Bursa'da Edebiyat ve
Karda Yürüyen Kargalar

Metin Güven Kimdir?

Edebiyatımızda Bursa

Bursa'da Edebiyat

 

 

 

 

                                                                                                    Metin Güven    

            Roland Barthes “Göstergeler imparatorluğu” nda kent kavramına belirli bir merkeze ulaşan yolların birleşme yeri gibi bakar. Kentbilimci olmayan, kent mimarisiyle çok fazla ilgilenmeyen Roland Barthes bakın ne diyor: “Dört köşeli, ağ biçimli kentler (ör. Los Angeles) derin bir tedirginlik verirmiş, öyle derler. Bu tür kentler her kent uzamına gidilip gelinecek bir merkezi, düşleyebileceğimiz, kendisine göre yönelip, kendisine göre geri çekileceğimiz, tek sözcükle kendimizi kendisine göre yaratacağımız, eksiksiz bir yeri bulunmasını isteyen ortak duygumuza ters düşer. Batı değişik nedenlerle bu yasayı fazlasıyla anlamıştır. Tüm kentleri tek merkezlidir. Ama aynı zamanda her merkezi gerçeğin yeri olarak gören Batı doğaötesinin devinimine uygun olarak, kentlerimizin merkezi her zaman doludur. Ağırlıklı yer olduğundan, uygarlığın değerleri onda toplanıp yoğunlaşır.

            Sözünü ettiğim kent (Tokyo) şu ince aykırılığı sunar: bir merkezi vardır ama bu merkez boştur. Tüm kent aynı zamanda hem yasak, hem ilgisiz bir yerin içinde hiç görünmeyen bir imparator, yani sözcüğün tam anlamıyla, kim bilir kim yaşayan ve yeşillikler altında gizlenen, su hendekleriyle korunan bir konutun çevresinde döner. Her gün, bir mermi gibi hızlı, çevik, güçlü taksiler, görünmeyenin görünür biçimi olan bu basık tepecikten, bir kutsal ‘hiç’i gizleyen bu tepecikten kaçınır durur. Demek ki çağcıllığın en büyük iki kentinden biri surlardan, sulardan, çatılardan ve ağaçlardan oluşan, saydamsız bir halkanın çevresinde kurulmuştur. Halkanın merkezi de buharlaşmış bir düşünceden başka bir şey değildir. Herhangi bir iktidarın ışığını yaymak için değil, ulaşımı sürekli bir sapmaya zorlayarak kentin tüm devinimine merkezsel bir boşluğun desteğini vermek için durur. Derler ki imgelem de böyle dairesel bir biçimde, boş bir konu boyunca, kıvrılışlarla, geri dönüşlerle açılır”.

            Bu yaklaşım içinde Bursa nasıl bir kenttir?

1-     Los Angeles gibi “dört köşeli” ve “ağ biçimi” bir kent mi?

2-     Ya da Tokyo gibi merkezi olmayan bir kent mi?  

Tarihe eklenen, ekonomik ve toplumsal göstergeleri “merkez” olarak alırsak, bana öyle geliyor ki Bursa, birinci gruba giriyor. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun yerleşim biçimi ve “adres” anlamında coğrafya ölçü alındığında Bursa’nın Tokyo’ya çok benzediği söylenebilir. Zira Bursa’da tarih ve coğrafya birebir anlamda birbirleriyle çelişmez belki ama, birbirlerine indirgenemez de. Bursa’da tarih ve coğrafya, birbirlerini tamamlayan değil, birbirlerine rağmen var olan ve özgürlüklerini sürdürebilen iki değerdir. Zaten böyle olmasaydı, ekonomi-politikanın yığınla tahribatına rağmen Bursa’yı Bursa olarak korumak o kadar kolay olmazdı. Bu, yasal olmayan “direnç”, insanda hem “derin tedirginlikler” yaratır hem de çiçek açmış şeftali ağacının neşesini sunar insana.

      Sanki önceden hiç beklenmeyen, düşünülmeyen bir gizli sel gibi akan çeşitli türdeki göçlerin taarruzuna uğrayan Bursa, artık fotoğrafı çekilen, resmi yapılan bir kent değil, kırılgan insanı ve saldırgan rüzgarıyla şiirleri, öyküleri, romanları yazılan görkemli bir paket, belki de içinde birçok değişik kültürü ve yaşama alışkanlıklarını barındıran “mahcup” bir mozaiktir.

      Paket açılacak, mozaik çözülecek ve dışarıya, şimdilik “şekerleme” tadını fazlaca aşmayan nesneler çıkacaktır. Ve her nesne kendi doğal anlam ve örgüt bütünlüğü içinde hayatla tanışacaktır.

