Ramis Dara
Yeryüzünde en uzun konakladığım yerleşim yerinin Bursa olduğunu söyledim
durdum son yıllarda. Yersiz yurtsuzluk duygumu galiba böyle bastırmaya
çalıştım. Hem bir yerde burada ötekilerden uzun kalarak, hem de bunu birden
fazla yerde söyleyerek. Bu çerçevede Bursa’yla ilgili bir –ilk– kitap
hazırlamaya niyetlenirken Uludağ yazılmazsa kitabın eksik kalacağını
düşünmüş ve “Olympos, Ey Olympos” başlıklı yazıyı bu biraz dışarılık
dürtüyle, bir gerekçeyle yazmıştım. Ama ondan epey önce; mitolojik
dönemlerde tanrıların yaşadığına inanılan Türkiye’nin en ünlü Olympos’unun
zirvesine ve buzul göllerine, beni sonradan taban çökmesine uğratacak zorlu
bir yürüyüş yapmış ve bu yürüyüşün günlüğünü de yazmıştım.
Günlük bir kendiliğindenlik taşısa da, doğası gereği bütünü yansıtamıyor
tabii ve ben yazılmazsa ‘deli’ olunacak bir yazıyı henüz yazamadım Uludağ’la
ilgili. Nerelerde dolaşacağını, nasıl sonuçlanacağını bilmediğim bu denemeyi
de yine bir bahaneyle yazıyorum şimdi. Ancak kendimi bir yaz suyunda
sırtüstü bırakmışım gibi doğal hissetmeye ve duygularımı aklımın
denetlemesine büsbütün izin vermemeye çalışıyorum.
Önceki Uludağ yazımda Nâzım’ın
1947 tarihli “Uludağ’a Dair” şiirini ve çeşitli şairlerimizin konuyla ilgili
öteki şiirlerini anarak, bunların hiçbirinin Dıranas’ın
“Ağrı” ve Sutüven’in –bir başka doğa varlığıyla ilgili– “Sutüven” şiirinin
başarısına ulaşamadığını belirtmiş; aslında belki de Uludağ’ın şiirle değil,
“uzun, lirik bir düzyazıyla” anlatılabileceğini söylemiştim. Bunun için de
dağla derin ilişkilerin yaşanmasını bir önkoşul olarak ileri sürmüştüm.
Şimdi de bundan farklı düşünüyor değilim ve o gün gelinceye kadar, konuyla
ilgili bir antolojiye alınmaya değer görülebilecek sıradan yeni bir deneme
yazmayı deniyorum.
En son 6 Nisan 2003’te kent kültürü dergisi Bursa Defteri’nin yılda dört kez
Bursa çevresinde yaptığı kültür gezilerinden biri dolayısıyla gezdim biraz
Uludağ’da. Teleferikle, eski merkeze göre şehrin doğusu sayılabilecek bir
noktasından çıktık; karayoluyla, bu kez batı sayılabilecek bir noktadan
indik. Yaklaşık bir gündüze sığan ve toplulukça yapılan bir gezi bile, bir
insanın iç ve dış dünyasına dört mevsimi birlikte sundu. Kısa bir dünya turu
gibiydi yaptığımız. Bir noktada sis ve yağmur, bir noktada pırıl pırıl
güneş, bir noktada iki metreye yaklaşan kar vardı. Coğrafya ve ona
bağlanarak adeta tarih, yanı başımızda değişimlerle sürüyordu.
“Mitolojiden Turizme Uludağ” konulu panel için bir gün
önce Ankara’dan gelmiş, ama temel öğrenimini Bursa’da yapmış eğitim
sosyoloğu bir profesöre göre (İsmail Doğan) Uludağ, Bursalıların toplumsal
olduğu kadar, ruhsal psikolojilerine de etki yapan kozmik bir dağdı.
Hayatında hiçbir coğrafya ve tarih için neredeyse bir dize
bile yazmamış bir şair (Serdar Ünver) dağın gövdesiyle birebir temasa
girince Necip Fazıl’ın
ve Dağlarca’nın dağla ilgili şiirlerini ezbere okumaya başlıyordu.
