Alper Can
Dağcılar öyle derler ya,
kendilerine neden tırmandıkları sorulduğunda: Çünkü dağlar orada. Eğer siz de
Uludağ orada durup durduğu ve merakınızı uyandırdığı için bir Uludağ
yürüyüşüne katılırsanız, ve ola ki hayata, varlık dünyasına farklı iki
bakışla bakmak ve sonra da bunları çarpıştırmak isterseniz iki gününüzü
ayırın derim.
Bursa’nın Uludağ’a bakan sırtlarından
başlayın yürüyüşünüze. Evlerin bittiği yerden yukarı doğru devam edin. Kent
hayatının bitip yaban hayatın başladığı sınıra şahit olun. Beton grisinden
yeşile, toprak rengine, sarıya, kırmızıya geçişi yaşayın. İlk gününüzün adı
YAŞAM. Bu parkurda Uludağ’ın canlı kısmına şahit olacaksınız. Yeşilin kaç
tonu olduğunu sayın, farklı ağaç türlerini ayırt etmeye çalışın, masum gibi
görünen mantarları fotoğraflayın, kuş seslerini taklit etmeye çalışın, domuz
izi bulmaya çalışın. Canlı varlıkların en temel güdüsü olan hayatta kalma
güdüsünün değişik tezahürlerini gözleyin kısacası. Bu yürüyüş kendi içinize
bir ‘iç yolculuk’ yapmak için de iyi bir fırsat. Böyle bir doğa parçasında
kaç gün tek başınıza kalabileceğinizi düşünün. İnancı uğruna Uludağ’a kaçan
bir keşiş olsaydınız böyle bir yaşamın zorlukları sizi inancınızdan vaz
geçirir miydi? Yaban hayatın zorluğundan yılıp inancınızı terk ederseniz ne
kadar inanıyor sayardınız kendinizi? Babası sevdiğiniz kızı size vermeseydi
ve kaçabileceğiniz tek yer bu dağ olsaydı aşkınızın gücü yeter miydi sizi bu
dağda yaşatmaya?
Yürüyüşe başlayalı neredeyse bir saat
olacak. Sırt çantanız kendini hissettirmeye başladı. Nefesleriniz sıklaştı.
Belki sigaradan doğan öksürük krizi atlattınız. Ya da ham vücudunuz size
şehirde göndermediği mesajlar gönderiyor şimdi. Kendime ne kadar
yabancılaşmışım diye düşündünüz mü? “Şehirde çok gerekmediği için
kullanmadığım kaslarımdan ancak şimdi haberdarım. İşe yetişmek üzere her
zaman yaptığım gibi kahvaltısız çıktığım için yola başım dönüyor sanki ve
şakaklarım zonkluyor.”
İnsan sosyal bir canlıdır derler. Derler
ama çağımızın yaşam şekli insanı gitgide atomlaştırıp etrafından
soyutlamıyor mu? İşte yanı başımızdaki dağdan bihaber yaşamışız bunca zaman.
Zor koşullar insanları birbirine yaklaştırır, dayanışma ruhunu canlandırır.
Şehirden uzak bir doğa parçasında yürüyorsunuz. Bir eşyaya, gıdaya yardıma
ihtiyacınız olabilir. Başınızı çevirip baktığınızda ekip arkadaşınızı
göreceksiniz. Zorda kalmış insanların o içten sesiyle yardım istediğinizde
ihtiyacınızı karşılayacak. Çünkü siz bir ekipsiniz. Böyle bir yürüyüş ekip
arkadaşınızla ilgili sorgulamalar için de verimli olacaktır. "Zorda
kaldığımda yardım isteyeceğim kişi o. Ne kadar tanıyorum onu? Benim yiyeceğim
az, ondan istesem paylaşmaya ne kadar istekli olur? Ya da sürekli o benden
bir şeyler istese sabrım ne kadar olur? Her ne olursa olsun faaliyet bitene
kadar sabırlı olmalıyım. Her şey güzel gidiyor da şurada sürekli konuşan
kızlar sinirimi bozuyor. Acaba bana da sinir olanlar var mıdır? ”
Düşünecek, sorgulanacak çok
şey var. Ama bu arada çevrenizdeki güzellikleri, her zaman göremeyeceğiniz
ayrıntıları da es geçmeyin. Geri döndüğünüzde ne kadarını ve hangi
ayrıntıları hatırlayacaksınız bakalım.
