OKUDUĞUMUZ ROMANLARDAN BAZILARI
                 HAKKINDA
GÖRÜŞLERİMİZ                                       

Okuma Grubu


 

Kırmızı Pelerinli Kent

 

 

Veba

 

 

                    Kayboluş                  

 

 

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği  

 

 

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Grubumuz 2006 Ocak ayında "Kırmızı Pelerinli Kent" i okumuştu.

Okur Yorumu  : Mehmet Askın     

  "Kırmızı Pelerinli Kent" beni tam anlamıyla büyülediğini söyleyebilirim. Türkçe yazılan kitapların arasında beni bu denli çeken, diliyle, anlatım gücüyle, niteleme ve betimlemeleriyle, kısaca güçlü kalemiyle hemen manyetizmasını hissettiren bir roman.

     Öncelikle "Kırmızı Pelerinli Kent", bir kentin gezgin gözüyle anlatıldığı bir seyahatname değil. Tarihi ve turistik mekanların anlatıldığı bir turist el kitabı da değil. Kent romanı olarak kaleme alınan diğer örneklerinde olduğu gibi kentin sosyal, kültürel, etnik, siyasi, manevi vs. yönlerini vurgulamak amacıyla yazılan bir roman da değil. Aslına bakılacak olursa romanın baş kişisi kent de değil. (Bir çokları baş kişinin Ö. / Özgür olduğunu düşüneceklerdir,ancak bence eğer somut bir baş kişi aranıyorsa bu Rio de Janeiro olabilirdi, Ö. / Özgür de yardımcı oyuncu olabilir.) Bence baş kişi "insan". Rio ile ilgili nitelemelerin hemen hepsinde insan yer alıyor. Örneğin;

* "Kimsenin gözünün yaşına bakmayan, insan acısıyla beslenen, kucağına düşen her avı yutup öğüten"

* "İnsan soyunun bütün olasılıklarının gözler önünde olduğu"

* "Cinselliğin ve bedenin arenası, bedenin baş döndürücü anarşisi"

* "Aşırı uçları, çelişkileri, ölçüsüzlüğü seven, yüzeyselliğin bir din/sanat olarak yaşandığı"

* "Baştan çıkarıcı, insanda irade diye bir şey bırakmayan"

* "Hayaller, vaatler, masallar çıkını"

* "Yarı otomatik silah seslerinin eksik olmadığı, sokak cinayetlerinin ve ölümün her çeşidinin sahnelendiği, eli kanlı"

* "Üzerine bütün düşlerin çizilebildiği boş bir tuval..."

    Bu nitelemelerin hepsinin odağında ne Rio kenti var, ne de Ö. / Özgür. Odak noktasında "insan" var. İnsan yaşamları, bilinçleri ve bilinçaltlarıyla öyle güzel işlenmiş ki kent adeta soluğu, ruhu olan bir organizmaya dönüşüyor. Biz okurken bu canlı, dipdiri kentin sokaklarında adeta yaşıyor, açlığı hissediyor, ağzımız zımpara taşı gibi kuruyor, barların  ve sokakların sidik kokularını duyabiliyor, otobüslerdeki ter kokularını burunlarımızda duyabiliyoruz.

   Elbette kent romanlarında aranılan tepe, sokak, cadde, cangıl,sahil, koy vs. anlatımları da var. Üstelik "Kırmızı Pelerinli Kent"i okurken boş bir kağıda not alsak neredeyse Rio kentinin kabataslak bir haritasını çizebilecek kadar da bilgilendiriliyoruz. Ayrıca kentin ve ülkenin sosyal, etnik, siyasi özellikleri de atlanılmamış.

 "Kırmızı Pelerinli Kent"in çok güzel ve akıcı bir Türkçesi var. Bana eğreti gelen bir kelimeye bile rastlayamamak ne güzel! Demek ki dile hakim olan yazar gereksiz süslemelere, kelime üretmeye, ağdalı ve/veya yabancı kelimelere gereksinim duymaksızın da çok güzel yazabiliyormuş!

 Ayrıca betimlemeler mükemmel!

