|
Yeşil Cami'nin imamları sabah
gölgesinde oturmuş, o günün tahayyülatına başlıyorlardı. Yeni güneşin ilk
saatleri onları mutad yerlerinde, mukaddes avlunun kenarına, asır-dide
çınarların altına henüz toplamıştı. Arkalarında cami, mermer cephesini arz
ediyordu ve ayakları altında, hayran gözleri önünde, yeşillikler içine
dalmış Bursa şehri ovaların uzak uçurumuna gömülüyordu.
Onlar, Yeşil Cami'nin imamları,
gölgede tahayyüle dalıyorlardı. Hareketsiz sarıkları üzerinde çınarların
taze yaprakları pek serin bir kubbe uzatıyordu. Dalgalanan düşüncelerini
teşviş eden (bulandıran) gürültüler azdı. Kuş şarkıları, akar sular musikisi
ve küçük çocukların uzaktan işitilen sesleri, aşağıdan, ağaçlar arasına yarı
saklı şehir, asude ve bu kadar yaprak altında hafiflemiş hayatın
zemzemesini, ancak gönderebiliyordu.
İmamların tahayyüle daldıkları
avlu bile caminin ilka ettiği (öğrettiği) dini hissediyordu. Mayısın küçük
çiçekleriyle örtülmüştü; oraya, her gelene açık bir kapıdan girilirdi. Bu
imamların iltica ettiği ihtiyar çınarlardan başka orada bir büyük, muzlim
(karanlık) servi ile içerisinden bir çeşme fışkıran, hafif kubbelerle
müzeyyen (süslenmiş) bir beyaz köşk vardı.
Biz, küçük, boyalı arabamızda
geçerken Bursa gözlerimiz önünde manzaralarını değiştirmişti. Yarım saat
yoldan sonra, içerisinde bir ağaç kümesi altında sel akan geniş ve derin bir
hendeğe vasıl olmuştuk. Üzerinde köprüler, Bizans'tan kalma atik, ağır ve
yarım çemberli köprüler vardı. Bu köprülerin genişliği beyhude olduğu için
Türkler, üzerine, parmaklıklar boyunca acip manzaradan mahfuz olmak (saklı)
üzere asılı evceğizler inşa etmişlerdi. Bunlar meskun köprülerdi. Arap
şehirlerinin gayri-kaabil-i nüfuz (içine sızması imkansız)ve sıra beyaz
kireçten oldukları için gömülü gibi duran büsbütün penceresiz evleri vardır;
bunun aksine olarak Türkiye'nin boyalı ahşaptan şehirleri, ahkam-ı
İslamiye'ye (İslami yargılar) riayet etmek üzere, yalnız hafif kafeslerin
örttüğü binlerce delikten etrafa bakar.
Şehir nihayet geçildikten
sonra arabamız Yeşil Cami'nin yanında, çınarların altında durmuştu ve biz
daha o zamandan meshur (büyülenmiş), hatta biraz vecde dalmış, mukaddes
avluya dahil olmak üzere küçük kapıdan geçmiştik. O zaman avlunun kenarına
oturmuş imamların, temaşa ettikleri derin uzaklıklar üzerine resmedilmiş
çehreleri gözüktü. Sarıkları, beyaz ve yeşil sarıkları bize doğru bir an
için dönmüştü ve sonra bizi de temaşa etmeye bırakarak tekrar tahayyüle
dalmışlardı.
Bembeyaz ve sakin cami bize
kaldı. Asırlarla, zelzelelerle biraz eğilmiş duvarları, lekesiz
beyazlıklarına rağmen evvela uzak zamanlar hissini veriyordu; orada dizili
taşlar arasına yeşil bir saçak teşkil ederek taraf taraf otlar bitiyor ve
yuvalarını duvarların kovuklarına yapan, meşgul güvercinler, etrafta gidip
geliyorlardı. Terkibi esrarengiz olan yüksek kapının başlığı, mağara
stalaktitlerinden (sarkıtlarından) yapılmış karışık bir kemer boynu gibiydi
ve pencereler, Gırnata saraylarının narin ziynetleri ile çerçevelenmişti.