Tadını çıkarın. Çünkü yokuş yukarı
çıkıyor olmak dışında her şey güzel. Yoğun bir yeşil şemsiye üstünüzde, yer
yer güneş sızıyor aradan, sıkça şırıl şırıl dereciklerin üzerinden
atlıyorsunuz. Vücudunuzdan, arkadaşlarınızdan, doğadan yeni algılar akıyor
beyninize.
Kadıyayla yakınlarındasınız. Ab-ı hayat
denen mevkide yakıp ateşi doyurdunuz karnınızı. Sonrasında ise kısa bir
şekerleme uykusu. Ohh, hayat budur işte. Diyenler boşuna “hayat suyu”
dememiş bu bölgeye. Burda her şeyden hayat fışkırıyor: su, toprak, ağaç,kuş
ve keyfi yerinde ben. Bu huzur anında ekip şefiniz “Haydi arkadaşlar yola
devam, pineklemeye gelmedik” diyor. Ne hissettiniz ona karşı?
Öğleden sonra sıcağı bastırdı. Güneşi
daha fazla hissediyorsunuz sanki. Oteller bölgesinin biraz üstünde bu akşam
kamp kuracaksınız. Bacaklarınız zorlanıyor artık. Ne kadar kaldığını sıkça
sorup mızıldayan olmak istemiyorsunuz. Bakalım ne kadar dirençlisiniz. Başka
bir yorgun kişi yürüyüş hızından şikayetçi olacak olsa ona arka çıkıyorsunuz
, sanki eleştirilecek bir şeyler arar gibi.Yoksa yorulunca daha tahammülsüz
mü oluyorsunuz? Böyle bir durumda bitmek bilmeyen yolun sinirlerinizi
bozmaması içinizden kendi kendinize ne derdiniz: Madem düşünmeden bir karar
verip başladım bu faaliyete sabredip bitirmeliyim – Mutlaka bir yolunu bulup
ekibe mola verdirmeliyim – Yoruldum ama hiç böyle keyifli yorulmamıştım....
Kamp zamanı. Dağ çabucak soğudu. Çadır
kurmak için çantalar açıldı, ekip arkadaşınızla birlikte giriştiniz işe. İş
bölümünde zor iş kime düştü, liderlik mi taslıyor size?
Yürüyüş sırasında ekip şefinin
yetkinliğinden belki kuşku duymuştunuz ama bakın; size söylediği saatte
grubu kamp yerine ulaştırdı. Çadırlar kuruldu, akşam yemeği hazırlanmak
üzere.Ve güneş batımı seyri için tam da uygun vakit. Durup doğayı
dinleyin.Şehir seslerinin hiç biri yok. Biraz uzaklaşın kamp yerinden. Dağa,
göğe, uzaklara bakın, hissedin yalnızlığı. Geçirdiğiniz gün gelsin gözünüzün
önüne, yürüdüğünüz yollar. Evet bir iş başardınız. Alıp çantanızı bir yerden
bir yere gittiniz ve şimdi çadırınıza girip uyuyacaksınız. Her şey
planladığınız gibi. Şimdi dönün kamp yerine ve ateş başında geçen keyifli
saatlerin tadını çıkarın. Erken yatıp muhabbeti kaçırmayın sakın. Uyarmadı
demeyin, yarınki konuşmaların büyük bir kısmını kaplayacak bu keyifli
saatler. YAŞAM adlı bu ilk günde an’ı yakalayın.
