Ömer Tuncer
İznik, tarih
boyunca dünyada pek çok yanıyla bilinen bir kenttir. Hıristiyanlar için
İznik, birinci ve sonuncu Ekümenik (evrensel) Konsilin (Hıristiyanlık
toplantısı) yapıldığı yerdir. 20 Mayıs – 25 Temmuz 325 günleri arasında
Senato Sarayı’nda yapıldığı ve Bizans imparatoru Konstantin’in de katıldığı
bilinen ilk toplantı da “Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi”nin kutsallığı
kesinleştirilmiş, karşı görüşler din dışı sayılmış, İskenderiye piskoposu
Arius ile iki yandaşı sürgün edilmiştir. 27 Eylül 787’de başlayan ve bugün
kalıntısı görülen Hagia Sophia kilisesinde yapılan ikinci İznik Konsili’nde
ise karşı duruşlar reddedilerek Hıristiyan ikonaları karşısında ibadet
edilebileceği karara bağlanmıştır.
Türkler için İznik,
Anadolu’ya geldikten sonraki ilk Selçuklu başkentidir. 1075 – 1097 arasında
22 yıl kadar Başkent olarak Selçukluların elinde kalmış, sonra yeniden
Bizanslıların eline geçmiştir.
Osmanlı İznik’ine
gelince…Orhan Gazi’nin 1326’da Bursa’nın almasından sonra 1331 yılında
İznik’i de alır. Bu kuruluş yıllarında son derece önemli bir yere sahiptir.
Osman Gazi İznik’i, düşünsel politikaların geliştirildiği bir bilim kenti
haline getir
Yavaş yavaş ortaya çıkmakta olan yeni
bilgilere göre bu önemi anlayabilmek için birkaç yüzyıl önceye dönmemiz ve
insanlık tarihinde Orhan Gazi’ye değin gelen düşünsel ve politik gelişmelere
bir göz atmamız gerekiyor.
12. yüzyıl sonlarında
Asya’dan Doğu’ya akınlar yapan Moğollar’ın önünden kaçan bilim insanlarının
Batı’ya, Anadolu’ya geldiklerini görüyoruz. Çoğunun kökeninin Horasan’da
olması, kimilerinin de Horasan’da başlayan eğitim üzerine yeni çalışmalar
yapması Anadolu’ya geldiklerinde “Horasanîler” olarak anılmalarına neden
olur. Horasanîler, düşünceleri yüzünden yaşamından olmuş Hüseyin bin Mansur
el Hallac (Hallac-ı Mansur oğlu Hüseyin)’in düşüncelerini geliştirirler.
Hallaç, 26 Mart 922’de, Bağdat’da, parçalanarak idam edilmiştir. Hallac’ın
düşünceleriyle insanlık, “kul” kültüründen “birey” kültürüne geçişinin ilk
adımını atar. O güne değin evrende var olan tek “birey” Allah’dır. Geri
kalan her şey Allah’ın kuludur. Doğal, kültürel ve toplumsal gelişme içinde
yeni gereksemeler doğması, insanı, “birey” olmaya yönelik adım atmaya
zorlamaktadır… Oysa “birey” olmanın tek yolu vardır: Allah’la birleşmek,
aynılaşmak!..
İşte bu kültürel gerekseme, gelecekte
Osmanlı’nın kuruluşunu da, Avrupa Rönesansını da, Fransız Devrimini de,
Anadolu Kemalist Devrimini de oluşturacak olan kültür yapılanmasının, “birey
kültürü”nün ilk düşünsel adımını ortaya çıkarır:
“Ey kavmim, Allah beni benden alınca ve beni benden yok edince, sonradan
olan varlığımın nitelikleri darmadağın oldu. Sultan olan Allah
geçmişten geleceğe sonsuzluğuyla ortaya çıkınca, sanki benim sonradan ortaya
çıkan varlığım, hiç var olmamış gibi oldu. Oysa geçmişten geleceğe sonsuzluk
her zaman vardı. Sonra benim benliğim onun benliğinde yok oldu. Benim
(bireysel) varlığım, onun (evrensel) varlığına karıştı. Ve toplumsallığım
onun tanrısal varlığında darmadağın oldu.
Sonra
etrafıma bakındım, (evrende) ondan başka hiç bir şey göremedim!.. Ve ondan
başka hiçbir şey duyamadım!.. Ve ondan başka hiçbir şey anlatamadım!..
