|
|
|
Refik
Halid Karay
Sıcaklar
insanın hüviyetini değiştiriyor huyunu ve şeklini. .. Böyle azgın güneşli ve
kızgın semalı bir şehirde, bir büyük, kirli, parasız, temizliğe özen
göstermeyen adamların burun buruna, omuz omuza, sırt sırta bir arada
yaşamaları doğrusu hoş olmuyor; ter kokusuyla kızarmış elbise ve kösele
buharı içinde geçen bu hayat artık her türlü zevklerini, yemek, yatmak ve
uyumak gibi en esaslı öz zevklerini kaybediyor: kadınlar insana çok yorgun
ve terli, süzgün görünüyor; yemekler lezzetsiz ve yağlı geliyor; uyku
kabuslarla, sarsıntılarla doluyor; sözün kısası üçünde de tat kalmıyor.
Dolayısıyla yazın ilk sıcaklarla beraber mesut adamların kalabalık
şehirlerden serin ve tenha yerlere uzaklaşmaları lazım. İşte geçen gün
toplandığımız bir evde bu meseleden bahsediyorduk. Gedikpaşa semtinde idik;
odamız, içinden ateşi çekilmiş bir fırına benziyordu, bizi aheste bir
sıcakla adeta kızartıyordu. Ne tarafıma dönsem sanki bir vapur kazanına
çevriliyordum, kaynar su ile kızmış bir sac tabakası çehremi kav gibi
yakıyordu.... Bir aralık şöyle konuşuyorduk:
-Ah Avrupa ah! Ne memleketlerdir onlar.. Trene atladın mı beş, on
saat sonra Alplerin ve Karpatların eteğinde bir otele gir. .. Karlara
gömülmüş, çam ormanlarına yaslanmış bir otel.. Burada karlı dağlar nerede?
Çamlı yamaçlar nerede? Nerede İsviçre?
Evet, böyle söyleşiyor, Avrupa’nın o ümran (medeni) ve irfan mahsulü,
konforlu dağ manzaralarına özlem duyuyorduk. Bir aralık, nasılsa açık
pencereden gözüm Marmara’ya kaydı, sonra Katırlı Dağları’nı gördüm ve birden
önümde tepeleri kar yığınlarına gömülmüş bir dağ silsilesi canlandı. Keskin
güneşin altında buzlu ve karlı yamaçlar şıkır şıkır ışıldıyor, parıl parıl
yanıyordu. O zaman düşündüm ki Keşiş, her mevsim o ezeli karlarıyla kucak
kucağa yaşayan serin, soğuk, buzlu Keşiş medeni bir vasıta ile bize iki saat
uzakta idi; İstanbul’un iki saat uzağında dünyanın en hoş manzaralı bir
karlı zirvesi bu sımsıcak beldenin karşısında bize kar gibi dişlerini
göstererek gülüyor ve sanki şöyle diyordu:
-“Ah zavallı, akılsız, idraksiz ve beceriksiz insanlar! Orada, benim
iki saat uzağımda yanıp kavruluyor ve Avrupa’nın Alpleriyle Karpatlarını
arıyorsunuz ha? Sizler bana evlerinde, ellerinin altındaki narin ve güler
yüzlü kızları görmeyerek loş sokaklardaki kuytu kapılara başvuran acemi ve
aptal gençleri hatırlatıyorsunuz. İşte ben buradayım, ezelden beri
duruyorum, terütaze, serin ve latif himmetinizi bekliyorum. Hele gidip bir
bakınız: kaynaklarımdan buz gibi soğuk ve güçlü, ne şifalı sular fışkırıyor!
Çam ormanlarımın rayihası nasıl cana can katıyor ve buzlu vadilerimde
hastalarınız için ne sağlam bir hava toplanıyor! Sağlık için, dinlenme için,
serinlemek için, özetle hayatınızın kıymeti ve faydası için yaradılış beni
buraya, denizin kenarına getirip koymuş. Şimdi siz orada kül renkle bir
buhar içinde cayır cayır yanarken bilseniz burada karlar ne soğuk ve ne
beyaz, ormanlar ise ne gölgeli ve serin! Bunca yıldır aklınız nerede idi?
Eşiğinizin önündeki bu sağlık kaynağın niçin görmediniz ve niçin onu bir
vapur hattı ve tren yoluyla iki saatlik bir mesafeye getirmediniz? Size
layıktır: veremden binlerce kurban veriniz, Avrupa’ya binlerce lira serpiniz
ve işte böyle, her yaz bana uzaktan bakıp içinizi çekerek yanınız,
tutuşunuz”.
Keşiş sanki bana böyle diyor, bizimle böyle alay ediyordu.
Burnumuzun ucundaki koskoca, kar başlı, yeşil etekli, sağlık ve
selamet kaynağı, bilinen Keşiş’i görmeyen bizler için yanıp kavrulmak
hakikate lüzumlu, layık bir ceza idi. Düşününüz ki iki süratli vapur, bir
dişli tren, en ucuz şartlarda bizi bu kızgın hamamdan kurtarır, iki saatte
çam ormanları arasından geçirerek, karlı bir yamaca ulaştırabilirdi. Yani
iki saat sonra ben Gedikpaşa’nın lodosa ve güneşe nazır, bol tahtakurusu
yetiştiren muhitinden kurtulup bir karlı çam ormanına karşı, otelin
taraçasında sımsıcak bir çay içebilir, ciğerimin bütün bolluk ve
güçlülüğüyle oh diyebilirdim.
Fakat eyvah ki bu oh bize nasip olmuyor ve galiba da yine olmayacak,
olmayacak!
En acı hitaplarla bizimle alay et ey Keşiş! Seni ihmal ettiğimizden,
kıymetini anlamadığımızdan dolayı bırak en keskin sıcaklarda yanalım,
kavrulalım! Biz böyle yandıkça, sen de karşımıza geç, kar gibi parlak
dişlerini göster ve tutuşan bedenlerimiz ve kavruk dimağlarımızla ebediyen
eğlen!
Bu senin hakkın, bizim de layığımızdır. |