      Cennete giden yolun “iyi niyet taşlarıyla” döşeli olduğu bir ülkede (ve bir şehirde) böyle bir oylumun zenginliği ya da yoksulluğu, her ne kadar zamanla doğru orantılı bir değer taşısa da, insanın (yalnızca bu kadar, bir birey olarak bile değil) kendisini kendisine uygun tartılarda tartması, en azından hiçbir nesnel karşılığı olmayan temelsiz öfke ve ayıpların dışında tutar onu. Bu da, bireysel terbiyenin ve onurun kardeşi yapar insanı. Uygarlığın karşıtı olmayan şiddete ve doğallığın karşısında yer alan yapaylığa düşmeden üretmenin onurudur belki de bu…

      Bursa’da özellikle son yıllarda yapılanlara böyle bir perspektiften bakıldığında bir yığın eksik var gibi geliyor insana. Hiçbir ekonomik tahlil, araştırma, inceleme yapılmadan, hiçbir istatistiksel bilgi ya da belgeye sahip olmadan, konuya salt edebiyat olarak bakmak ve buna övgüler düzmek, belki ilk bakışta rahatlatıcı bir eylem gibi görünür de, toplumsal hayatın dayatmaları kımıltı biçiminde de olsa sizi zorlamaya başlarsa, taşkınlıklar, yakınmalar, belki de teslim oluşlar sizin sözel ya da yazınsal sığınağınız olur. Artik deniz bitmiştir ve size kimse hesap sorma gereği bile duymaz. Çünkü kervan gerçekten yürüyordur ve bizatihi hayatın kendisidir size bu gücü veren.

      Bayağılaşan ilişkiler ağından geçerken söyleyelim, ülkemiz, devrimci romantizmin yepyeni bir dalgasına toslamak üzeredir. Böyle dönemlerde üretilecek olan edebiyatın rahatça kullanılabileceği uzam ve mekân birliğine gereksinimi vardır. Böyle bir içsel derinlik de Bursa’nın yapısında “buharlaşan düşünceler” gibi durmaktadır. Yeter ki toplumsal dinamiklerle edebiyatın göstergelerini birleştirecek ortama uzak durmayalım.

      K. Marx kent tipi örgütlenmenin insanı özgürleştirdiğini söyler. Zira O’na göre insan, kent yaşamı içinde ister istemez, geleneksel aile bağlarını yumuşak darbelerle de olsa kıracak, kendi aydınlığını da, kendi karanlığını da yine kendisi yaratacaktır. Ne ki bu oluşum, kapitalizmin en geniş anlamda kendi erkini gerçekleştirmesiyle olabilecek bir önermedir.

      Çalışan insanların büyük bir bölümünün sigortalı bile olmadığı, değişik tarz ve nitelikteki göçmenlerin yabancılaşmalara neden olduğu bir büyük kenttir artık Bursa. Böyle bir kentin insanı, hangi merhalelerden geçerek, hangi meçhullere gidecektir ve hangi maruz bırakılmış saldırıların oynaklığında kuracaktır kendi hayatını?

      Bilinmezlik ve belirsizliklerin usdışı bir nitelik kazandığı bir kent görünümü arz eden Bursa’da elbette, K. Marx’ın umudu birebir anlamda gerçekleşmedi. elli bir kompleks içinde toparlanamayan kozmo-insan tipleri arşınlıyor artık Bursa sokaklarını. Üstelik bu yeni bir olgu da değil. Sosyal ve kültürel örgütlenmenin gerektirdiği disipline ulaşamayan ve belki de bu nedenle “birey” de olamayan “yeni insan”ı yakalayan ve kavrayanlar yazacaktır bu insanın şiirini, öyküsünü ve romanını. Bunu başaramayanlar da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ruhaniyetli şehri”nde ruhsuz ve karanlık labirentler arayacaklardır kendilerine.

      Fırtınalı bir günde ve denizin doğal ritmi içinde birbirini izleyen dalgaların ortaya çıkardığı bir çeşit göçebeliktir bizim insanımızı yönlendiren. Ve bu adlandırma da yeni değildir. Tarihin sesine eklenen ekonomi-politikanın dağınıklığı, böyle bir oyuna teşne olan insana hiç de yabancı gelmemiştir. Gelmemiştir de, bazı yadsınamaz gerçekler de vardır.

      Parçalayan ve birleştiren toplumsal mekanizma kendisini yaratan çığlığı bile boğmak üzeredir. Velhasıl, neşesiz bir parodinin yaratabileceği sevincin de, acının da çok uzağındayız gibi geliyor bana. Karda yürüyen kargalar gibi mayhoş bir hazzın uzantılarıyız sadece. Victor Hugo’nun pek bilinen bir sözü vardır: “Şehirleri tıpkı kitapları okuduğumuz gibi okumalıyız”.

      Bir kentin dinamiklerini oluşturan göstergeler bize her zaman kolay okunur bir görüntü vermezler. Tersine, çoğu zaman karmaşık bir resim içinde buluruz onları. Tarihsel doku, kendi yumuşak karnında gizlediği bohçayı kolay ele vermez. Bizler hangi kimlikle bakarsak bakalım, eğer bir tarihsel dönemi kendi alt üst oluş mekanizması içinde görmezsek, sağlıklı ipuçlarına ulaşamayız. Ortada birden çok söylem vardır belki ama, hiçbiri tam olarak işe yaramaz.