Günaydınnnn...İyi ama bu da ne,
saat daha 7.Güneş giren çadıra uyku girmez. İyi uyudunuz mu?Tulum rahat
değil miydi, üşüdünüz mü, konuşanların gürültüsünden uykuya dalmanız gecikti
mi, çadır arkadaşınız horladı mı? Neyse canım, bir günlüğüne uykusuz kalmak
öldürmez insanı. Sabah kahvesinden sonra keyfiniz yerine geliyor. Etrafa
yine değişik bir şeyler görmeyi uman gözlerle bakıyor, sabah serinliğini
içinize çekiyorsunuz. Ormanın bittiği sınırdasınız. Bu yükseklikten sonra
ağaç yok, sadece ufak çalı kümeleri. Dün sık bitki örtüsü içinde yavaş yol
almıştınız, bugün daha çok yol kat edilebilir. Hedef göller bölgesi.Dün
geçirdiğiniz güzel günden sonra bugün ÖLÜM günü, yani parkurun adı bu.
Ekip yola koyuldu. Taşlık bir
arazide daha önceden geçilmiş patikadan devam ediyor yürüyüş. Ağaç, kuş,
dere seslerinden sonra bugün ortalık sessiz, ekipte henüz sabah mahmurluğu
var, kimse konuşmuyor. Düne göre ilk tezatlık bu sessizlik. Her yerde ne çok
taş var. Açık renkli bu taşlık arazi sanki bir taş çölü. Sanki her bir taş
ölmüş bir insan. Ara sıra bir üzerinden geçip azcık hareketlendiriyor onu.
Dünyada kalanların ölülerini anması gibi. Sonra yine o sessiz, hareketsiz
alemlerine dalıyorlar. Ve rüzgar. Yükseklik arttıkça ve onu kesecek orman
örtüsü kalmayınca yüzünüzü daha çok yalıyor artık, keskin ve serin bir
ustura gibi. Konuşmaları duymayı güçleştiriyor, sessizliğe katkıda bulunmak
ister gibi. Ve dağlar. Manzara alabildiğine açık. Sağda solda birkaç tepe
var. Kaç bin yıldır durdukları yerde, birilerinin onları algılayıp
algılamamasına aldırış etmeden mağrurca dikiliyorlar. Bizden sonra kaç kuşak
görecek onları kim bilir. Ne kadar da küçüğüz onların yanında, karınca
kadar. Yerdeki karıncalara bakar gibi bakıyor olmalılar bize. Şehir
hayatında bir karınca ne kadar iz bırakır belleğimizde? Bizim ömrümüze göre
en fazla birkaç ay yaşar karıncalar. Biz de dağların karıncaları mıyız,
onlara göre kısacık kömürleri olan? Hayır bu kadar anlamsız olmamalı
ömrümüz.
İlk mola yerine varıldı. Güneş bugün
olabildiğine acımasız. Biraz nefeslenip sıvı takviyesi yaptıktan sonra yola
devam. Şekerleme yapacak gölge bulmak zor bugün. Öğle yemeğini tostla
geçiştirip zirve yapılacak, ancak sonrasında göl kenarında keyif
yapılabilir.
Yavaş yürüyen grup yine geride
kaldı. Ekibin kopmaması için arada bir durup onları beklemek zorunlu. Tepede
kavurucu güneş varken yavaş yürüyenlere hoşgörü daha az. İkinci seferden
sonra mırıldanmalar başlıyor. Düşen atı vururlarmış sözü geliyor akıllara.
Ya da, ancak güçlü bireylerin hayatta kalacağını savunan Darwin’in tezi.
Oysa dün suyunu sizle paylaşan arkadaşınız da yavaş grubun içinde. Nasıl bir
ikilem içindesiniz?
Zirve yolunda su yok.
