|
|
Öğretmen, şair ve gazeteci
Trabzon 1913 - İstanbul 1979
İlköğrenimini Trabzon
ve Ardahan'da, ortaöğrenimini İstanbul ve İzmit'te tamamladı. Kabataş Lisesi'ni
ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarih bölümünü bitirdi. 1944'te
Bursa Ticaret Lisesi'nde göreve başladı. Öğretmenlik görevinin dışında toplumsal
etkinliklere katıldı; boks, futbol ve atletizm hakemliği yaptı. Döneminde
Bursa'da yayımlanan Açık Söz, Ant, Yeni Ant, Hakimiyet. Millet ve Spor Haberleri
gibi çeşitli gazetelerle Bursa Halkevi tarafından çıkarılan Uludağ dergisinde
makale, roman ve spor yazıları yazdı. 1947-1950 yılları arasında Bursa Halkevi
Dil-Edebiyat-Tarih Komitesi üyeliği, 1950 yılında çıkan son iki sayısında
Uludağ dergisinin yayın yönetmenliğini yapmıştır.
Uludağ dergisinde divan edebiyatını öven yazılar yayımlanmıştır. Bu tip
yazıları içinde en çarpıcı olanı, divan şiirine bol örnek verdiği; Fatih
Sultan Mehmed’e ve Molla Lütfi’ye övgüler düzdüğü “Molla Lütfinin Şairliği”
başlığını taşıyan ve Molla Lütfi’nin katlinden birinci derece sorumlu olan
II. Bayezid’i akladığı yazısıdır. Akbulut her yazısında Osmanlı
padişahlarını her türlü kötülükten muaf gösterebilmek için olağanüstü bir
çaba içerisine girmiştir. Her türlü kötülüğün kaynağını Osmanoğlullarında
bulan, onları Osmanlı saltanatını işgal eden kişiler olarak nitelendiren
Cumhuriyet retoriği Rüknettin Akbulut’ta tersine dönmüş durumdadır. Akbulut,
“Ebussuud Ahmet Efendi” başlıklı yazısında ise şairin en güzel şiirlerini
Arapça yazdığını söyleyerek öve öve bitiremez. Akbulut “Nedim ve Lale” adlı
yazısında Nedim’in şiirlerini mercek altına alır ve yine methiyelerini eksik
etmez (Can Ulusoy, Taşrada Kent ve Aydın, Doktora tezi, s. 231).
Yayımlanan yapıtları: Silâhsız İhtilâlci Gandhi, Cumhuriyet Devrinde Bursa İçin
Yazılan Şiirler, Üç Günde Bursa Nasıl Gezilir, Bursalı Şair Öğrenciler
Antolojisi, Bektaşilik ve Bektaşi Fıkraları ve Herşeyi ile Bursa.
Herşeyi ile Bursa, Sulhi Garan Matbaası,
1957, 240 sayfa
Yazılarından bir örnek (Bursa Hakimiyet, 11.11.1963)
Eşsiz Atam - Hükümetin merkezi neresidir? Durgun suya
atılan bir taş misali dalga dalga gezindi bu soru, değil bizlerin nice
bilginlerin bile yüreğini hoplatan cinstendi bu soru. Başlar bükülmüş,
bakışlar yere dikilmiş, zaman durmuştu sanki. İnce ve keskin bir ötüş bu
sıkıntılı havayı dağıtırcasına: - Hükümet merkezimiz Ankara.
Yüreklerden boşalan ferahlıkla aydınlanan bakışlar bu ince sesin geldiği
yöne çevrildi. Bir ona, bir Başöğretmene bakarak, verilecek kararı
bekliyordu herkes. Başöğretmen kararını çoktan vermişti. Bastonu ile
oynayarak gülüyor, mavi nurlu gözleri ışıl ışıl dakikalarca gülüyor. Az
önce kararan yüzlere bu gülüşün yankıları oynamakta şimdi. Köylülere
dönen Mustafa Kemal: - Okula giden çocuklarla gidemeyenlerin farkını
gördünüz. Seni en büyük adamımızı, zamanın Türk milletine yalnız bir
kere bağışladığı en büyük varlığı kaybettiğimiz günlerde ve hal â
duyduğumuz acıyı anlatmaya imkân var mı? Elem ve kederimizi açıklamak
için içimizden gelen ve yalnız senin için candan kaynayarak göz
pınarlarımızdan dökülen yaşlarımız kelime oyunlarına sığmaz asla!...