 Yazarın üzerinde durduğu "Sıfır Noktası" Ö. / Özgür'ün annesiyle yaptığı telefon konuşmasında söylediği "Türkiye'ye döneceğim. Rio ile hesaplaşmamı bitirir bitirmez. Şimdi kaçarsam ona sonsuza dek esir düşmüş olurum. Bu kent beni öldürüyor anne, her gün, her an, her fırsatta, her şekilde öldürüyor. Yavaşça, sinsi sinsi... Derinden... Elimde avucumda ne varsa teker teker alıyor. Hem içeriden, hem dışarıdan kuşatılmış durumdayım. Rio'yu yazmak zorundayım."  sözleriyle başlayıp neredeyse her sayfada çığlığa dönüşen ve kitabın sonuna doğru "Kaosun denklemi çok basit aslında. Yaşam = yaşam. Ölüm = ölüm.Oysa hepimiz kendi denklemimizi kurmanın ve dünyayı ona eşdeğer kılmanın peşindeyiz.Ne aymazlık!" cümlesiyle sona eren bir varoluş mücadelesi.

 Sıfır noktası, tıpkı tüm yıldızların, gezegenlerin, süpernovaların çekimine yenilip içinde kayboldukları bir kara delik gibi Ö. / Özgür'ün çekimine kapılmak zorunda olduğu "BİLİNMEYEN" bir mutlak anlamsızlık ve mutlak tanımsızlık durumuydu. Ö. / Özgür bu mutlak değersizliği (değersizlik midir, tartışılabilir) yalnızca bir varoluş gerçeği olarak görüyordu. Sanırım romanın sonunda olmasa bile Rio dönüşünde Ö. / Özgür, kara deliğin patlamasıyla daha büyük,daha diri ve daha dayanıklı yepyeni yıldızları, gezegenleri, süpernovaları doğurdu. Doğan yeni yıldızların parlaklığını gözlerimle de görmek isterdim.

   İnsanın kırmızı ( ve siyah) renginin ve insanın pelerininin ardında saklı kalmış bilinmeyenini açmaya çalışan bir kitap Kırmızı Pelerinli Kent. İnsan yaşamlarının gizli, korkutucu,çelişkili, karmaşık labirentlerine dalan bir psikanalist-existansiyalist roman. Ve ben bu romana bir şerh yazacak kadar neredeyse her cümlesi üzerinde konuşacak şey bulabilirim. "Limansız Yolcu", "Eli, Eli, lama sebahtani(Arapçası da neredeyse aynı)" gibi bir çok cümleyi konuşmayı isterdim.

 Yazara "iyi ki yazmışsın!" demekten kendimi alamadım.  

---------------------------------------------------------------------------------------------

 Grubumuz 2007 Şubat ayında A. Camus'nün "Veba" romanını okumuştu.

Okur Görüşü : Alper Can                      

Birini Seçmeniz Gerekirse: Yabancılaşın ama Vebalılaşmayın

İki Romanı ışığında A.Camus ve Dünyası

    İzlediğim Kaptan Cousteau belgesellerinin etkisiyle olsa gerek, küçükken dalgıç olmayı kafama koymuştum. Oysa arkadaşlarımla maç ederken kulağıma aldığım darbe sonucu kulak zarım delinince bu hevesim sonsuza dek içimde kalmış oldu. Çoğumuzda vardır bu tür örselenmiş hevesler. Camus’de de vardı. Babasını savaşta kaybetti, yoksulluk içinde büyüdü. 17 yaşında yakalandığı verem onu heveslerinden, spordan ve akademik hayattan uzak tuttu.

     Arkadaşım anlatırdı, Kore Savaşı’ndan dönen dedesi yıllarca uykusundan hoplayarak ve terlemiş şekilde uyanırmış gece yarıları. Vietnam sendromu bu olgun daha bilinen şekli. Savaşı gören, ölümü gören insanın üzerinden atamadığı o dehşet duygusu. Camus de gördü bunu. II.Dünya Savaşı başladığında 32 yaşında bir gazeteci idi. Nazi kamplarındaki soykırımı, Hiroşima’daki toplu ölümleri haber yaptı muhtemelen. Ölümü gören için artık huzur yoktur.(1)

