---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
"Kırmızı
Pelerinli Kent" beni tam anlamıyla büyülediğini söyleyebilirim. Türkçe
yazılan kitapların arasında beni bu denli çeken, diliyle, anlatım gücüyle,
niteleme ve betimlemeleriyle, kısaca güçlü kalemiyle hemen manyetizmasını
hissettiren bir roman.
Öncelikle "Kırmızı Pelerinli Kent", bir kentin gezgin gözüyle anlatıldığı
bir seyahatname değil. Tarihi ve turistik mekanların anlatıldığı bir turist
el kitabı da değil. Kent romanı olarak kaleme alınan diğer örneklerinde
olduğu gibi kentin sosyal, kültürel, etnik, siyasi, manevi vs. yönlerini
vurgulamak amacıyla yazılan bir roman da değil. Aslına bakılacak olursa
romanın baş kişisi kent de değil. (Bir çokları baş kişinin Ö. / Özgür
olduğunu düşüneceklerdir,ancak bence eğer somut bir baş kişi aranıyorsa bu
Rio de Janeiro olabilirdi, Ö. / Özgür de yardımcı oyuncu olabilir.) Bence
baş kişi "insan". Rio ile ilgili nitelemelerin hemen hepsinde insan yer
alıyor. Örneğin;
*
"Kimsenin gözünün yaşına bakmayan, insan acısıyla beslenen, kucağına düşen
her avı yutup öğüten"
*
"İnsan soyunun bütün olasılıklarının gözler önünde olduğu"
*
"Cinselliğin ve bedenin arenası, bedenin baş döndürücü anarşisi"
*
"Aşırı uçları, çelişkileri, ölçüsüzlüğü seven, yüzeyselliğin bir din/sanat
olarak yaşandığı"
*
"Baştan çıkarıcı, insanda irade diye bir şey bırakmayan"
*
"Hayaller, vaatler, masallar çıkını"
*
"Yarı otomatik silah seslerinin eksik olmadığı, sokak cinayetlerinin ve
ölümün her çeşidinin sahnelendiği, eli kanlı"
*
"Üzerine bütün düşlerin çizilebildiği boş bir tuval..."
Bu
nitelemelerin hepsinin odağında ne Rio kenti var, ne de Ö. / Özgür. Odak
noktasında "insan" var. İnsan yaşamları, bilinçleri ve bilinçaltlarıyla öyle
güzel işlenmiş ki kent adeta soluğu, ruhu olan bir organizmaya dönüşüyor.
Biz okurken bu canlı, dipdiri kentin sokaklarında adeta yaşıyor, açlığı
hissediyor, ağzımız zımpara taşı gibi kuruyor, barların ve sokakların sidik
kokularını duyabiliyor, otobüslerdeki ter kokularını burunlarımızda
duyabiliyoruz.
Elbette kent romanlarında aranılan tepe, sokak, cadde, cangıl,sahil, koy vs.
anlatımları da var. Üstelik "Kırmızı Pelerinli Kent"i okurken boş bir kağıda
not alsak neredeyse Rio kentinin kabataslak bir haritasını çizebilecek kadar
da bilgilendiriliyoruz. Ayrıca kentin ve ülkenin sosyal, etnik, siyasi
özellikleri de atlanılmamış.
"Kırmızı Pelerinli Kent"in çok güzel ve akıcı bir Türkçesi var. Bana eğreti
gelen bir kelimeye bile rastlayamamak ne güzel! Demek ki dile hakim olan
yazar gereksiz süslemelere, kelime üretmeye, ağdalı ve/veya yabancı
kelimelere gereksinim duymaksızın da çok güzel yazabiliyormuş!
Ayrıca betimlemeler mükemmel!
Yazarın üzerinde durduğu "Sıfır Noktası" Ö. / Özgür'ün annesiyle yaptığı
telefon konuşmasında söylediği "Türkiye'ye döneceğim. Rio ile hesaplaşmamı
bitirir bitirmez. Şimdi kaçarsam ona sonsuza dek esir düşmüş olurum. Bu kent
beni öldürüyor anne, her gün, her an, her fırsatta, her şekilde öldürüyor.
