Üç Bursa

Bursa'da Edebiyat

Edebiyatımızda Bursa

   

                    

                                                                                            A. Adnan Adıvar

             Çok, pek çok sene evvel akrabamdan iki liseli ile beraber pek genç yaşımızda bir Bursa seyahati yapmıştık. ………….. Bursa’nın ahlakı ve dini ilimler bilgisi itibarıyla çok şöhret almış ve hürmet görmüş bir aile dostuna misafir olduk.

            Sabahleyin uyandığım zaman evin önündeki açık sofada yere kurulmuş bir kahvaltı sofrası buldum. Fakat benim nazarı dikkatimi çeken bu sofra değildi. Açık sofanın nazır olduğu bahçedeki berrak sulu bir havuz ve havuzun ortasında ağzından mütemadiyen su akan bir aslan başı idi. Serin ve berrak bir su durmadan akıp gidiyordu. Nereden geliyordu, nereye gidiyordu? Nereden gelmesi bir şey değil fakat nereye gittiğinin mühim olduğunu hekim olduktan sonra Bursa’ya ikinci seyahatimizde öğrendik. O suya Pınarbaşı suyu derlermiş ve bir evden çıkar diğer eve girermiş. Bu su akar su olduğu için pislik tutmaz derlerdi. Ve o havuzdan abdest alınırdı. Şimdi bu su kurumuş ve böyle evden eve geçen su kalmamış. Yazık olmuş diyeceğim ama eski mesleğim namına bu teessüfü izhardan utanıyorum.

            Büyükbabamız yaşında olan ihtiyar hoca efendi biz genç çocuklara Bursa’yı anlatıyor fakat ister üniversite ilmi olsun, ister medrese ilmi olsun hakiki ilmin verdiği tecessüsle orta tahsilde ne öğrendiğimizi bilmek istiyordu. Ona coğrafyadan bahis açtık, Hanya'yı, Konya'yı bildiğimizi, yalnız Hanya ve Konya gibi bizim memleketleri değil o vaktin diliyle “diyar-ı küfür” denilen Avrupa memleketlerini de bildiğimizi rahmetli hoca efendiye kibar ve semihane ikramları esnasında gösterdik. Fakat bu muhterem ihtiyarın zihninin takıldığı noktayı sezmiştim: sözü dünyanın yuvarlaklığına getirdim; o vakit bize öğretildiği kadar bu davanın ispatını eski Yunandan Bythinia’ya dünyanın yuvarlaklığını talim etmeğe gelmiş Aristarchos tavrıyla anlatmağa başladım. Bu belki bir muziplik idi. Bu meşhur hocamız  dinledi, dinledi, sonra “güzel, güzel ama bizi buna inandırmaya çabalamayınız. Sizin her söylediğinize biz inanmayız. Bizim bir şey dediğimiz yok. Siz bize sormayın, öğreniniz dünya ve mafihayı” dedi, kesti. Bu ne sade, ne güzel, ne laik bir görüştü. Bu sözlerin manasını ne yazık ki sonradan anladık ve ne yazık ki hala da anlamayanlar var.

            Birkaç sene sonra tıbbiye talebesi iken iki, üç arkadaşla tekrar Bursa’ya gittik. Bu defa eskiden bildiğimiz camileri, türbeleri bir kere daha dolaştık. “Altı yüz senelik” denilen evi dışarıdan ziyaret ettik. Fakat seyahatin hedefi o zaman Keşiş Dağı denilen Uludağ’ın tepesiydi. Yol yok, otel yok, bir günde çıkıp akşama gene otele dönmek lazımdı. Katırlar tutuldu ve yola koyulduk. Zirveye pek yakın kelleşmiş bir çamlık altında oturduğumuzu ve burada akan çok soğuk bir dereciğin su birikintileri içinde yüzen kırmızı, siyah benekli ala balıkları hatırlıyorum. Dönüşte İsplandit otelinin bir odasında kırk derece hararetle yattığımı da unutmadım. Dağ mı tutmuştu, sıtma mı tutmuştu; o vakitki tıbbi bilgilerimiz bunu teşhise müsait değildi.