Fakat teferruatın bu müfrit (aşırı) karışıklığına rağmen heyet-i umumiye
(genel yapı), büyük hutut (çizgiler), her şey yine rahataver ve sade idi.
Beş asır evvel Yeşil Cami'yi fikrinde tasarlamış ve onu bu derin manzaralar
önünde, bu ağaçlar memleketi üzerine ilerleyen bir balkon şeklinde bina
etmiş olan insan, hayalin hakikaten büyük bir üstadı imiş.
Hiç dokunulmayan otların
istila ettiği beyaz mermer merdivenler üzerinde bugün küme küme gelincikler
bitmişti. Türkler, beşerin en mutantan (görkemli) şeyleri üstünde haklarını
istirdadeden (geri isteyen) vahşi çiçeklerin ve harabelerin sihrini
bilirler. Zaten onlar hiçbir şeyi asla tamir etmek istemiyorlarsa bu,
Allah'ın arzusu- ki her şeyin düşmesi ve bitmesidir- hilafına gitmemek
içindir.
Gölgede oturan imamlar, bizim mabede
girmeşi arzu ettiğimizi anlayınca, yanlarından uzanmış, düşünen bir
delikanlıyı göndermişlerdi. Bu, mukaddes makamı ziyarete gelenlere pabuç
kiralamayı sanat ittihaz etmiş fakir bir çocuktu. Ayaklarımızı giydirmek ve
asude caminin kapılarını açmak üzere mütevazıane gelmişti.
Ortada bembeyaz bir
havuzdan bir çeşme fışkırıyordu. Duvarları üzerinde nadide çiniler- üç yüz
seneden beri boyanması usulü unutulmuş olanlardan- ve mermerlerin beyazlığı
teakube ediyordu (birbirini izliyordu). Duhul (giriş) kapısının üstünde,
gayet yüksekte, eski zaman sultanlarının mahfili gözüküyordu. Ve her iki
tarafta, döşeme taşları tesviyesinde (seviyesinde), buna müşabih (benzer),
imamlara mahsus başka mahfillere açılıyordu. Gayrıkaabil-i tasavvur çiçekler
tasavvur ederek o mahfilleri üzeri kıymettar (değerli) mermerlerin açık sema
rengi serin firuzeden acayip yeşillerde sönen ölgün firuzeye kadar bütün
firuze mavilerinden çerçeveleri ve saçakları vardı.
Caminin nihayetinde mihrap
lem'a-nisar (ışıltı saçan) idi; gayet yüksek ve haşmetli bu eski sanat
şeh-karı (baş eser) tekmil çinidendi; çiçeklerin, arabesklerinin, kabartma
kitabelerinin layetenahi (sonsuz) büklümleri vardı; bin büklümlü daire-i
beyziyesi stalaktitlerle (sarkıtlarla) mahmuldü ve mağara kubbelerindeki
bati tebellüratı (billurlaşmaları) hatırlatıyordu; ve hepsinin üzerinde, bu
yığılmış karışıklıkları tetviç eden (taçlandıran) yonca yaprağı şeklinde bir
sıra büyük ve rengarenk tezyinat, duvarların beyaz mermerleri arasında
nazarı celbediyordu (dikkat çekiyordu).
Ve daima, dışarıda olduğu gibi
burada da, teferruatın hayret-bahş (hayret veren) yığını içinde cami, her
şeye rağmen nazara ferah vermek için, heyet-i umumiyesinde yüksek bir
sanatla kurulmuş ve sade idi. Orada hasıl olan sükut belki canlı şekillerin
bulunmamasından ileri geliyordu. Kiliselerimizi tezyin eden, bazen muhteşem,
fakat daima fazla beşeri suretlerden burada eser yoktu. Çiçekler bile
kendilerini değiştiren bilmem nasıl sert bir tavra malik, her tarafta
hendesi (geometrik) bir mutabakat, gayri- şahsi, hayali mevcut olmayan
şekiller; eşyanın terkibi ve saf hututu (çizgileri) gayri-uzvi (organik
olmayan), gayri-maddi, ebedi bir alemin kurbiyet (yakınlık) ve sükununu
hissettiriyordu.
Sonra bu caminin banisi
Mehmed-i Evvel'in türbesini ziyaret etmek istemiştik. O civarda, biraz daha
yüksek bir meydan üzerindeydi ve bizim oraya gitmemiz için ihtiyar
çınarların altından geçmek, birkaç taş basamaktan çıkmak lazım geldi.