    Büyük acılar bazılarını  kötümser yapabilir.Bazıları da her durumda ümitlerini korurlar. Camus’nün dünyasındaki önemli köşe taşlarından biri olan insan sevgisi, felaketin insana yakışmadığını, geçip gidecek kötü bir rüya gibi algılandığını yazdırdı ona.(2) Bu sevginin zorunlu sonucu olan insandan ümidi kesmemek de şu satırlarda aksini buluyor: “Umutsuzluğa alışmak umutsuzluktan beter.” (3)

     Amcamın oğlu köylerine yakın bir gazoz fabrikasında çalışırdı, ben 9 yaşımdayken. Yaptığı tek iş gazoz kapağının içindeki küçük lastiği yerine koymaktı ve akşam eve döndüğünde “bugün de hiçbir iş yapmadım” derdi. Adına yabancılaşma dedikleri, çalışan insanı atoma çeviren, kendini sinek gibi hissettiren bir süreç, endüstri devriminden sonra başlayıp geçtiğimiz yüzyılda belirginleşmiş gibi görünüyor. Savaşın toplu ölümleriyle sarsılan Camus ve kuşağı, dinin verdiği cevaplarla tatmin olamamış, çalışma hayatının insanı silikleştiren süreçlerinden de son tokadı yemiştir. Sonuç, annesi öldüğünde hiçbir şey hissetmeyen, evlenme teklifi aldığında “olsa da olur olmasa da” şeklinde yanıtlayan, hapise girdiğinde yoksunluk hissetmeyen bireydir. (Yabancı romanındaki Meursalut)

   Bu özellikleri taşıyan birey aklınıza Nietzsche’yi ve nihilizmi getirmiş olabilir. Hayatımda hiç pişmanlık duymadım” diyen(4) karakteri o yazdı zannedebilirsiniz. Oysa Nietzsche sürü değerlerini yıkıp yerine yeni değerler kuran üst insanın hayalini kurmaktadır. Yani tutunacak bir dal bırakır o da.

  Camus de dip noktasından yükselişe elindeki tek malzeme ile başlıyor. MÖ 1000’lerden beri bilinen, MS 1348’de Avrupa nüfusunun dörtte birine dünya değiştiren bir büyük felaketi çok bilindik bir reçete ile çözmeyi teklif ediyor: İnsan insandan vazgeçemez.(5) Tek kurtuluş insandadır. Çünkü Camus, insanda hor görülecek yönlerden çok hayran olunacak yönler bulunduğunu(6) düşünüyor. Bu fikre katılmamız için belki de felaketler yaşamamız gerekir, uzun süren, umutsuzluğu yaygınlaştıran büyük felaketler. Yakın zamanda yaşadığımız deprem felaketi bu etkiyi yaratmadı, çünkü kısa bir zamanda olup bitti ve sürüp giden zihniyet üzerinde çok az değişiklik yaptı. Oysa ancak uzun süreli felaketlerde tek başına mutlu olmanın utanılacak bir şey olduğunu(7) fark edebilir belki de.

       Felaketler için başka çözümler de var kuşkusuz. Çölde tek kişilik kulübenize ya da dağdaki bir mağaraya kapanırsanız, dünya üzerindeki hiçbir felaket sizi etkilemez. Ya da, ortaçağda yaygın olduğu gibi, topluca manastırlara kapanıp olup gelen her şeyi ilahi takdir diye yorumlayabilirsiniz. Mademki böyle kutsal kişiler değiliz, o halde her şeyi kabul etmemizi salık veren dogmalar kötülük probleminde çözüm sunmaz bize. Bakacağımız ilk yer, bir umut ışıltısı aradığımız bir başka insanın gözü olacaktır yine.