Hastalığını işitip, yayınlanan doktor tebliğlerindeki kelimelerin
katılığından anlamlar çıkarmıya çalışıyorduk. Fakat son gecenin feci
tebliği dahi senin gibi Büyük ve en büyük Türk’ün hayata veda edeceğine
bizleri asla inandıramıyordu: - Belki! diyorduk, Allah büyüktür
diyorduk, geçen gün de böyle bir tebliğ çıkmıştı diyorduk, ve bu
karanlık gecede dahi bir ışık arıyorduk… Sabahın erken saatlerinde hemen
Dolmabahçe sarayı üzerindeki senin bayrağına bakmıştık, saat 8 idi,
mektebe gidiyorduk, ferahladık, Bayrak göndere tam toka edilmişti…
Oh!... Çok şükür Allahım, onu bize bağışladın, demiştik… Fakat
içimizde sonsuz bir karanlığın acısı vardı, çocuklar sınıflarda
söyleneni anlamıyorlar, yüzümüze çok derin ıztırablarının ışıklarını
gösteren bakışlarla mahzun bir tavırla: -Bize bir şey söyleme, bir
şey sormayınız!... der gibi idiler …Hepsinin nazarlarında aynı endişe
vardı (Ya Atatürkümüz ölürse?) sorusunun acı korkusu… Nihayet acı
haber ulaştı, Bayraklar yarıya indi, saat 9’u 5 geçiyordu ve günlerden
Perşembe 10/Kasım/1938 tarihi. Ders vermek için sınıfa girdiğim zaman
kendimi zor tutuyordum, durum sınıf havasına uysun diye bir öğrenciyi
derse kaldırmak istedim: - Afedersiniz, hastayım! Dedi, ben
anlamıştım, diğerlerine hitabla: - İçinizde başka hasta hasta var mı?
diye sordum, hepsi birden: - Hapimiz, dediler ve sıranın üstüne
kapanıp ağlamaya hıçkırmaya başladılar, ben de zaten bunu bekliyordum.
Bir kişinin acısı bile insanı ne kadar üzer bilirsin Atam!. İşte
bütün bir sınıf dolusu gencin bu ulvî bu içten samimi acısı karşısında
senin tavsiyelerini onlara söylemek istedim. - En büyük varlığımızı
kaybetmemize rağmen vazifelerimizi unutmayalım!. diyecek oldum, fakat
bana öyle içten ve yaşla baktılar ki: - Bugün dinleyecek halde
değiliz, elemlerimizi sükûtun derinliklerine salıp doya, doya acıyıp,
ağlayıp yanalım!.. demek istiyorlardı, öyle yapmıştık, halâ aynıyız
Atam.. Asrın ve Türklüğün en büyük adamını kaybettiğimiz için
yaralanan yüreğimizin acısı asla kapanmayacak. Sen büyün hayatın boyunca
kimseye benzemedin, fânilerin seviyesinden çok üstündün. Herkese
benzeyen tek tarafın, herkes gibi gözlerini şu fâni hayata kapayacak
ölümün oldu. Fakat yine fânilerden ayrısın, çünkü ebedisin Atam!. Dünya
bile bunu kabul etti, düşmanlarımız bile sana ağladı ve senin için en
seçkin sözler aradılar ve bir Bulgar gazetesi şöyle yazdı: (Artık
Gladson gibi söyleyebiliriz: Atatürk öldükten sonra, dünya artık eskisi
kadar enteresan değildir.)”
|