Yavaşça, sinsi sinsi... Derinden... Elimde avucumda ne varsa teker teker
alıyor. Hem içeriden, hem dışarıdan kuşatılmış durumdayım. Rio'yu yazmak
zorundayım." sözleriyle başlayıp neredeyse her sayfada çığlığa dönüşen ve
kitabın sonuna doğru "Kaosun denklemi çok basit aslında. Yaşam = yaşam. Ölüm
= ölüm.Oysa hepimiz kendi denklemimizi kurmanın ve dünyayı ona eşdeğer
kılmanın peşindeyiz.Ne aymazlık!" cümlesiyle sona eren bir varoluş
mücadelesi.
Sıfır noktası, tıpkı tüm yıldızların, gezegenlerin, süpernovaların çekimine
yenilip içinde kayboldukları bir kara delik gibi Ö. / Özgür'ün çekimine
kapılmak zorunda olduğu "BİLİNMEYEN" bir mutlak anlamsızlık ve mutlak
tanımsızlık durumuydu. Ö. / Özgür bu mutlak değersizliği (değersizlik midir,
tartışılabilir) yalnızca bir varoluş gerçeği olarak görüyordu. Sanırım
romanın sonunda olmasa bile Rio dönüşünde Ö. / Özgür, kara deliğin
patlamasıyla daha büyük,daha diri ve daha dayanıklı yepyeni yıldızları,
gezegenleri, süpernovaları doğurdu. Doğan yeni yıldızların parlaklığını
gözlerimle de görmek isterdim.
İnsanın
kırmızı ( ve siyah) renginin ve
insanın
pelerininin
ardında saklı kalmış bilinmeyenini açmaya çalışan bir kitap
Kırmızı
Pelerinli
Kent. İnsan yaşamlarının gizli,
korkutucu,çelişkili, karmaşık labirentlerine dalan bir psikanalist-existansiyalist
roman. Ve ben bu romana bir şerh yazacak kadar neredeyse her cümlesi
üzerinde konuşacak şey bulabilirim. "Limansız Yolcu", "Eli, Eli, lama
sebahtani(Arapçası da neredeyse aynı)" gibi bir çok cümleyi konuşmayı
isterdim.
Yazara "iyi ki
yazmışsın!" demekten kendimi alamadım.
---------------------------------------------------------------------------------------------
Grubumuz 2007 Şubat ayında A. Camus'nün "Veba" romanını okumuştu.
Okur Görüşü : Alper Can
Birini Seçmeniz
Gerekirse: Yabancılaşın ama Vebalılaşmayın
İki Romanı ışığında A.Camus ve Dünyası
İzlediğim Kaptan
Cousteau belgesellerinin etkisiyle olsa gerek, küçükken dalgıç olmayı kafama
koymuştum. Oysa arkadaşlarımla maç ederken kulağıma aldığım darbe sonucu
kulak zarım delinince bu hevesim sonsuza dek içimde kalmış oldu. Çoğumuzda
vardır bu tür örselenmiş hevesler. Camus’de de vardı. Babasını savaşta
kaybetti, yoksulluk içinde büyüdü. 17 yaşında yakalandığı verem onu
heveslerinden, spordan ve akademik hayattan uzak tuttu.
