|
|
17.11.2009'da
www.bursahaberler.com'da yayımlanan yazısıdır.
Felsefe Nedir?
Felsefe, hemen her konuda, ama özellikle de “büyük sorular” ve sorunlar
üzerine eleştirel, sorgulayıcı, derinlemesine ve sistemli düşünme olarak
tanımlanabilir. Bu “büyük sorular”, bilim de dâhil olmak üzere, başka hiçbir
disiplin tarafından yanıtlanamayan sorulardır.
Söz
konusu sorular, akıl sahibi, hayatta bir amacı olan insanın ilgisiz
kalamayacağı sorulardır. Gerçekten de hayatını anlamlandırmak isteyen hiçbir
insan, bu sorulara kayıtsız kalamaz.
Felsefede ele alınan büyük
sorular, yaklaşık iki bin beş yüz yıldan beri sorulan sorulardır; yani,
büyük Doğulu bilge Gautama Buda (MÖ 563 – 483)’nın da söylediği gibi, “İnsan
ne gökyüzüne, ne okyanusun ortasına, ne de bir dağın ortasına kaçmalı.
Bunlar güvenli ve yüce sığınaklar değildir. Çünkü insan, sorularından ve
acılarından bu sığınaklara vardıktan sonra da kurtulamaz.”
Bu soruların net ve değişmez yanıtları, herkese
uygulanabilecek hazır reçeteleri yoktur. Daha doğrusu, bu soruların tek tek
kişilerin kendileri tarafından sorulup onların yine kendileri tarafından,
kendileri için yanıtlanmaları gerekir. “Kendi kanatlarıyla uçamayan hiçbir
kuşun yükseğe çıkamayacağını” söyleyen meşhur İngiliz şairi, ressam ve
düşünürü William Blake (1757 – 1827)’in de ima ettiği üzere, insan hayatını
büyük sorulara başkalarının verdiği yanıtlarla ne yönlendirebilir ne de
anlamlandırabilir.
Büyük sorular aynı zamanda anlam ve değerle ilgili olan sorulardır. Burada,
belirli türden soru ve sorunların sadece belirli ortamlarda yanıtlanmaya ve
çözülmeye uygun bir yapıda olduklarını unutmamak gerekir. Örneğin çok
ağrıyan dişinize sadece diş hekimi çare bulabilir. Devlete ödediğiniz veya
ödemeniz gereken vergiyle ilgili bir probleminiz olduğu zaman, bunu sadece
mali müşaviriniz veya avukatınız aracılığıyla çözüme kavuşturabilirsiniz.
Başka türden
sorunlar daha fazla sayıda uzmanın birlikte çalışmasını gerektirebilir.
Örneğin mal varlığı paylaşımının yanında çocukların velayeti için mücadele
verilen karmaşık bir boşanma sürecinden geçiyorsanız, avukatınızın yanında,
muhasebeciye ve çocuk psikologuna ihtiyaç duyabilirsiniz. Fakat “devlete
neden vergi verilmesi gerektiği” veya “insanlar ya da eşler arasındaki ideal
ilişkinin nasıl olması gerektiği” soruları, bu uzmanlardan hiçbiri
tarafından gereği gibi yanıtlanamaz. Bu büyük soruları, sadece felsefe
yardımıyla yanıtlayabiliriz.
Bu değişmez gerçeği, bu kez
başka bir yoldan giderek şöyle ifade edebiliriz: “Hayatta en önemli şey
nedir?” sorusu farklı koşullar içinde bulunan farklı insanlarda farklı
yanıtlarla karşılanır. Bu soru Afrika’da açlık felaketinden kırılan bir
ülkenin yoksul bir yurttaşına sorulacak olsa, yanıt muhtemelen “yemek” olur;
aynı soru soğuktan donmakta olan birine yöneltildiğinde yanıt, bu kez
herhâlde “sıcak” olur. Aynı soru nüfusu göreli olarak yaşlı insanlardan
oluşan gelişmiş bir Batı ülkesinde yalnız yaşayan bir ihtiyara sorulduğunda,
yanıt kesinlikle “başkalarıyla birlikte yaşamak” şeklinde olacaktır.
