|
|
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Bursa manaraları
çizmiş üç ressam hakkındaki değerlendirme yazıları (Yaşadığım
Gibi, Dergah Yayınları, 5. Bs., 2006 )
BEDRİ RAHMİ’NİN RESİM SERGİSİ
Bedri
Rahmi son günlerde, çoğu yazın mahsulü olan tablo, desen, sulu bola ve
etüdlerden oluşan bir sergi açtı. Bize çok sevdiğimiz sanatıyla karşılaşmak,
payetine, zengin fantazisine, eşya ile konuşma edasına, hülasa her an oluş
halinde bir dünya gibi kaynayan ruhunun cümbüşlerine bir daha hayran olmak
fırsatı verdiği için aziz ressama ne kadar teşekkür etsek azdır.
Fakat ben Bedri’ye bu sefer bu sefer bir
başka tarafından da minnet duyuyorum; bu sergisindeki eserlerin çoğu
Bursa’da yapılmış olanlardır. Onun sanatının büyüsünü ilk gazalar diyarı
Bursa idare ediyor. Bu suretle sergi bir resim sergisi olmaktan adeta
çıkıyor; tıpkı Ebu Ali Sina hikayelerinde olduğu gibi iki büyücünün
birbirleriyle karşılaşmasından doğan bir nevi kozmik hayretler dünyası
oluyor. Bursa kendi cevherini ressamdan kaçırmak için bütün tarihini,
kaplıcalarını, genç kız edalı ovasını unutuyor, bir manav dükkânı, bir
nalbandın kıskacı önünde kıvrılmış bir öküz, bir cami kubbesi, hülasa bin
türlü şey oluyor, kalıptan kalıba giriyor, manadan manaya değişiyor. Fakat
Bedri aldanmıyor, bu türlü türlü değişikliklerde onu takip edebilmek için o
da değişiyor, sanatı kâh sadece kıvrak bir desen, kah bir asma yeşili, kah
duru bir gök mavisi oluyor. Burada bir köy düğününün saf musikisini taklit
ediyor, ötede açık havaya bir sıcak halvet buğusu koyuyor, hülasa eşya ve
tabiata, “ne yaparsan yap, seninle barışacağım” diyor. Onu bütün
değişikliklerinde yakalıyor, kâh teferruatı unutuyor, hiçbir şeyi saymadan
bütünü veriyor, kâh nakış işleyen genç kız dikkatiyle en ince hesapların
üzerinde duruyor ve biz, dizisi kopmuş inci ve mercanlardan ibaret acayip
bir dünya görüyoruz; kendi gözü yetmediği zaman oğlunun gözüyle bakıyor ve
bu çocuk gözünü kendisine ilave edebildiği için eşyanın büyüsünü, sırrını,
şekillerin ve örneklerin arkasındakini buluyor, bulmasa bile- hatta iyisi
budur- uyduruyor. Neticeyi sorar mısınız? Bursa bizim için eski Arap
hikayecilerin yazmasını unuttuğu veya füsununu tanımadığı bir “Binbirgece”
oluyor. Bu, Bedri’nin mazhariyetidir. Eşya ve kâinat insanlarla kendi
kabiliyetlerine, yaratılışlarına, hatta bu yaratılışın sırlarına göre
konuşur. Çünkü hayat ve kâinat bitmez tükenmez ve çok sık bir orman gibi
birbirine girift bir konuşmadır. Bursalı İsmail Hakkı – Celveti mutasavvıf,
büyük alim ve zaman zaman da cins şair – geç vakit yattığı zaman ağır
uykularından sabah namazına bahçesindeki horozun “İsmail Efendi hu” diye
kendisini uyandırdığını anlattıktan sonra, “hayvanat ve eşya konuşur fakat
onu her kulak işitemez” der. Sanatkar bu fısıltıları, bu mahrem konuşmayı
duyan insandır. Bedri ise zaman zaman bu mahremin çekirdeğine erişir.