Asıl bu türbenin ismi olmakla
beraber Yeşil, etrafın şayan-ı hayret ettiği yeşilliği ve çınarların burada
mermer üstünde idame ettirdiği yeşil ziyası ile bu mübarek yerin heyet-i
umumiyesine (genel yapı) pek yaraşıyor.
Kubbeli ve sekiz köşeli
bir mezar ki haricini tezyin eden (süsleyen) sıvanın küf rengi murabbaları
kertenkele yollarını taklit ediyor.
İçeride, deniz ve zümrüt renkleri
arasında oynayan bir seher, dışarıdaki müşabih (benzer), fakat üzerlerine
yaldızla ince arabesk çizilmiş çiniler ve sekiz yeşil köşenin herbiri
ortasında birçok renkli ve dilimli bir şekil- şu hem gayet karışık, hem
gayet sade nakış- Acem şalına benzeyen ve ince uzun bir uç haline gelerek
zambağa benzer bir çiçekle nihayetlenen şekillerden bir tane, yükseğe,
kubbenin yanına takılmış renkli, küçük camlardan, mücevherler arasında
süzülmüş gibi mütehavvil (değişken) bir ziya (ışık) akıyor. Yerde,
üzerlerinde pabuçlarla sessiz yürünen eski halıların kalınlığı ve türbenin
ortasında bir sandık: tabut şeklinde, başında eski kavuk, üzerinde Frenk
üzümü renginde ve donuk beyaz sırma ile ayet-i kerime işlemeli Mekke
örtüsünü taşıyan azim sandık. Bu deniz suyu renkli zemin önünde yükselen
büyük, hazin, pembe ve sırma örtülü şey, Şark sanatının harikalarından
biridir.
Heyet-i umumiyesi Bursa'yı
teşkil eden bu birçok sükun ve hayal mahalleri içinde bilhassa leziz olan
biri daha vardır: Muradiye Cami etrafındaki mezarlık. Burada kule kadar
yüksek servilerin, Fome baobapları (bir tür ağaç) kadar büyük çınarların
gölgesi altında geçmiş son padişahların birkazının meskenini teşkil eden
küçük türbeler var. Gül ağaçları sarmaşıklar gibi, bir ağaçtan bir ağaca
dolanır, yabani otların istila ettiği dar yollarda hayret-bahş (hayret
veren) bir hoşlukla açarlar. Her tarafta, eski çeşmelerden su akar; kuşların
bütün dallarda yuvaları vardır. Burası gölgenin korusu, bilhassa güllerin
korusudur. Bir istisna olarak buradan bir yer gözükmez; ayağıdaki ovalar
buradan yalnız hissedilir. İnsan burada sükutu her yerden daha ziyade
taaruzdan masun ve mahzun kılan yeşil bir kubbe altında duyar.
Dalgın bir imamın bize birer birer
açtığı bu pek eski türbelerin en cazibedarı Sultan Murat'ınkidir. İçerisi en
ziyade hayrete şayan çinilerle örtülüdür. Bu mavimsi zemin üzerinde eski
tarzda ve kıymettar resimli çiçekler serpilmiştir; kabartma şeklinde
minelenmiş kızıl çiçeklerle karışık firuze yeşili ve lacivert çiçekler.
Pembe çiniden, zemini
siyah, üzeine pembe çiçek demetleri ile müzeyyen beyaz, dini kitabeler
yazılan saçak şeklinde bir kabartma bu pek latif duvar tezyinatı üzerine
uzanır.
Padişah, mezarının
çimenle bezenmiş ve sema suyu ile ıslanmış olmasını istediği için sadık
halefleri bu bi-baha (çok değerli) türbenin kubbesinde bir delik
bırakmışlardır ki oradan yağmurlar girer; büyük ve açık bir tabut şeklinde
beyaz mermer sanduka kırmızımtrak bir toprak ile doldurulmuştur ki orada
harikulade, çini duvarların gölgesinde, solgun ve mariz (hastalıklı) bir ot
biter.
Yeni Mecmua'nın özel Bursa sayısından (1923)
|