            Nihayet yıllar sonra bu sene tekrar Bursa’yı gördüm. İçinden geçip Çekirge’de her taraf cayır cayır yanarken serin bir rüzgarın latif temaslarıyla müsterih ve sakin bir hafta yeşil ovayı seyrettik. Dillere destan olan yeni hastaneyi görmek istedim. Beni oraya bir arkadaş götürdü. Bayramın galiba ikinci günüydü. Yanlış kapıdan girmiş olacağız ki medhal benim üzerimde hiç iyi bir tesir yapmadı. İnleyen, bacağını, kolunu ovup sıkan hastalar ve bayram günü olduğu halde kirli beyaz gömlekli kadın, erkek hastabakıcılar arasında bir müddet bekledik. Pek mültefit ve mükrim bir arkadaş bize hastaneyi gezdirdi. Tekniğin son icaplarına göre kurulmuş cihazlar arasında dolaştık. Hastane 300 yataklıdır. Bayrama rağmen hastanede hayli iş olduğu anlaşılıyordu. Bu işleri görecek nöbetçi hekimler de iki kişiden ibaretti. Allahtan onlara kolaylık temenni ettik. Sekiz katlı hastanenin sekiz kadar asansörü, seksen kadar elektrikle işleyen saati olduğu iftiharla bize anlatıldı. Fakat her tarafında türlü sular olduğunu zannettiğimiz Bursa şehri hastanesinin su sıkıntısı çektiğini de işittik; musluk başında nöbet beklendiğini söyleyenler vardı. Hastaneden çıkarken hocam Süleyman Numan Paşanın bir nasihati aklıma geldi. Ona da hocası bu nasihati serzeniş şeklinde vermiş: Berlin’de tahsilde iken bir bayram günü hastaneye gitmemiş, hoca kendisine sormuş: “Dün nerede idiniz?” Bayram olduğunu söyleyince: “İyi hekimler ilk önce hastalarıyla bayramlaşır” gibi hatıralara kazınacak bir nasihat etmiş. Bu nasihat, bayram sükunu görmeyen bu hastanede nedense birdenbire aklıma geldi. Açılalı henüz üç, dört sene olan bu muazzam hastanenin şimdiden dalgalanmış mozaik koridorundan geçerken bir şeye memnun olduğumu hissediyordum. Hekim ve hatta başhekim odasında bazı diğer hastanelerde görülen utanç verici lüksten eser yoktu. Hastanenin kütüphanesi (ama boş değil, kitaplar, mecmualarla dolu kütüphanesi) olup olmadığını sormaktan vazgeçtim. Çünkü bizi gezdirmek lütfunda bulunan ve o gün hastanenin tek mesul hekimi olan arkadaşı vazifesinden alıkoymamak, benim tecessüsümü tatmin etmemden daha hayırlı ve daha lüzumlu idi.

            Ertesi gün, şimdi değişmiş bir şekil alan ve fakat yer yer eski Bursa’yı hayal ettiren yerleri de ortadan kalkmamış olan şehre tekrar indik. Müthiş bir sıcak dalgası içine dalarak eski abideleri bir kez daha görmek istedik. Bu defa gene altı yüz senelik (!) evin önünden geçerken girip görmeyi istemedim; çünkü tamir ve ihya (=restaure) edilirken pek çok yanlışlıklar yapıldığını işitmiştim. Eski eserler üzerinde zamana uymayan süsleri seyretmek insana ferah değil elem verir diye korktum ve Türkiyemize gönül verenlerden ve benim en aziz dostlarımdan profesör Albert Gabriel’in bu evin tamirinden bahsederken ne kadar acındığını hatırladım. Artık üzerinden kilitler kaldırılmış, pencereleri açılmış ecdad türbeleri civarında idik. Senelerce kapalı durmanın mucip olduğu ihmal tesirlerini şöylece bir tarafa bırakıyorum. Sultan Osman ile oğlu Orhan’ın türbelerinin bulunduğu ve “rüzgarın hiç eksik olmadığı mürtefi yerde” Bursa ovasının başka bir yeşil renkte görünen başka bir köşesine bakarken caz sesleri kulakları tırmalıyordu. Sonradan muazzam bir imparatorluk teşkil edecek olan bir devlet kuran bu iki devletliyi, fethettikleri türbelerinde sükun içinde bırakmak, şanımıza daha layık olmaz mı?

            Sıcaklığın yorgunluğuyla canımızı Çekirge’deki otelimize attığımız zaman terasının güzel ve serin havasında o günün boğucu havasından bizi kurtaran otelin misafirperverliğini de unutmamalıyım. Orada otel idaresi ne insani, ne medeni bir şekil almıştı. uhterem bir Türk hanımının Avrupa, Amerika otellerini görüp tetkik etmeden sırf aklıselimi ile idare ettiği bu otelin mütevazi odasında, mütevazi salonunda kimse kendini yabancı hissetmiyordu. Müdürün teftişleri o kadar sessiz, o kadar gösterişsiz idi ki bu sayede otel memurları ve müstahdemleri arasında müşteriye iyi muamele etmeyen birisine değil, bağırarak konuşan bir garsona rastgelmek mümkün değildi.

                                                                                                                               (1956)

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 25/10/22