Bir başka şair (Nuri Demirci) yeşilden beyaza, yeniden
yeşile uzanan süreçte kentin varoşlarını ve kalbi sayılabilecek olan Heykel
semtini anmaya başlıyordu. Dergi için gezinin günlüğünü yazan bir arkadaş
(Melih Elal), Türkiye’nin bir ilki olarak teleferik yapılırken onları ahşap
bir kabinle 100-150 metre kadar havada taşıdıklarını hatırlıyordu,
1950’lerin sonlarından.
Bir başka şair (Hilmi Haşal) edebiyat günleri dolayısıyla
birkaç gün önce Adana’dan Bursa’ya dönmüşlüğünün keyfiyle her şeyden
hoşnuttu; dağın çeşitli köyleri önceki yıllarında onun mesleği gereği
gezdiği yerler arasındaydı, bu yüzden iki ayrı zamanı yaşıyor gibiydi şimdi.
Ben de bir hafta önce yine pazar günü Edebiyat Günleri için
Bursa’ya gelen konukların bir bölümüyle ve yine teleferikle dağa çıkıp, açık
başları ve yüzleri yakan bir güneşin altında, ama bir metre kadar karın
üzerinde et mangal rakı-şarap keyfimizi hatırladım. Ve söylediğimiz bin
şarkıyı. Nedim Gürsel’in, Tahsin Yücel’in, detone olduğunu belirttikleri
sesleriyle zaman zaman şarkılarımıza katılışlarını ve hoşnutluklarını.
Bahadır Gülmez’in Fransızca, kraliçe Banu Demirağ’ın Almanca, Mahmut
Temizyürek’in Orta Anadoluca, Hasan Ali Toptaş’ın sessizce, Uğur Kökden’in
biraz benimce, Semra Aktunç’un Hulki Aktunç özlemiyle söylediği şarkı ve
türküleri.
13 Nisan’da üçüncü pazardır ki yolum yeniden Uludağ’a
doğru düştü: Yalçın Oğuz ve Murat Zencirkıran, bu iki doğa ve çiçeksever
dostum, kente sürekli göç veren, hayvancılıkla geçinmeye çalışan, iki yıl
önce yangın felaketi geçirince hayatın iyiden zorlaştığı Göktepe köyünde
inatla yaşamaya çalışan köylülere Türkiye’den yurtdışına satılan soğanlı
bitkiler yetiştirmeyi öğretiyorlardı – onlara katıldım...
Kardelen (Galanthus woronowii), Devetabanı (Geranium
tuberosum), Karçiçeği (Eranthis hyemalis), Yılanyastığı (Arum italicum),
Lale (Anemone blanda)... Bu güzelim bitkileri sizlerin de tanımanızı
isterdim...
Uludağ, dünyada beş ayrı orman türünü barındıran ender
dağlardan biri, diye biliniyor.
Floristik açıdan son derece zengin bir yer. Tam bir “çiçek cenneti”...
Ender ve endemik bitki türleri ile ülkemizin üzerine titrenmesi gereken bir
hazinesi...
1987’de yapılan bir araştırmaya göre Uludağ’da 791 çeşit bitki bulunuyor.
Bunların 104’ü sadece Türkiye’de (Türkiye endemiği), 26’sı da sadece
Uludağ’da (Uludağ endemiği) yetişiyor. Yine dünyada ender olarak bulunan 92
bitkinin yaşam alanı burası. Yürütülmekte olan çalışmalar sonuçlandığında
muhtemelen bu sayılar daha yukarıya çıkacak. Dağın eteklerinde martta
başlayan çiçeklenme, doruğa doğru, temmuza, hatta ağustosa kadar sürmekte...
Bu arada, dünya ölçeğinde yok olma tehlikesi içinde olan ve bu yüzden koruma
altına alınan beş bitki türünü bağrında barındırmakta Uludağ: İki Siklamen
türü, bir Kardelen, bir Keten ve bir de, Sarı Jensiyan ya da Kral Şamdanı (Gentiana
lutea)...