Mataranızdaki miktarı idareli kullanmalısınız. Filmlerden hatırladığınız
çölde susuz kalan insanlar geliyor aklınıza. Sığınacak bir gölge yok, su
yok. Çaresizlik böyle bir şey olsa gerek? Böyle bir dağ başında susuz kalıp
da ölmeyi yakıştırabilir misiniz kendinize? Hayır, bu kadar anlamsız
olmamalı, ölümüm bile daha güzel olmalı.
Zirve uzaktan gözüktü. Şimdi daha iyi
hissediyor ekip. Önünde ulaşılacak hedef belirginleşti. Kısa bir mola.
Ekip kendini yokluyor. Yorulan ya da kötü hisseden var mı, suyu biten?
İçinizi hırs kaplıyor. Ekiptekiler birbirine motive etmeye çalışıyor. Ve
hedefe doğru yola çıkılıyor. Kısa molanın etkisi geçince sıcak ve yorgunluk
tekrar ziyaretinize geliyor. Biraz önceki motivasyon da azaldı. Acaba’lı
sorular geliyor akla. Hedeften çabuk vaz geçen biri misiniz yoksa ölmek var
dönmek yok diyenlerden misiniz? Bu hedef benim için ne kadar önemli? Önemini
yeterince benimsemediğim bir hedefte benim işim ne? Vaz geçersem ekipten
dışlanır mıyım? Ben burada beklesem de dönüşte katılsam gruba? Çok
şükür en zayıf halka siz değilsiniz. Yorulan birkaç kişi sayesinde tekrar
bir kısa mola veriliyor. Ve son atımlık barutla zirveye ulaşılıyor. 360
derecelik bir manzara, hafif sallayan bir rüzgar soluk soluğa ulaştığınız
başınızı döndürüyor önce. Dinlenip nabzınız yerine geldikten sonra
gözleriniz manzarayı inceliyor. Zirve defterine ne yazacaksınız? Büyük bir
iş başardığınızı mı? Oysa bir çok çobanın her gün buraya çıktığını ve zirve
defterine kargacık burgacık harflerle adlarını yazdığını görüyorsunuz. Bir
başarı mıdır zirveye varmanız, kime göre bir başarıdır? Oysa zirveye
çıkmanın bugünün en anlamlı anı olacağını düşünmüştünüz. Şimdi ise kafanız
sorgulamalarla dolu, kazandığınız zafer sönükleşti. Gününüz anlamsız kaldı.
Sabahtan beri her an iliklerinizde hissettiğiniz ölüm yine her yerde. Ekip
arkadaşlarınız dışında hiçbir canlılık belirtisi yok. Zirvenin hemen
altındaki uçurumun görüntüsü aklınızda. Film seti gibi, arada bir bulutların
kapladığı o uçurumun başı sanki intihar etmeyi çekici kılıyor. İntihar
edecek olsam burayı seçebilirdim diyorsunuz.
Zirvenin kesilmeyen
rüzgarına çarpılmamak için orada fazla kalmadan inişe geçiliyor. Hemen
aşağıda görünen göl yeni sevinç kaynağınız. Balık var mıdır acaba, yüzebilir
miyim acaba? Sevinciniz uzun sürmüyor lakin. Doğaya hakim olmayı bir utku
sayan insan oğlu makineleriyle bu küçücük doğa parçasını da ele geçirmiş.
Yakın köylerden açılan stabilize yol ile traktörler, mobiletler rahatça
gelebiliyor buraya. Birkaç saatlik keyif düşkünü köy gençleri arkalarında
şişe kırıkları, ambalaj artıkları ve sönmüş ateş izleri bırakmışlar.
Kirletilmiş bir doğa hayalinizi ne kadar süsleyebilir? Gölün suyu duru,
fakat çok soğuk. Balık da olmaz burada maalesef. Geriye ne kaldı sevincimizi
diri tutacak? Hala yaşadığınızı karnınızın guruldamasından anlıyorsunuz. En
temel güdünüzle bugünkü yemeğinize girişiyorsunuz. Sanki doğa bugün bize
canlılığından eser bırakmamış. Etrafımız taş çölü ile çevrili. Her adımda
yaşam-ölüm muhakemesi yaptırıyor insana. Ekip arkadaşları da olmasa sanki
bir zamanlar şehirde bir hayatınız olduğunu unutacaksınız.