    Camus insancıl bakışıyla tüm felaketlerde umudunu yitirmeyen insanın tek çıkış noktası olduğunu Dr.Rieux karakteri ile sunuyor okuyucusuna. Bunun yanında en masum insanı bile ölümlerde payı olan hissedar konumuna düşüren sistemi de eleştiriyor. Bilmeyerek, ya da gereksiz bilgi bolluğu içinde farkına varmayarak, sessizce kabullenerek, tepki vermeyerek, parçası olduğumuz sistem her gün, her an içimizden bazılarını harcıyor. Ölümlere neden olmadan şu dünyada tek bir hareket yapamıyoruz.(8) İnsan’ın bir değer olduğunu unutmuş görünen şu dünyada hiç birimiz masum değiliz. “Bozuk düzende sağlam çark olunmaz” diyen Pir Sultan’a “İnsan her zaman az buçuk suçludur” (9) diyerek katılıyor Camus. Aslında hepimiz Veba’lıyız. Sistem yabancılaşmayı dayatabilir, ama en azından vebalılara katılmayalım.

   Yine başa geldik: Çözüm sende, bende, insanda. 

Kaynaklar:

Veba, A.Camus, Can yayınları, 7.basım, İstanbul, 2006

Yabancı, A.Camus, Can Yayınları, 11. basım, İstanbul, 2001

----------------------------------------------------------------------------

1-Veba, s. 254              2-Veba, s.40                3-Veba, s.160        

 4-Yabancı, s. 96           5-Veba, s. 170              6-Veba, s. 269

 7-Veba, s. 184          8-Veba, s. 220              9-Yabancı, s. 26

---------------------------------------------------------------------------------------------

Grubumuz Haziran 2005'te George Perec'in "Kayboluş" adlı romanını okumuştu. 

 Okur Yorumu:  Neslihan Önder

    Fransız yazar George Perec’in e harfini hiç kullanmadan yazdığı akıcı bir romandır. Türkçemize çevirisi de Cemal Yardımcı tarafından yine içinde hiç e harfi kullanılmadan yapılmıştır.

    Okuyucunun " Ssliharf nereye kayboldu acaba" sorusunu yanıtlamaya çalışırken kitabın sayfalarında kaybolabileceği bir romandır. Evet, bir kayboluş vardır. Anton Ssliharf kaybolmuştur, arkadaşları onu bulmaya çalışırken. Bu kayboluş, günlüklerin şahit olduğu yolda  ilerlemelere tanık olmuştur. Felsefenin ve edebiyatın buluştuğu satırlarda bulmaca tadında adım adım ilerlerken ben de kayboldum. Kafam karıştı, romandaki şiirlerden birine döndüm:

bir katil aşkı,
akıntı burnunda taş gibi batan sayısız kayalık,
sadık bir tabanca,
yanık bir aklık, vücut bulmayan bir vücut, huzur,
uyduruk bir unutkanlık,
bütün bunlar mani olabilirdi idamına Anton Ssliharf'in...
ama, kayboluş'un doğduğu akşamdan başka bir zaman
kurabilir miydi bütün bunları? (s. 33)

  Kayboldum... Satırlara yüklendim: "Ya Anton Ssliharf'i alınyazısına bırakacağız ya da kötünün iyisini arayacağız."
 
  Kayboldum... Romandaki yazar ve şairlerin altını çizdim. Tarzlarından çengelli bulmacalar yaratmaya çalıştım: Virginia Woolf fısıldadı, sadece Orlando adlı romanımı hatırla dedi.
Arthur Rimbaud şiirlerini koşarak getirdi ve "dört artı bir ünlü" dedi. Kafam daha da karışıtı. Kafka belirdi birdenbire yanımda. Moralim bozuk olduğu için gelemem dedim. Eee ne deseydim? Bir ipucu aradım.

  Kurtarın kayboldum diye çığlık attım boşluğa. Yankımı beklerken Malcolm Lowry cevap verdi:  "Kim ki yorulmadan uzağa, daha uzağa koşmaya gönüllüdür, ancak onu kurtarabiliriz" dedi.
Kaybolmadığıma kendimi inandırmak için "aklık, boşluk, aklık, boşluk..." diye gezinirken bir ses "kahrolsun karanlık" diye arkamdan bağırdı. Gene kayboldum. " Akın da akı var/ tümünü o aklar"...

