Çok, pek çok sene evvel akrabamdan iki liseli ile beraber pek genç
yaşımızda bir Bursa seyahati yapmıştık. ………….. Bursa’nın ahlakı ve dini
ilimler bilgisi itibarıyla çok şöhret almış ve hürmet görmüş bir aile
dostuna misafir olduk.
Sabahleyin uyandığım zaman evin önündeki açık sofada yere kurulmuş
bir kahvaltı sofrası buldum. Fakat benim nazarı dikkatimi çeken bu sofra
değildi. Açık sofanın nazır olduğu bahçedeki berrak sulu bir havuz ve
havuzun ortasında ağzından mütemadiyen su akan bir aslan başı idi. Serin ve
berrak bir su durmadan akıp gidiyordu. Nereden geliyordu, nereye gidiyordu?
Nereden gelmesi bir şey değil fakat nereye gittiğinin mühim olduğunu hekim
olduktan sonra Bursa’ya ikinci seyahatimizde öğrendik. O suya Pınarbaşı suyu
derlermiş ve bir evden çıkar diğer eve girermiş. Bu su akar su olduğu için
pislik tutmaz derlerdi. Ve o havuzdan abdest alınırdı. Şimdi bu su kurumuş
ve böyle evden eve geçen su kalmamış. Yazık olmuş diyeceğim ama eski
mesleğim namına bu teessüfü izhardan utanıyorum.
Büyükbabamız yaşında olan ihtiyar hoca efendi biz genç çocuklara
Bursa’yı anlatıyor fakat ister üniversite ilmi olsun, ister medrese ilmi
olsun hakiki ilmin verdiği tecessüsle orta tahsilde ne öğrendiğimizi bilmek
istiyordu. Ona coğrafyadan bahis açtık, Hanya'yı, Konya'yı bildiğimizi, yalnız
Hanya ve Konya gibi bizim memleketleri değil o vaktin diliyle “diyar-ı
küfür” denilen Avrupa memleketlerini de bildiğimizi rahmetli hoca efendiye
kibar ve semihane ikramları esnasında gösterdik. Fakat bu muhterem ihtiyarın
zihninin takıldığı noktayı sezmiştim: sözü dünyanın yuvarlaklığına getirdim;
o vakit bize öğretildiği kadar bu davanın ispatını eski Yunandan Bythinia’ya
dünyanın yuvarlaklığını talim etmeğe gelmiş Aristarchos tavrıyla anlatmağa
başladım. Bu belki bir muziplik idi. Bu meşhur hocamız
dinledi, dinledi, sonra “güzel, güzel ama bizi buna inandırmaya
çabalamayınız. Sizin her söylediğinize biz inanmayız. Bizim bir şey
dediğimiz yok. Siz bize sormayın, öğreniniz dünya ve mafihayı” dedi, kesti.
Bu ne sade, ne güzel, ne laik bir görüştü. Bu sözlerin manasını ne yazık ki
sonradan anladık ve ne yazık ki hala da anlamayanlar var.
Birkaç sene sonra tıbbiye talebesi iken iki, üç arkadaşla tekrar
Bursa’ya gittik. Bu defa eskiden bildiğimiz camileri, türbeleri bir kere
daha dolaştık. “Altı yüz senelik” denilen evi dışarıdan ziyaret ettik. Fakat
seyahatin hedefi o zaman Keşiş Dağı denilen Uludağ’ın tepesiydi. Yol yok,
otel yok, bir günde çıkıp akşama gene otele dönmek lazımdı. Katırlar tutuldu
ve yola koyulduk. Zirveye pek yakın kelleşmiş bir çamlık altında
oturduğumuzu ve burada akan çok soğuk bir dereciğin su birikintileri içinde
yüzen kırmızı, siyah benekli ala balıkları hatırlıyorum. Dönüşte İsplandit
otelinin bir odasında kırk derece hararetle yattığımı da unutmadım. Dağ mı
tutmuştu, sıtma mı tutmuştu; o vakitki tıbbi bilgilerimiz bunu teşhise
müsait değildi.
Nihayet yıllar sonra bu sene tekrar Bursa’yı gördüm. İçinden geçip
Çekirge’de her taraf cayır cayır yanarken serin bir rüzgarın latif
temaslarıyla müsterih ve sakin bir hafta yeşil ovayı seyrettik. Dillere
destan olan yeni hastaneyi görmek istedim. Beni oraya bir arkadaş götürdü.