(1946)
----------------------------------
EREN EYÜBOĞLU’NUN SANATI
Dün bir sihirbazın dükkanında iki saat
geçirdim. Lezzetlerle dolu, kavsikuzehta (gökkuşağında) seyahat eder, bir
şafakta yaşar gibi, ışıkla, renkle sarhoş iki saat. Öyle ki bütün zihin
melekelerim gözlerimin emrine verilmişti, onlarla düşünüyor, duyuyor,
besleniyordum. Renk denen şeyi ve aydınlığı pek az zaman bu kadar tek başına
varlıklar gibi görmüştüm. Sanki dünyanın bir köşesi yeni baştan ve sadece öz
olarak, bir yıldız kasırgasında, kozmik şuaların (ışınların) birbirine
karışmasından, birbirini ezip yutmasından doğuyordu. İşin daha güzeli,
böylece yeni baştan doğan yer Bursa gibi sayılı güzel şehirlerimizden
biriydi. O Bursa ki bundan otuz, otuz iki sene evvel (editörün notu: 1914
civarı kastedilmiş) tek başına bize karşı haçlı seferine çıkmış genç ve
muhteris Andre Gide’in inadını bir lahzada yumuşatmış, ona bugün bütün
dünyada kazandığı büyük muharrir rolüne layık sayfalar ilham etmişti.
Vatanımızın birçok köşelerinde milliyetimiz büyük rüzgarlar gibi eser. Fakat
Bursa’da bir havuzda gece ışıklarının kurduğu o masal mimarileri gibi daima
ürperiş halinde, daima taze olarak vardır. Çünkü Bursa’nın kendisi bir sanat
eserine çok benzer. O, zamanlarını kaybetmemiştir. Bu yüzden onunla biraz
fazla hemhal olmak, onu biraz sevmek ve anlamağa çalışmakla insan bütün bir
mucizeyi kendisine mal eder.
Eren Eyüboğlu - Kapalıçarşı Ağzı
İtiraf edeyim ki Eren Eyüboğlu’nun
sanatını Bursa’dan başka bir vesile ile seyretmek benim için daha rahat
olurdu. Eren Eyüboğlu, güzele erişebilmek için bunu dışarıda aramaya mecbur
olacak fakir muhayyilelerden değildir. Hatta o zaman resimli daha fazla baş
başa kalır, bu tekniği, onun cinslerini daha iyi tadar, cesaretlerine, o
lezzetli tereddütlerine, güçlükleri yenme ve kolaylıklardan sakınma
tarzlarına, bir çocuk gülümsemesi gibi taze buluşlarına, her sanat eserini
içten yapan kaynaşmalara, gizli alakalara, Eren’de o kadar sevilen
tezatlara, hülasa on beş senelik evolüsyonunu çok yakından tanıdığımız bu
sanatkarın ustalık ve safiyetlerine daha serbestçe hayran olurduk. Halbuki
Bursa’da şehir ressamla yarış ediyor: “Ben yeter derecede güzelim, senin
aynana ihtiyacım yok, bırak kendim konuşayım” diyor. Ve tabiatıyla
muhayyilemiz iki hutbeyi birdin dinliyor. Fakat ne çıkar! Sanatkar bu kadar
güç bir işi üstüne aldıktan sonra… Ve nihayet sanatının güzelliği övmesi,
ona neşide söylemesi en tabii hakkıdır. Eren Bursa’nın tecrübesini yaşamak
istemiş. Bursa’ya, İstanbul’a göz yumduktan sonra insan ne diye ressam
olsun? Kaldı ki sanatkar objesini çok iyi tanıyor, onunla adeta birleşmiş,
onu adeta teninde yaşamış. Bazen uysal bir yelkenli gibi kendini ona teslim
ediyor, “bakalım nerelere kadar gideceğiz” diyor. O zaman yolculuk şahsi bir
mesele oluyor, Yeşil’de boğulma tehlikesi geçiriyor, Setbaşı’nda sesini
kaybeder gibi oluyor. Bazen de koruyucu meleğiyle cenkleşen bir eski zaman
velisi gibi onunla didişmekten bıkıyor, “aydi” diyor, “sen konuş, istediğini
söyle”. İyi biliyor ki söyleyeceği şey kendi boğazında düğümlenen şeydir.
