı, en ateşli kitapların
Kaymak Tabağı, Papazın Kızı,
Fırıncının Kızı olduğu dönemlerdi. Gazetelerde mayolu kadın resimlerinin
basılması olay olurdu. Pazar ve Yıldız dergileri nispeten çıplak resimlerin
yer aldığı dergilerdi. Panayırları dolaşan aç-aç çadırları cinselliği bize
görsel açıdan sunarlardı. Müzik eşliğinde mayolu hanımlar bazen toplu, bazen
tek tek oryantal yaparlardı. Pullu sütyenlerini çıkarır gibi yapıp
seyircileri coştururlardı. Gösteriden önce yapılan anonslarda sahne önündeki
tellerde elektrik olduğu belirtilirdi. Coşup sahneye fırlayacakları ne
panayırcılar, ne de görevli bekçiler önleyebilirdi. Oynayan kadınların
yaşları 20-40 arasındaydı. Aç-aç tezahüratı belli bir noktaya gelince oyuncu
kadın sütyenini çıkarıp sallarken bir eliyle göğüslerini kapatırdı. Yavaş
yavaş ellerini indirir, hepimiz ilk defa çıplak göğüs görürdük. Sonra
tezahürat artarak devam ederdi. Genellikle kadınlar açmadan içeri kaçardı. O
zaman kıyamet kopardı. Seyirciyi yatıştırmak için çadırın patronu sahneye
gelir ve “Bu kız yeni, acemi, kusura bakmayın, diğerleri açacak” der,
seyirciyi yatıştırmaya çalışır, diğer kadınlar sahneye fırlayarak oynamaya
başlardı… Gösteri bitiminde yasak meyveyi görenler sessizce birbirini
görmezden gelip panayırın kalabalığına karışır giderdi.
Yetmişli
yıllara gelirken büyük çadırlarıyla fal bakan Mandrake, Şah-mat gibi
hokkabazlar panayırlara gelirdi. Bunlar çeşitli gösteriler yaptıktan sonra
fal bakarlardı. Bu falın ücreti yüksekti. Fal baktırmak isteyenler ücreti
ödedikten sonra dileklerini bir kâğıda yazarlardı. Falcının yardımcısı bu
kâğıtları toplar, büyücek bir kâsenin içinde seyircinin gözü önünde yakardı.
Gösterinin belli aşamasında falcımız elindeki çubuğu çanaktaki küllere
batırır dileklerimizin olup olmayacağını söylerdi. Harçlıklarımız biter,
gidemediğimiz, alamadığımız şeylere imrenerek bakar, bir dahaki panayıra
inşallah diyerek evlerimize dönerdik. Sonra kurulduğu gibi ansızın kaybolup
giderdi panayır. Bazen geride bir kaç günlüğüne atlıkarınca, uçan
sandalyeler kalırdı. Büyü bozulur çayır eski haline döner, kasaba eski
sessizliğine bürünürdü.
|