Bayramın galiba ikinci günüydü. Yanlış kapıdan girmiş olacağız ki medhal
benim üzerimde hiç iyi bir tesir yapmadı. İnleyen, bacağını, kolunu ovup
sıkan hastalar ve bayram günü olduğu halde kirli beyaz gömlekli kadın, erkek
hastabakıcılar arasında bir müddet bekledik. Pek mültefit ve mükrim bir
arkadaş bize hastaneyi gezdirdi. Tekniğin son icaplarına göre kurulmuş
cihazlar arasında dolaştık. Hastane 300 yataklıdır. Bayrama rağmen hastanede
hayli iş olduğu anlaşılıyordu. Bu işleri görecek nöbetçi hekimler de iki
kişiden ibaretti. Allahtan onlara kolaylık temenni ettik. Sekiz katlı
hastanenin sekiz kadar asansörü, seksen kadar elektrikle işleyen saati
olduğu iftiharla bize anlatıldı. Fakat her tarafında türlü sular olduğunu
zannettiğimiz Bursa şehri hastanesinin su sıkıntısı çektiğini de işittik;
musluk başında nöbet beklendiğini söyleyenler vardı. Hastaneden çıkarken
hocam Süleyman Numan Paşanın bir nasihati aklıma geldi. Ona da hocası bu
nasihati serzeniş şeklinde vermiş: Berlin’de tahsilde iken bir bayram günü
hastaneye gitmemiş, hoca kendisine sormuş: “Dün nerede idiniz?” Bayram
olduğunu söyleyince: “İyi hekimler ilk önce hastalarıyla bayramlaşır” gibi
hatıralara kazınacak bir nasihat etmiş. Bu nasihat, bayram sükunu görmeyen bu
hastanede nedense birdenbire aklıma geldi. Açılalı henüz üç, dört sene olan
bu muazzam hastanenin şimdiden dalgalanmış mozaik koridorundan geçerken bir
şeye memnun olduğumu hissediyordum. Hekim ve hatta başhekim odasında bazı
diğer hastanelerde görülen utanç verici lüksten eser yoktu. Hastanenin
kütüphanesi (ama boş değil, kitaplar, mecmualarla dolu kütüphanesi) olup
olmadığını sormaktan vazgeçtim. Çünkü bizi gezdirmek lütfunda bulunan ve o
gün hastanenin tek mesul hekimi olan arkadaşı vazifesinden alıkoymamak, benim
tecessüsümü tatmin etmemden daha hayırlı ve daha lüzumlu idi.
Ertesi gün, şimdi değişmiş bir şekil alan ve fakat yer yer eski
Bursa’yı hayal ettiren yerleri de ortadan kalkmamış olan şehre tekrar indik.
Müthiş bir sıcak dalgası içine dalarak eski abideleri bir kez daha görmek
istedik. Bu defa gene altı yüz senelik (!) evin önünden geçerken girip
görmeyi istemedim; çünkü tamir ve ihya (=restaure) edilirken pek çok
yanlışlıklar yapıldığını işitmiştim. Eski eserler üzerinde zamana uymayan
süsleri seyretmek insana ferah değil elem verir diye korktum ve Türkiyemize
gönül verenlerden ve benim en aziz dostlarımdan profesör Albert Gabriel’in
bu evin tamirinden bahsederken ne kadar acındığını hatırladım. Artık
üzerinden kilitler kaldırılmış, pencereleri açılmış ecdad türbeleri
civarında idik. Senelerce kapalı durmanın mucip olduğu ihmal tesirlerini
şöylece bir tarafa bırakıyorum. Sultan Osman ile oğlu Orhan’ın türbelerinin
bulunduğu ve “rüzgarın hiç eksik olmadığı mürtefi yerde” Bursa ovasının
başka bir yeşil renkte görünen başka bir köşesine bakarken caz sesleri
kulakları tırmalıyordu. Sonradan muazzam bir imparatorluk teşkil edecek olan
bir devlet kuran bu iki devletliyi, fethettikleri türbelerinde sükun içinde
bırakmak, şanımıza daha layık olmaz mı?
Sıcaklığın yorgunluğuyla canımızı Çekirge’deki otelimize attığımız
zaman terasının güzel ve serin havasında o günün boğucu havasından bizi
kurtaran otelin misafirperverliğini de unutmamalıyım. Orada otel idaresi ne
insani, ne medeni bir şekil almıştı. uhterem bir Türk hanımının Avrupa,
Amerika otellerini görüp tetkik etmeden sırf aklıselimi ile idare ettiği bu
otelin mütevazi odasında, mütevazi salonunda kimse kendini yabancı
hissetmiyordu. Müdürün teftişleri o kadar sessiz, o kadar gösterişsiz idi ki
bu sayede otel memurları ve müstahdemleri arasında müşteriye iyi muamele
etmeyen birisine değil, bağırarak konuşan bir garsona rastgelmek mümkün
değildi.
(1956)