Arkadaşım
anlatırdı, Kore Savaşı’ndan dönen dedesi yıllarca uykusundan hoplayarak ve
terlemiş şekilde uyanırmış gece yarıları. Vietnam sendromu bu olgun daha
bilinen şekli. Savaşı gören, ölümü gören insanın üzerinden atamadığı o
dehşet duygusu. Camus de gördü bunu. II.Dünya Savaşı başladığında 32 yaşında
bir gazeteci idi. Nazi kamplarındaki soykırımı, Hiroşima’daki toplu ölümleri
haber yaptı muhtemelen. Ölümü gören için artık huzur yoktur.(1)
Büyük acılar
bazılarını kötümser yapabilir.Bazıları da her durumda
ümitlerini korurlar. Camus’nün
dünyasındaki önemli köşe taşlarından biri olan insan sevgisi, felaketin
insana yakışmadığını, geçip gidecek kötü bir rüya gibi algılandığını
yazdırdı ona.(2) Bu sevginin zorunlu sonucu olan insandan ümidi kesmemek de
şu satırlarda aksini buluyor: “Umutsuzluğa alışmak umutsuzluktan beter.” (3)
Amcamın oğlu
köylerine yakın bir gazoz fabrikasında çalışırdı, ben 9 yaşımdayken. Yaptığı
tek iş gazoz kapağının içindeki küçük lastiği yerine koymaktı ve akşam eve
döndüğünde “bugün de hiçbir iş yapmadım” derdi. Adına yabancılaşma dedikleri,
çalışan insanı atoma çeviren, kendini sinek gibi hissettiren bir süreç,
endüstri devriminden sonra başlayıp geçtiğimiz yüzyılda belirginleşmiş gibi
görünüyor. Savaşın toplu ölümleriyle sarsılan Camus ve kuşağı, dinin verdiği
cevaplarla tatmin olamamış, çalışma hayatının insanı silikleştiren
süreçlerinden de son tokadı yemiştir. Sonuç, annesi öldüğünde hiçbir şey
hissetmeyen, evlenme teklifi aldığında “olsa da olur olmasa da” şeklinde
yanıtlayan, hapise girdiğinde yoksunluk hissetmeyen bireydir. (Yabancı
romanındaki Meursalut)
Bu özellikleri
taşıyan birey aklınıza Nietzsche’yi ve nihilizmi getirmiş
olabilir. Hayatımda hiç pişmanlık duymadım” diyen(4) karakteri o yazdı
zannedebilirsiniz. Oysa Nietzsche sürü değerlerini yıkıp yerine yeni değerler
kuran üst insanın hayalini kurmaktadır. Yani tutunacak bir dal bırakır o da.
Camus de dip
noktasından yükselişe elindeki tek malzeme ile başlıyor. MÖ 1000’lerden beri
bilinen, MS 1348’de Avrupa nüfusunun dörtte birine dünya değiştiren bir
büyük felaketi çok bilindik bir reçete ile çözmeyi teklif ediyor: İnsan
insandan vazgeçemez.(5) Tek kurtuluş insandadır. Çünkü Camus, insanda hor
görülecek yönlerden çok hayran olunacak yönler bulunduğunu(6) düşünüyor. Bu
fikre katılmamız için belki de felaketler yaşamamız gerekir, uzun süren,
umutsuzluğu yaygınlaştıran büyük felaketler. Yakın zamanda yaşadığımız deprem
felaketi bu etkiyi yaratmadı, çünkü kısa bir zamanda olup bitti ve sürüp
giden zihniyet üzerinde çok az değişiklik yaptı. Oysa ancak uzun süreli
felaketlerde tek başına mutlu olmanın utanılacak bir şey olduğunu(7) fark
edebilir belki de.
Felaketler için
başka çözümler de var kuşkusuz. Çölde tek kişilik kulübenize ya da dağdaki
bir mağaraya kapanırsanız, dünya üzerindeki hiçbir felaket sizi etkilemez. Ya
da, ortaçağda yaygın olduğu gibi, topluca manastırlara kapanıp olup gelen
her şeyi ilahi takdir diye yorumlayabilirsiniz. Mademki böyle kutsal kişiler
değiliz, o halde her şeyi kabul etmemizi salık veren dogmalar kötülük
probleminde çözüm sunmaz bize. Bakacağımız ilk yer, bir umut ışıltısı
aradığımız bir başka insanın gözü olacaktır yine.
Camus insancıl
bakışıyla tüm felaketlerde umudunu yitirmeyen insanın tek çıkış noktası
olduğunu Dr.Rieux karakteri ile sunuyor okuyucusuna. Bunun yanında en masum
insanı bile ölümlerde payı olan hissedar konumuna düşüren sistemi de
eleştiriyor. Bilmeyerek, ya da gereksiz bilgi bolluğu içinde farkına varmayarak,
sessizce kabullenerek, tepki vermeyerek, parçası olduğumuz sistem her gün,
her an içimizden bazılarını harcıyor. Ölümlere neden olmadan şu dünyada tek
bir hareket yapamıyoruz.(8) İnsan’ın bir değer olduğunu unutmuş görünen şu
dünyada hiç birimiz masum değiliz. “Bozuk düzende sağlam çark olunmaz” diyen
Pir Sultan’a “İnsan her zaman az buçuk suçludur” (9) diyerek katılıyor Camus.