Fakat
yeme, sıcak bir ortamda barınma ve yalnızlığın üstesinden gelme ihtiyacı
giderildikten sonra da insanların ihtiyaç duydukları başka şeyler olur.
Çünkü insan sadece bir bedenden ibaret değildir; onun bir de ruhsal varlığı,
manevi bir boyutu vardır. Bu yüzden insan kim olduğunu, nereden gelip nereye
gittiğini bilmek ister; neden yaşadığını, birlikte yaşadığı başkalarına
karşı görevlerinin ne olduğunu anlamak arzusu gösterir. O, olup bitenleri
idrak etmek ister, değeri yaratma ve taşıma ihtiyacı duyar.
------------------------------------------------------------------------------
BİREYSEL AÇIDAN FELSEFEYE DUYULAN İHTİYAÇ
19.12.2009'da www.bursahaberler.com'da yayımlanan yazısıdır.
Felsefeye, her
şeyden önce fikirlerin tarihini tanımak için ihtiyaç duyarız; çünkü felsefe
düşünsel dünyamızı zenginleştirecek fikirlerle doludur. Düşünce tarihi
yaklaşık üç bin yıllık, alabildiğine zengin bir tarihtir ve bu tarih,
kendimize çıkartabileceğimiz derslerle doludur. Büyük Alman şairi ve
düşünürü Johann Wolfgang von Goethe (1749 – 1832) “Üç bin yılın hesabını
göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz; günü gününe yaşar ancak.” derken,
muhtemelen bunu anlatmak istiyordu. İspanyol düşünürü George Santayana (1863
– 1952) da “Geçmişi hatırlayamayanlar onu tekrarlamaya mecburdurlar.”
sözüyle tam tamına bunu kastediyordu.
Felsefeye, çok daha önemlisi, kendimizi
tanımak için ihtiyaç duyarız. Bu genel doğruyu da ilk olarak ve en iyi antik
Yunanlılar göstermiştir. Aslında hemen her kültürde bulunan “Kendini tanı!”
sözünü en erken kullanan kavim olan Yunanlılar, bu sözü tapınaklarının
kapısına yazmışlardı. Gerçekten de insan ne ve kim olduğunu ancak felsefeden
veya felsefe yardımıyla öğrenebilir. Bizim salt bir et ve kemik yığını
olmayıp aynı zamanda bir ruh varlığı olduğumuzu, bize en iyi felsefe
gösterebilir; dünyaya sadece soluk alıp vermek veya salt keyif almak için
değil, fakat biraz da doğaya ve başkalarına olan ödevlerimizi yerine
getirmek için geldiğimizi felsefeden öğrenebiliriz.
Zira,
felsefe, her şeyden önce, insan olarak var oluşumuzun anlamıyla ilgili bazı
temel soruları ele alır. İçimizden her birinin bu temel, büyük felsefi
sorular üzerinde düşünmesinde, var oluşumuzu anlamlandırmak bakımından büyük
yarar vardır. Nitekim Sokrates, “incelenmemiş, sorguya çekilmemiş bir
hayatın yaşanmaya değer olmadığını” söylemiştir.
Felsefeye, yine
bireysel olarak, bu dünyadaki kısacık hayatımızda neyin bizim elimizde olup
neyin olmadığını öğrenmek için ihtiyaç duyarız. Sadece Sokrates değil, fakat
yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Jean-Paul Sartre (1905 -1980) da,
olgusal koşullarımızı değiştirmenin bizim elimizde olmadığını söylemekteydi.