      Edebiyatın ana malzemesi olan insanın hangi serüvenlerden geçerek ve hangi etkiler içinde yoğrularak bu günlere geldiğini bilmiyorsak örneğin, bu insanın değil şiirini yazmak, bu insanın fotoğrafını bile çekemeyiz. Zira bir sanatçıyı gerçek anlamda sanatçı yapan, yalnızca içsel zenginlik ve bilinen bazı perspektiflere sahip olması değildir. Bunlar gereklidir belki ama bu potansiyel farklılığın yanında, sanatçının elinin altında görsel malzemeler ve ekonomik, tarihsel ve kültürel araştırmaların da bulunması gerekir. Bunlar yoksa, bunlar başka birileri tarafından gerçekleştirilmişse, edebiyat adına üretilenler “şekerleme” tadını pek fazla aşmayacaktır. “Ansiklopedik” nitelikteki yapıtların bile ortaya çıkması 10-15 yıllık bir zaman dilimiyle sınırlıdır Bursa’da. (AC: Akkılıç’ı mı eleştirmiş??)

      Naima Tarihi ya da Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde rastlanan tek tük bilgiler de olmasa, tarih, ekonomi ve kültür üçgeni içinde gidip gelen insana ulaşmak belki de hiç mümkün olmayacaktı. Oysa bu çok önemlidir.

      Bir bilinmeyenli denklemin varyasyonu gibi görünen sınıfsal kategoriler bile insanın tarihsel çevrimi bilinmeden yerli yerine oturmaz. Kaldı ki herhangi bir edebiyat ürününde insan hem çok öznel hem de çok genel serüvenlerin içinde yer alır. Birbirlerinden çok da farklı olmayan bu katmanlara yol açan bileşkeler bulunmazsa rastlantılar, belki de tahminler kurgunun mantığını oluşturacaktır. Böyle bir kurgunun da hangi riskleri içerdiğini umarım herkes biliyordur. Edebiyat yalnızca hesap sorma eylemi değil, aynı zamanda hesap ödeme eylemidir.

      Bugün neler olduğunu anlayabilmek, ortaya çıkan biçimsel bir takım anlaşmazlıkları yerli yerine oturtabilmek için geçmiş yıllarda ortaya çıkan değer anlayışlarını sorgulayabilmek gerekir. Yazının başından beri söylüyorum: kültür denen şey tarihsel, ekonomik ve toplumsal paslaşmanın pek de kolay anlaşılamayan zemini içinde belirlenir. Böylesine karmaşık bir etki tepki zinciri içinde beliren kültür, aynı zamanda kendini yaratır ve kendini tüketen insan tiplerini de tarih sahnesine sunar.

      Tarihi tersine çevirmek hatta yorumlamak o kadar kolay olmadığına göre burada sorulacak soru şu olmalı bence: Bu sahneyi kimlerle paylaşmalıyız? Yalnızca kendimizle mi yoksa bize rağmen var olan “insan”la ve onu yaratan kültürün değer ve simgeleriyle mi?

      Belirli bir tarih bilincine ulaşmış, bunun da ötesinde tarihin kendisine sunduğu yaşam dinamiklerini tek tek aşarak bir bütünselliğe gelebilmiş insan ve onun yaratabileceği kültür artık edilgenlikten kurtulacak, etken bir konuma geçecektir. Tarih, “yaşam” adlı sahnesine ancak bu insanı konuk eder. Zira bu insan hem geçmişi sorgulama gücüne sahiptir hem de gündelik yaşamın sorgulanması gerektiğini bilir. İşte edebiyat da tam bu noktada başlıyor.

      Gerçek edebiyat adamı insani değerleri sorgulayan geleneksel bir söylem peşindedir, Bu söyleme uygar ve evrensel eklemeler yapar. Bireysel kimlikle, tarihsel ve toplumsal kimliği buluşturma ve belki de barıştırma çabası peşinde koşar. Güncelin sınarları böyle zorlanır, tarihin atmosferi güncel içinde böyle yedirilir.

      Bursa’da yaşayan edebiyat insanları çeşitli seçimlerin yanında kendilerinin çok da kusuru olmayan bir ikilem içindedirler. Onlar kendilerine yan etmenleriyle birlikte gerekli olan tarih bilinci tam olarak verilmediği için, şimdiki zamana tarihin kazanımlarını yerleştirme zorluğu içindedirler. Ya da kendilerine ve güncele bakarken yine aynı nedenden dolayı tarihsel perspektiften yoksundurlar. o zaman da hiçbir ciddi ve bilimsel temele dayanmayan, kişilerin güç ya da zaaflarıyla açıklanan küçük küçük grupların embriyonları, sözü edilen ortamda her zaman gelişme ve büyüme şansı bulmaktadır. “Fotojenik” olmayan ve gelişim katsayısı düşük bu manzaranın ileriki yıllarda değişebileceğini umarak yazımı bitiriyorum.

Yazarın şu kitaptaki yazısınndan kısaltarak alınmıştır: Mizandaki Bursa, Ö. Eroğlu (haz.), Özsan Matbaacılık, 1997): 48-53