İşte o zaman Yeşil’in, Setbaşı’nın, Kozahan’ın masalı başlıyor: “Evvela mavi
vardı. Bu gökyüzüydü; çok büyük bir çiçek yaprağı gibi kenarlarına doğru
gittikçe açılan bulut beyazına yaklaşan bir mavi… Sonra gece ile öpüştüler,
ağacın yeşili doğdu; fakat bu haşarı bir çocuktu, daldan dala sıçramaktan
hoşlanıyordu ve her sıçrayışında biraz daha değişiyordu. Böyle atlaya atlaya
giderken kırmızıya rastladı..”. Yahut “bahar bir gün yolculuğa çıkmıştı.
Yolda hastalandı, bir hana yatırdılar. Yüzü gözü ayvalar gibi sarardı. Handa
arabacılar, semerciler, küçük, kadife tüylü, dalgın bakışlı eşekler,
insanlara ezelden dost öküzler, telaşlı tavuklar vardı, hepsi birden
yatağının başına geldiler…”, “Güneşin yedi çocuğu vardı, gece onları birbiri
ardınca doğurmuştu; büyük Tanrı onları teker teker kucağına aldı, gözlerine
bakarak adlarını söyledi: seninki Eflatun, seninki Lacivert olsun, seninki
Mavi, seninki Yeşil, seninki Sarı” demiş.
Peyzajlarda daha ziyade düz renkler hakim. Hacimler renk lekelerinin teşkil
ettiği kütleler içinde eriyor. Yirminci asrın bütün tecrübelerine sahip, o
kadar irsiyetle yüklü bir ressamın Bursa gibi çıldırtıcı bir peyzajda
kendisini deneyişini, hatta kaybedişini anlatmak hakikaten güç. Bazı
manzaralar da çok dikkate değer bir minyatür vuzuhu (açıklığı) ile eşyayı
sarıyor. Basit çizgiler ve düz renklerle Kozahan’ı, Pirinç Han’ı, Pekmez
Han’ı, Arabacılar Hanı’nı – ah bu isimler ve etraflarında dönen hayat!-
canlanıveriyor. Bunların içinde karpuz sergisi gibi bazıları Evliya
Çelebi’den bir sayfa gibi bugünde dünü devam ettiriyor. Tatar Mahallesi’nden
Emir Sultan’ın görünüşü de öyle. Bazısı canlı hayata daha kendisini
bırakmış. Renk gözle beraber kulağa da hitap edecek.
Eren’in “Altıparmak Kahvesi”, “Yeşil Cami” ve “Setbaşı” -doktor tabelasını
ve polis noktasını aynen kopya eden yazılarına rağmen; çünkü bugünkü resmin
bir hususiyeti de halk sanatlarına yaklaşmaktır ve bu cinsten teferruat halk
sanatlarında daima vardır- adlı tabloları uçmaya hazır bir dinamizmle kendi
üstlerine toplanmış hissini veriyor. Ne kadar hesaplı bir resim bu: ve en
saf riyaziye (matematik) nasıl heyecan, duygu ve hayranlık oluyor. Şurasını
da söyleyelim ki Eren sadece renk ressamı değildir. O konstrüksiyonun
ressamıdır.
Tablolarını adeta biyolojik
manada inşa eder. Onun için bu dinamizm, bu ihtizar halinde saf bekleyişin
içinde bir yığın denkleşme, kıymet çarpışmaları, normların kendi kendilerini
ikrarları (açığa vurma) vardır. Bazılarında bütün bir atmosferi veriyor.
“Kadırga Meydanı”, “Altıparmak
Kahvesi” ve o şaşırtıcı “Sihirci Dükkanı”
bu cinsten, ressamın yerine romancı, daha iyisi “Binbir gece” tarzında bir
hikayecinin geçtiği eserlerdir.
Eren Eyüboğlu’nun sergisini gördüğüm ve bilhassa Bursa’yı başka bir havada
onunla ve tekrar onun gözüyle tattığım için mesudum. (1946)
Eren Eyüboğlu'nun Bursa Gezisi Hakkında Not:
Bugün saat dört vapuru ile annem, Eren ve Mehmet'le
Bursa’ya gidiyor. Bir hafta on gün kalacaklar. Bu gezi Eren’in öğrencileri
tarafından ortaya atıldı. Onlar her yaz bu günlerde Bursa'ya giderler,
Uludağ'a çıkarlarmış. Bu geziyi birkaç haftadır ballandıra ballandıra Eren’e
anlatıp duruyorlardı. Onun da heveslendiğini gördüm. Beraber gidersiniz
dedim.