  Kayboldum. Bir kördüğüm bağladı kollarımı. "Yasaları düşündüm. Bazen güçlünün yasası, yasanın gücünü ortadan kaldırıyor ya" dedim. Neyse ki Ssliharf'in arkadaşlarını- sağ kalanları- buldum. Ak izi aradım yine. Bulmacayı tam çözdüm diyecektim. Georges Perec kulağımı çekti ve
   "Ak bir boşluğun arkası karanlıkla doludur. Yazılanı anlamıyorsan yazılmayana bak"
dedi.
  Evet, kayboldum... Kayboluşumdu.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Grubumuz Eylül 2007'de Milan Kundera'nın "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" adlı romanını okumuştu.

 Okur Yorumu:  Neslihan Önder

    Son yılların tanınmış çek romancısı Milan Kundera tarafından yazılmış akıcı bir romandır. Orjinal metni Çekçedir. Bu metin kaybolduğu için ilk baskısı Fransızcadır:
L’insoutenable legerete de l’etre. Felsefi ağırlıklı içeriğiyle kadın erkek ilişkilerinin sorgulandığı akıcı bir eserdir. Özellikle romanın sonlarına doğru 1968 devrimindeki Çekoslovakya ve o dönemdeki komünist rejim başarıyla yansıtılmıştır. Olaylar Çekoslovakya’nın Sovyetler tarafından işgali sürecinde Prag’da başlar. Kafka’nın mektuplarında ya da güncelerinde saptadığı gerçek yaşama dair göndermelere , Nitzsche’nin edebi dönüş düşüncesine, Descartes’in insanı doğanın efendisi ve sahibi (maitre et proprietaire de la nature) görüşüne çok açık ve sade örnekler verilerek bu kavramlar tanımlanmıştır.

Roman 7 bölümden oluşuyor:
1- Ağırlık ve hafiflik
2- Ruh ve beden
3- Yanlış anlaşılan sözcükler
4- Ruh ve beden
5- Ağırlık ve hafiflik
6- Büyük yürüyüş
7- Karenin’in gülümseyişi

Romanda Oedipus
‘un hikayesine de değinilmiştir:

“Çocukken terk edilen Oedipus, Kral Polybus’a götürülür ve onun tarafından büyütülür. Delikanlı Oedipus, bir gün bir dağ yolunda at süren bir soyluya rastlar. Aralarında kavga çıkar ve Oedipus soyluyu öldürür. Sonra Kraliçe Jocata’nın kocası ve Tebai kentinin kralı olur. Oysa dağlarda öldürdüğü adamın babası, yatağına girdiği kadının ise anası olduğundan haberi yoktur. Bir arada kader, halkına veba hastalığını musallat eder ve bu salgın hastalık nedeniyle onlara büyük acılar çektirir. Oedipus halkının çektiği acılarının nedeninin kendisi olduğunu anlayınca gözlerini kör eder ve kör haliyle Tebai’den çıkar gider.” (s. 181-182)
 
Romanda kadın-erkek ilişkileri, aşk, yaşam ve toplum hakkında çeşitli bakış açıları vardır:

“Einmal ist keinmal” diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.” (s. 16)
“Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, Sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).” (s. 23)
“Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sislerle örtülüdür. Evliliği özleyen genç kız hiç bilmediği bir şeyi özler. Ün peşinde koşan gencin ün hakkında en ufak bir bilgisi yoktur. Attığımız her adıma anlamını veren şey o adım hakkında hiçbir şey bilmememiz gerçeğidir.” (s.130)
“Aşklar da imparatorluklar gibidir; üzerine dayandırıldıkları düşünceler un ufak olduğunda onlar da silinir gider.” (s. 175)
     “Gücünü neden hiç benim üzerimde kullanmıyorsun?” dedi.
     “Sevgi insanın gücünden vazgeçmesi demektir de ondan” dedi Franz yumuşak bir sesle. (s. 119)
Teresa Tomas’a yazdığı mektupta kaçışını şu cümleyle açıklar:

“Artık dayanamıyorum. Çünkü yaşamak bana çok ağır geliyor, sana ise çok hafif.”

“İçinde mutluluk olmayan zevk zevk değildir.” (s. 215)

*İlk defa bir romanı okurken aklımdan daha önce okuduğum birçok roman geçti. Bu eserde tarihe, felsefeye, siyasete, rejime, topluma, aşka, hayvan sevgisine, aldatmaya, yaşama, var olmaya dair birçok gönderme olduğu için sanırım.

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 23/10/22