Aslında hepimiz Veba’lıyız. Sistem yabancılaşmayı dayatabilir, ama en azından
vebalılara katılmayalım.
Yine başa
geldik: Çözüm sende, bende, insanda.
Kaynaklar:
Veba, A.Camus, Can
yayınları, 7.basım, İstanbul, 2006
Yabancı, A.Camus, Can
Yayınları, 11. basım, İstanbul, 2001
----------------------------------------------------------------------------
1-Veba, s. 254 2-Veba, s.40 3-Veba, s.160
4-Yabancı, s. 96
5-Veba, s. 170
6-Veba, s. 269
7-Veba, s. 184 8-Veba, s. 220 9-Yabancı, s. 26
---------------------------------------------------------------------------------------------
Grubumuz Haziran 2005'te George Perec'in "Kayboluş"
adlı romanını okumuştu.
Okur
Yorumu: Neslihan Önder
Fransız yazar George Perec’in e harfini hiç kullanmadan
yazdığı akıcı bir romandır. Türkçemize çevirisi de Cemal Yardımcı tarafından
yine içinde hiç e harfi kullanılmadan yapılmıştır.
Okuyucunun "
Ssliharf nereye kayboldu acaba" sorusunu yanıtlamaya çalışırken kitabın
sayfalarında kaybolabileceği bir romandır. Evet, bir kayboluş vardır. Anton
Ssliharf kaybolmuştur, arkadaşları onu bulmaya çalışırken. Bu kayboluş,
günlüklerin şahit olduğu yolda ilerlemelere tanık olmuştur. Felsefenin ve
edebiyatın buluştuğu satırlarda bulmaca tadında adım adım ilerlerken ben de
kayboldum. Kafam karıştı, romandaki şiirlerden birine döndüm:
bir katil aşkı,
akıntı burnunda taş gibi batan sayısız kayalık,
sadık bir tabanca,
yanık bir aklık, vücut bulmayan bir vücut, huzur,
uyduruk bir unutkanlık,
bütün bunlar mani olabilirdi idamına Anton Ssliharf'in...
ama, kayboluş'un doğduğu akşamdan başka bir zaman
kurabilir miydi bütün bunları? (s. 33)
Kayboldum... Satırlara yüklendim: "Ya Anton Ssliharf'i alınyazısına
bırakacağız ya da kötünün iyisini arayacağız."
Kayboldum... Romandaki yazar ve şairlerin altını çizdim. Tarzlarından
çengelli bulmacalar yaratmaya çalıştım:
Virginia Woolf
fısıldadı, sadece
Orlando
adlı romanımı hatırla dedi.
Arthur Rimbaud
şiirlerini koşarak
getirdi ve "dört artı bir ünlü" dedi. Kafam daha da karışıtı.
Kafka belirdi
birdenbire yanımda. Moralim bozuk olduğu için gelemem dedim. Eee ne
deseydim? Bir ipucu aradım.
Kurtarın kayboldum diye çığlık attım boşluğa. Yankımı beklerken
Malcolm Lowry
cevap verdi: "Kim ki yorulmadan uzağa, daha uzağa koşmaya gönüllüdür, ancak
onu kurtarabiliriz" dedi.
Kaybolmadığıma kendimi inandırmak için "aklık, boşluk, aklık, boşluk..."
diye gezinirken bir ses "kahrolsun karanlık" diye arkamdan bağırdı. Gene
kayboldum. " Akın da akı var/ tümünü o aklar"...
Kayboldum. Bir kördüğüm bağladı kollarımı. "Yasaları düşündüm. Bazen
güçlünün yasası, yasanın gücünü ortadan kaldırıyor ya" dedim. Neyse ki
Ssliharf'in arkadaşlarını- sağ kalanları- buldum. Ak izi aradım yine.
Bulmacayı tam çözdüm diyecektim.
Georges Perec
kulağımı çekti ve
"Ak bir boşluğun arkası karanlıkla doludur. Yazılanı anlamıyorsan
yazılmayana bak"
dedi.