Yani, bu dünyaya gelmişsek eğer, gelmemiş olmak elimizde değildi. Anamızı
babamızı, doğduğumuz coğrafyayı, mensubu olduğumuz dini, üyesi bulunduğumuz
millet ya da etnik grubu seçmek elimizde olmadı. Boyumuzu, cinsiyetimizi,
başkaca biyolojik özelliklerimizi seçmek de elimizde değildi. Bütün bunlar
biz insanlar için verili olan, değiştirmenin mümkün olmadığı şeylerdir. Ama
karakterimizi ve insanlığımızı geliştirmek, daha iyi ve daha erdemli insan
olmak için çalışmak, bizim elimizde olan bir şeydir. Sartre bu yüzden “İnsan
kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir.” diyordu. Bizi bekleyen büyük
çevre felaketine yüzyıl öncesinden dikkat çekmiş olan Amerikalı çevreci
düşünür Henry David Thoreau (1817 – 1862) da bu bağlamda, “İnsan, kendi
hâline bırakabileceği şeylerin sayısı kadar zengindir.” dememiş miydi?
Aynı şekilde Sokrates de insan için esas
önemli olanın “ruha özen göstermek” olduğunu söylüyordu. Demek ki felsefeye
neyin gerçekten önemli ve değerli olduğunu kavramak için ihtiyaç duyarız;
ona, hayatta neyin peşinden koşmak gerektiğini açıklıkla görmek için
başvururuz. Zira koşullarımız, bize çoğu zaman aslında biraz da kayıtsız
kalmamız gereken şeyleri peşinden koşulması gereken amaçlar olarak sunar.
Dahası insani kibrimiz zaman zaman iyi ve doğrunun yolundan çıkmamıza yol
açar. İnsanların birbirlerinin güzelliğini, zenginliğini, gücünü,
etkinliğini, başarısını ve benzer özelliklerini kıskanmaya eğilimli
olduklarını gözleyen İngiliz düşünürü Hobbes, bir başkasının akıllılığına ve
erdemine gıpta eden birine rastlamadığını söylerken, herhâlde bunu anlatmak
istiyordu.
Felsefeye, sadece dışımızdaki şeylerle olan ilişkimizi doğru belirleme
noktasında ihtiyaç duymayız; ona, bizde var olan şeylerin dengesini sağlamak
açısından da ihtiyaç duyarız. Çünkü Lübnanlı ozan ve düşünür Halil Cibran
(1883-1931)’ın da söylediği gibi, “Ruhumuz çoğu zaman bir savaş alanıdır.
Mantığımız ve sağduyumuz tutku ve arzularımıza karşı savaş verir.”
Hayatımızı zenginleştiren tutkular olmadan büyük ve önemli hiçbir şey
yapılamaz. Ama tutkularımızı gereği gibi kanalize etmeden başıboş bırakmak
da hayatımızı altüst etmekle sonuçlanır. Bu noktada ikisi arasında bir denge
kurmaya, tutkularımızı dizginlemeye ihtiyaç duyarız. Amerikalı ünlü mucit,
bilim adamı ve düşünür Benjamin Franklin [Benjamin Fıranklin] (1706 – 1790)
“Tutkunuzla hareket edecekseniz, bırakın dizginleri mantığınız tutsun.”
derken, bu zorunluluğa işaret etmek istiyordu. İnsanlığa MÖ 6. yüzyıldan
seslenen büyük Çin düşünürü Lao-Tsu da “Başkalarını fetheden güçlüdür;
kendini fetheden ise bilgedir.” derken, aynı dengeyi ve felsefi bilgeliği
kastetmekteydi.
Felsefe, bize böyle bir yaşam bilgeliği sağlayabilir; çünkü felsefe,
mantıkla tutkular arasındaki bu bitmek bilmeyen çekişmede tutkunun zararlı
etkilerini dizginler. Böylelikle de biz insanlara iyi bir denge kurma ve
yaşamımızı dayandıracağımız mantıklı ilkeler oluşturma noktasında yardım
sağlayabilir. Mantık, bir yandan duyguları serbest bırakmak, bir yandan da
zararlı olanları ifade etmek için yapıcı yollar göstererek tutkuyu
dengeleyebilir.
Kabul etmek gerekir ki kısa vadede tutku mantığa, uzun vadede ise mantık
tutkuya hükmeder. Söz gelimi delicesine âşık olmak mantıksız davranmamıza
yol açarken, öfke kendimizi kaybetmemize ve daha sonra pişman olacağımız
şeyler yapmamıza neden olur. Bu patlamalar, mantığı geçici olarak ortadan
kaldırır. Bununla birlikte kişisel, toplumsal, mesleki ve politik
hayatlarımız ilkelerce yönetilir ve bu ilkeler, felsefenin düşünme,
yorumlama gibi mantıksal refakatçilerine göre belirlenir.