(Bedri Rahmi Eyüboğlu, Kardeş Mektupları, Bilgi yayınevi, 1985,
22.7.1943 tarihli mektup)
------------------------------------------------------------------------------------------------
CEMAL TOLLU VE RESİMDE YAPI
Oygar Galerisi’nde Cemal Tollu’nun
resimleri teşhir ediliyor….. Cemal Tollu II. Murad’ın şehrini (editörün
notu: kastedilen Manisa’dır) çok güzel duymuş. Belki de aradığı eski
debdebeyi bu hükümdara, içinde geçirilecek sükun ve inziva saatlerini bir
hükümdarlık tahtından daha tatlı, daha güzel yapan bahçeleri, sarayları
bulamadığı için bu ihtişamı peyzaja nakletmiş. Cephelerinden aldığı Hatuniye
ve Muradiye’nin arkasında set set çok uslu bir anlaşmayla kendi renk
bahçelerini yükseltmiş. Manisa tabloları, Bursa manzaralarıyla beraber bu
serginin en güzel kısmı oluyor. Fakat Bursa’da tabiatı biraz mübalağa ile
gören bir eser. Belki de ressam, gözüne ve tabiata fazla müdahale etmiş.
Herkes kendi fizyolojisinin sanatını yapar. Şöhretimizi bazı
hastalıklarımıza hatta noksanlarımıza
borçlu olmadığımızı kim söyleyebilir? Fakat bu tabloda Cemal daha ziyade bir
iddiaya girişmiş gibidir. “Ben tabiatın feyzini öveceğim” demiş. Bu bozkır
çocuğunun tabiatın şiirine açıktan açığa kapıldığı birkaç eserden biri de
budur. Meğer ki Bursa hapishane yolundaki ulufeli ağaç olmasın. Tek bir
çınarın doldurduğu bu küçük tablo layık olduğu kadar tanındı mı?Burasını
bilmiyorum. Fakat ben vekarlı (onurlu) yükselişine, kendi kendisi olmakla
yetinen ölçülü salabetine (sağlamlık) hayranım.
Bursa’daki Kozahan, Cemal’in en güzel
kompozisyonlarından birisinin “esquisse” idir. Paletinin bize sihrini tam
vermese bile, inşa etmek, seçme ve düzenlemek kudretini verir. Burada sırf
ressamın anlatmak için bir kıyaslama yapmak isterim: Kozahan gündelik
hayattan bir parçadır. Cemal, sırf Bursa’ya ait olan bu sahnenin elbette
lezzetini duymuştur. Fakat duyduğu ile kalmıyor; gördüğünü daha yüksek bir
aleme nakletmek istiyor. Onun için tablosu ne bir dokümandır, ne bir
röportajdır. Cemal’in yerinde, Kozahan’da Bedri Rahmi olsaydı, bu tablo
“esquisse”i bütün bir cümbüş, cıvıltı ve lezzet olurdu. Çünkü Bedri Rahmi
anın lezzetine kendisini kaptıran adamdır. Bazen uçurtma uçurur gibi resim
yapar. Cemal ise öyle değil. Gene Cemal’in yerinde Eşref Üren bulunsaydı,
Kozahan şampanya köpüğü bir şey olurdu. Eşref, Nedim’e benzer: nüanslarla
senfonisini kurar. O adeta eşyanın madde kısmını atıp sadece bazı
vasıflarıyla, renk ve kokoşuyla yetinen bir tecrittir. Halbuki Cemal, bütün
bir sadakatle her gördüğünü alır; hem rengiyle, hacmiyle, “contour” u ile.
Fakat onları çok sağlam bir maddeye hakk eder (kazır) gibi tablosuna
koyuyor. Ne kendi ihsaslarının (duyumlarının), ne de tabiatın emrinde
olmadığı için mevzuuna sonuna kadar, yani onun düşüncesinin biçtiği çerçeve
içine sokana kadar tasarruf ediyor. Bu da gösteriyor ki Cemal, büyük resmin
peşindedir. (1946)
----------------------------------------------------------------------------
Meraklısı
için not: Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi Sevgi Ötünç’ün “Çağdaş Türk
Resminde Bursa Manzaraları” adlı yüksek lisans tezinde (Ege Üniversitesi,
2008) bulunabilir.
|