Endemik Uludağ çiçeklerinden Kaz otu (Arabis drabiformis) İhsan Üren’in
yazdığı bir haiku’da şöyle ağırlanmakta: “Uçuyormuş konmuş; / Kuğu boyunlu /
Kaz Otu”.
Diğer kimi Uludağ endemikleri de şöyle: Ebülmülk, Altuni Hindiba, Kanarya
otu, Obrizya, Uyuz otu, bir tür Karanfil (Dianthus recognitus), Bahar
yıldızı, kimi Dönbaba türleri, bir Kekik türü (Thymus bornmuelleri), Yumak
otu, bir Labada türü (Rumex olympicus), Yoğurtotu, Bitotu, Yumuşak Tüylü
Sığırkuyruğu ve diğer kimi Sığırkuyruğu türleri...
Bunlardan Yumuşak Tüylü Sığırkuyruğunun (Verbascum bombyciferum)
tohumlarının İngiltere’de Bursa Sığırkuyruğu (Verbescum Broussa) adıyla
satıldığı belirtilmekte ki bu bitkilerin Bursa şehrinin kenar semtlerindeki
moloz yığınlarının üzerinde açılmış yoğun sarı çiçeklerini yaz bahar
aylarında sürekli görürüz bizler...
Ama
Uludağ, Evliya Çelebi’nin yıllar öncesinde belirttiği gibi öncelikle su
demektir... Bursa’nın içme suyu kaynağı olan Nilüfer barajının doğduğu Aras
gözü buradadır. Ayrıca Uludağ’da 48 pınar vardır ve bunların toplam suları
Bursa içme suyu ihtiyacının yüzde 20’sini karşılamaktadır.
Pınar sularının şehrin genel içme suyu içine karıştırılması (yazık!) yerine,
şehir merkezindeki tarihi çeşmelerden birer birer akıtılması ve böylece
Bursa’da hoş bir Açıkhava Su Barının kurulması bence hiç de boş –verilecek–
bir düş değildir.
İkinci ütopyam, Uludağ’da ve Bursa’da, birbiriyle bağlantılı iki üniteden
oluşma bir Yazar Evi kurulması ve buralarda 8 ay ile bir yıl arasında
ağırlanacak yazarların bu süreçte yazacakları yapıtlarının yine yeni bir
düzenlemeyle kurulacak olan bağımsız bir Uludağ Enstitüsü tarafından şık bir
biçimde yayımlanması.
“Hep
Parlayan”ın,
yani Olympos’un, Keşişdağı’nın ve artık 1925’te aldığı adla Uludağ’ın yüzü
en çok böyle gülecek; şimdiye değin yazılamayan, ve muhtemelen benim de
yazamayacağım şu dağ yazısı, kitabı ya da kitapları, belki de ancak böyle
yazılacaktır...
Seçilmiş Kaynakça
Bursa Defteri, Mart-Nisan-Mayıs 2003, Sayı 17 içinde, “Mitolojiden Turizme
Uludağ” konulu “Bursa Tartışmaları”rındaki İsmail Doğan ve Gönül Kaynak’ın
konuşma metinleri.
Ramis DARA, Saklı Zamanlar, Asa Kitabevi, Bursa 2000.
Gürcan GÜLERYÜZ, Uludağ Alpin Çiçekleri, Bursa İl Turizm Müdürlüğü ve Uludağ
Turizmini Geliştirme Derneği Yayını, Bursa 2000.
Nahit KAYABAŞI, Cumhuriyetten Yarına Bursa Şiirleri, Bursa Ticaret Borsası
Yayınları, Bursa 1997.
Mücahit KOCA, “Dağ Çağrısı” (şiir), Sur Yayınları, İstanbul 1999.
Osman Şevki ULUDAĞ, Uludağ : Tapınakları-Keşişleri-Dervişleri, İstanbul
1936.