Evet, kayboldum... Kayboluşumdu.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Grubumuz Eylül 2007'de
Milan Kundera'nın "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" adlı romanını okumuştu.
Okur Yorumu: Neslihan Önder
Son yılların tanınmış çek romancısı Milan Kundera tarafından yazılmış akıcı
bir romandır. Orjinal metni Çekçedir. Bu metin kaybolduğu için ilk baskısı
Fransızcadır:
L’insoutenable legerete de l’etre. Felsefi ağırlıklı içeriğiyle kadın
erkek ilişkilerinin sorgulandığı akıcı bir eserdir. Özellikle romanın
sonlarına doğru 1968 devrimindeki
Çekoslovakya ve o dönemdeki komünist rejim başarıyla yansıtılmıştır.
Olaylar Çekoslovakya’nın Sovyetler tarafından işgali sürecinde Prag’da
başlar.
Kafka’nın mektuplarında ya da güncelerinde saptadığı gerçek yaşama dair
göndermelere ,
Nitzsche’nin edebi dönüş düşüncesine,
Descartes’in insanı doğanın efendisi ve sahibi (maitre et proprietaire
de la nature) görüşüne çok açık ve sade
örnekler verilerek bu kavramlar
tanımlanmıştır.
Roman
7 bölümden oluşuyor:
1- Ağırlık ve hafiflik
2- Ruh ve beden
3- Yanlış anlaşılan sözcükler
4- Ruh ve beden
5- Ağırlık ve hafiflik
6- Büyük yürüyüş
7- Karenin’in gülümseyişi
Romanda
Oedipus ‘un hikayesine de değinilmiştir:
“Çocukken terk edilen Oedipus, Kral Polybus’a götürülür ve onun tarafından
büyütülür. Delikanlı Oedipus, bir gün bir dağ yolunda at süren bir soyluya
rastlar. Aralarında kavga çıkar ve Oedipus soyluyu öldürür. Sonra Kraliçe
Jocata’nın kocası ve Tebai kentinin kralı olur. Oysa dağlarda öldürdüğü
adamın babası, yatağına girdiği kadının ise anası olduğundan haberi yoktur.
Bir arada kader, halkına veba hastalığını musallat eder ve bu salgın
hastalık nedeniyle onlara büyük acılar çektirir. Oedipus halkının çektiği
acılarının nedeninin kendisi olduğunu anlayınca gözlerini kör eder ve kör
haliyle Tebai’den çıkar gider.” (s. 181-182)
Romanda kadın-erkek ilişkileri, aşk, yaşam ve toplum hakkında çeşitli bakış
açıları vardır:
“Einmal ist keinmal” diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey,
diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak bir tek hayatımız varsa
eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.” (s. 16)
“Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, Sadece farklı
değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda
kadına uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda
duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).” (s. 23)
“Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sislerle örtülüdür. Evliliği
özleyen genç kız hiç bilmediği bir şeyi özler. Ün peşinde koşan gencin ün
hakkında en ufak bir bilgisi yoktur. Attığımız her adıma anlamını veren şey
o adım hakkında hiçbir şey bilmememiz gerçeğidir.” (s.130)
“Aşklar da imparatorluklar gibidir; üzerine dayandırıldıkları düşünceler un
ufak olduğunda onlar da silinir gider.” (s. 175)
“Gücünü neden hiç benim üzerimde kullanmıyorsun?” dedi.
“Sevgi insanın gücünden vazgeçmesi demektir de ondan” dedi Franz
yumuşak bir sesle. (s. 119)
Teresa Tomas’a yazdığı mektupta kaçışını şu cümleyle açıklar:
“Artık
dayanamıyorum. Çünkü yaşamak bana çok ağır geliyor, sana ise çok hafif.”
“İçinde mutluluk olmayan zevk zevk değildir.” (s. 215)
*İlk defa bir romanı okurken aklımdan daha önce okuduğum birçok roman geçti.
Bu eserde tarihe, felsefeye, siyasete, rejime, topluma, aşka, hayvan
sevgisine, aldatmaya, yaşama, var olmaya dair birçok gönderme olduğu için
sanırım.