Demek ki, felsefeye ilkeli bir hayat
sürebilmek için ihtiyaç duyarız. Çünkü insan, vahşilerden farklı olarak,
akıllı bir varlıktır; bu özelliği dolayısıyla, hayatını birtakım ilkelere
dayandırır. İlkesiz bir hayat, hatta ilkeleri sorgulanmamış bir var oluş,
sıradan ve temelsiz bir var oluştur; hayatımızın böyle ilkesiz bir var oluşa
dönüşmemesi için felsefeye ihtiyacımız vardır.
Felsefeye hayatın akışı içinde
karşılaştığımız sorunların üstesinde gelmek için ihtiyaç duyarız; ondan,
bizi zorlayabilecek çeşitli olaylar karşısında dik duruş sergileyebilmek
için destek alırız. İsviçreli psikolog ve düşünür Carl Gustav Jung (1875 –
1961)’un da söylediği üzere, “Hayatın akıntılarında yüzen hiç kimse dertsiz
kalmaz.” Felsefe kaygılarımızı hafifletmemizi, dertlerimizi aşmamızı, bu
dünyadaki hayatımız sırasında yolumuzu kaybetmememizi sağlayan en önemli
araçtır. Felsefenin bu özelliğini ifade etmek üzere, yirminci yüzyılın ünlü
filozoflarından Ludwig Wittgenstein (1889 – 1951), meşhur benzetmelerinden
birinde, insanın bu dünyadaki durumunu bir şişe içindeki sineğin durumuna
benzetmişti. Wittgenstein’a göre, şişenin içine sıkışmış olan sinek şişeden
dışarı çıkmak ister, fakat bunu nasıl başarabileceğini bilmez. Felsefenin
esas görevi, sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermektir. Onun bu
benzetmesine göre, biz insan varlıkları bu dünyadaki hayatımız sırasında,
zaman zaman kendimizi kapana kıstırılmış hisseder ve yolumuzu bulmakta
güçlük çekeriz. İşte felsefe, biz insan varlıklarının kapana kıstırılmışlık
duygusundan kurtulmamızı sağlar, yönümüzü bulmamıza yardım eder.
Çünkü
kabul etmek gerekir ki problemleri, dertleri yaratan biraz da
düşüncelerimiz, dünyaya ve olaylara bakışımızdır. Emerson’un da söylediği
gibi “Aynı dünya farklı zihinler için cehennem de olabilir cennet de.”
Bellek depomuzun yönetimi bizim elimizdedir ve onları ortaya çıkaracak
zihinsel mesajları sadece bizler gönderebiliriz. Neden kötü anılar yerine
iyi olanları seçmeyelim. İrademizi olumlu düşüncelere alıştırıp kötü
anıların yerine iyi hatıraları koymak, bizim elimizdedir. Bunu, bize sadece
felsefe gösterebilir.
Felsefeye, yine aynı doğrultuda
kafa ve kavram karışıklığımızı gidermek için ihtiyaç duyarız. Çünkü
günümüzde pek çok insan birtakım zihinsel karışıklıklar yüzünden dertler ve
kaygılar içinde kıvranıp durur. Gerçekten de insanlar son zamanlarda giderek
artan bir sıklıkla imtiyazları haklarla, tarafsızlığı öznellikle, istemeyi
ihtiyaç duymakla, fiyatı değerle, zenginliği başarıyla karıştırmaktadır.
İşte bu kafa karışıklığını giderecek, kavramsal açıklığı sağlayacak olan şey
felsefedir. Çünkü felsefe, insana birçok konuda doğru ve açık seçik
düşünebilmeyi öğretir. Felsefi düşüncenin yöntemleri, insana hemen her
konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri hazırlar. Böyle bir düşünce
türü, insanın bir probleme birçok yönden bakabilmesini, sorunlara ön
yargısız yaklaşabilmesini sağlar; o, insanın hiçbir şeyi mutlaklaştırmayıp
her şeyi eleştiri süzgecinden geçirebilmesini temin eder.