Bir dağa çıktım ve ben artık eski
ben değilim. Akşama evime dönmüş olacağım. İki gün önceki hayatıma kaldığım
yerden devam etmek üzere. Oysa algıladığımın dışında bir varlık boyutu daha
varmış. Dağlar, taşlar, göller. Adına evren denilen uçsuz bucaksız bir
varlık dünyası daha varmış ve insan bunun içine minicikmiş, yerdeki bir taş
gibiymiş. Kendi yarattığımız şehirlerimizde kendimizi evren hakimi
sana-durarak yaşıyor ve oyalanıyormuşuz. Bak yerdeki taşlara.Onlar da bir
zaman ‘benim’ diyen insanlardı. Yerdeki taştan farksız yatıp duruyorlar
şimdi. Ben de onlar gibi olmak istemiyorum. Öldükten sonra yakınlarım
dışında kimsenin anmadığı, yaşamış ve göçmüş bir fani olmak
istemiyorum. Madem ki ben varım ve biriciğim, ben göçtükten sonra, nasıl ki
“bir Karac’oğlan vardı “ diyoruz, benim de adım yayıla, şanım yürüye. Yoksa
her şey çok anlamsız olacak, bu kadar boş olmamalı hayat, dünya, evren.
Yaşım otuz. En iyi tahminle en az bir bu kadar ömrüm daha var. Nasıl
yapmalı, nerden başlamalı bilmiyorum ama çok vaktim yok. Bir milletin
kurtarıcısı ya da bir dahi olamam. Ama şu dünyaya anlamlı bir hoş seda
bırakmak istiyorum. Bu ulu dağ burada durdukça ben de kendi çapımda bir dağ
olmak için çalışacağım. Günlerim anlamsız geçmeye başlarsa bu faaliyeti
tekrarlayıp aşınan zihnimi, gevşeyen bedenimi bileyeceğim. Dağdaki bir taş
olmamaktır kalan ömrümün gayesi. Ormandaki bir ağaç olup gelecek kuşaklara
sıcak günlerde gölge sunmaktır emelim.
Yaşamın
iki zıt kutbunu, ölümü ve yaşamı birbirini izleyen iki gün içinde
iliklerinize dek yaşayınca, zihniniz verimli çalışıyor, şehirde kalıp da
yıllar içinde edinemeyeceğiniz deneyimleri, algıları kısacık bir zamanda
yaşıyorsunuz. Çağrım o kişilere: Yerinde, evinde hoşnut olmayanlar,
durgunluk, bir şey üretememek ve insani zaaflardan rahatsız olanlar,
kaybetmeyi göze alıp yola çıkabilenler. Sizden önceki milyonlarca insan
gibi, dağdaki herhangi bir taş olmamak için alın sırt çantanızı ve düşün
yola. İNSAN olmaktan KİŞİ olmaya geçin. Arayın; kendinizi,
doğruluğu, hayatın anlamını. Bulmayı ummadan arayın. Çünkü bileceksiniz ki,
haz veren bulmak değil aramaktır, yolda olmaktır. Sahip olmayı en yüce değer
sayıp sahip olduklarını sınırlar yaratarak diğer insanlardan ayıranlara
inat, sınırsız yaşayın. Sınırların neden olduğu çekişmeleri, savaşları,
acıları ve ölümleri bunu hak eden insanlara bırakıp siz yolda olmanın,
kendinizin bilmediğiniz yönlerini açığa çıkarmanın, başka dünyaların da
mümkün olduğunu fark etmenin tadını çıkarın. Çünkü KİŞİ oralıdır,
sınır ise İNSAN’a müstehak.