Felsefeye, bir kez daha
aynı bağlamda öncelikleri belirlemek, “bilgi olmadan fikir, fikir olmadan
zikir (söz söyleme, görüş bildirme) olamayacağını” anlamak için ihtiyaç
duyarız. Nitekim 20. yüzyılın önemli filozoflarından Bertrand Russell
[Bertrand Rasıl] (1872-1970) bu konuda şöyle der: “Biraz felsefe herkese
gereklidir ama en düşüncesizlere değil. Bilgi olmayınca felsefenin aptalca
olacağı neredeyse kesindir. Bunun sonucunda insan soyu, rekabet eden fanatik
gruplara ayrılır. Her grup kendi saçmalığının kutsal doğru, karşı
tarafınkinin yoldan çıkma ya da sapkınlık olduğuna iyice ikna olmuştur.”
Günümüz bilgi toplumunda,
bildiğimiz şeylerin sayısı inanılmaz ölçülerde artıyor. Öyle ki büyük
alanlara kurulan ve yüz binlerce kitap alabilen kütüphanelerdeki kitaplar
bugün elektronik ortamda vasati bir bilgisayarın belleğine sığdırılabilecek
durumda. Ama öğrendikçe bilmediğimizi anladığımız da bir gerçek. Fakat bu,
elbette hiçbir şey bilmediğimiz anlamına gelmiyor. Bir şeyler biliyoruz ve
olup bitenlere anlam vermek için çalışıyoruz. İnsanı insan yapan şeylerin
başında gelen bu anlamlandırma faaliyetinin temelinde doğru ve sağlam
bilginin bulunması gerekir.
Platon işte bu duruma ve
doğru bilginin hayatımızdaki önemine işaret etmek için, öğrencileriyle
birlikte araştırmalarını sürdürdüğü araştırma kurumunun kapısına “Geometri
Bilmeyen Giremez!” yazısını yazdırmıştı. Platon matematiksel doğruların
olabilecek en kesin ve en temel doğrular olduğunu biliyordu. O, dahası bu
doğruların etik ya da politik konular benzeri, kesinliğe pek fazla izin
vermeyen konulara eğilmeden önce öğrenilmeleri gerektiğini düşünmekteydi.
Hayatta doğruluk, adalet ve özgürlükle ilgili daha büyük soruların,
matematiksel soru ya da problemler benzeri daha küçük sorular yanıtlanmadan
önce doğru düzgün yanıtlanamayacağını düşünüyordu..
Gerçekten de milyonlarca insan,
günümüz dünyasında pek çok sorunla boğuşmaktadır. Birçok araştırmacının
deyimiyle “bu küresel köyde” pek çok insan, ekonomiden çevre problemine,
sağlıktan evsizlik sorununa, toleranstan terörizme kadar herkesi yakından
ilgilendiren ve her birimizde kaygılara yol açan çok sayıda sorunla âdeta
boğuşuyor. Platon bugün yaşasaydı “2 + 2 kaç eder?” benzeri küçük ve sıradan
soruları anlamadan, daha büyük soruları anlama ve yanıtlama şansımızın düşük
olacağını söylerdi.
O, kavram kargaşasını gidermeden sağlıklı ve doğru düşünemeyeceğimizi,
dolayısıyla anlamlı tartışmalar ve çözümler üretemeyeceğini belirtmeye özen
gösterdi. Aynı Platon, kendimizi değiştirmeden, özellikle de zihinsel olarak
geliştirmeden olup bitenleri değiştirmenin mümkün olamayacağını ifade
ederdi. Aynı şeyi 20. yüzyılın önemli liderleri ve düşünürlerinden biri olan
Hindistanlı Mahatma Gandhi [Mahatma Gandi] (Resim 1.11, 1869 – 1948) de
söyler: “Dünyada görmek istediğimiz değişikliği önce kendimizde
gerçekleştirmemiz gerekir.”
|