Ve
dedim ki: ‘Enel Hüve (ben O’yum)’. (…) O’nun sevgisi üzre ben Hakk’ım. Oysa
O, Hakk olmaya kendisi sahiptir. (…) Ve benim sınırlarım, onun varlığı üzre
çizilmiştir.”
Hallac’ın vasiyeti olan, öldürülmeden hemen önce söylediği
(yazdığı?) bu sözler, insanlık tarihinde “kul”luktan sonra gelen yeni
yapılanmanın temeline konulan ilk harç olmuştur. Ardından gelenler, Farabi,
İbn Sina, Ömer Hayyam, Hasan Sabah, kendi alanlarında aynı yolu izlemiştir.
Öte yandan “birey”i temel alan düşünsel yapı, karşıtlarını, Selçuklu
Nizamiye medreselerinde hocalık yapan Hüccet-ül-İslam İmam Gazali ve
ardıllarının “kul” kültürünü coşkuyla savunan, “birey” düşüncesine, özgür
felsefeye karşı duran ve bunun kuramını yapan düşüncenin ortaya çıkmasına da
neden olur. Arada Ahmed Yesevi (12.yy ortaları) gibi iki yolu uzlaştırma
çabalarını da görürüz. Bu iki karşıt düşünsel kanal, Anadolu’nun 13.yy’ında
her alanda kendini gösterir. Özellikle toplumsal örgütlenme, bütünüyle bu
çatışmanın alanı durumuna gelir.
Anadolu’nun yeni kültür yapılanmasında
önderlik etmiş ilk bilge, 13.yy başlarında, Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din
Mahmud olmuştur. Kayseri’de üretici esnafı örgütlemiş, geleceğin dünyasında
“burjuva” denilecek “birey” temelli yapının kültürel, siyasal ve toplumsal
temellerini atmıştır.
Aynı yıllarda Baba İlyas-ı
Horasanî, Amasya’da Çat köyünde kurduğu tekkesinde Anadolu Türkmenlerini
örgütlemektedir. 1230’lu yılların sonlarında Ahî ve Babaî’leri destekleyen
Anadolu Selçuklu Sultanı Alaü’d Din Keykubat’ı öldürerek yerine geçen oğlu
II Gıyasü’d Din Keyhüsrev, kendisine karşı suikast düzenledikleri savıyla
Ahî ve Babaî ileri gelenlerini tutuklaması ile Anadolu Türkmenlerinin
Selçuklu’ya başkaldırarak Baba İlyas’ı kurtarmak üzere Amasya’ya doğru
çoluk-çocuk yola düştüğünü görüyoruz. Selçuklu’ların telaşa kapılıp Baba
İlyas’ı idam etmesiyle gazaba gelen Anadolu Türkmenleri, toplana toplana,
Sultan kenti Konya’ya yürümeye başlar. Selçuklular iyice telaşa kapılır,
ordu, Hıristiyan askerlerin de desteğiyle bu çoluk çocuk kalabalığı
Kırşehir’in Malya ovasında karşılar. Ve Anadolu tarihinin iki büyük Türkmen
kırımından birincisi yaşanır (ikincisi, Sultan Selim’in Çaldıran’a giderken
yaptığı kırımdır). Hemen ardından Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu
Selçuklu ordusunu Kösedağ’da yener, bütün Anadolu’yu işgal eder. Tek
direniş, Kayseri’li ahîlerden gelir. Sultanlarının yenilgisine karşın, o
güne değin bir kentin kendi insanlarının işgale karşı, kendi başlarına
yaptığı ilk direniştir. Kayseri savunması, sosyoloji tarihinin ilk “vatan
savunması”dır.
Bu sırada Konya’da, İmam Gazali’nin
yolundan giden Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmî, Anadolu’yu işgal etmiş olan
Moğollarla onların atadığı Selçuklu Sultanlarını desteklemektedir.
13.
yüzyıl Anadolu devrimini oluşturan düşünsel alt yapıyı kuran ikinci bilge,
Babaî kırımında kardeşi Menteş’i yitirmiş olan Hace Bektaş’tır.
Sulucakarahöyük’te (bugünkü Hacıbektaş) tekkesini kurmuş, Babaîliğin dünya
görüşünü geliştirerek sürdürmüştür. Ahmed Yesevi’den aldığı “dört kapı”
kuramını tersine çevirmiş, kendi düşünceleriyle yoğurmuş, geliştirmiştir.
Buna göre, insan, dört ana aşamadan (kapıdan) geçerek olgunlaşır,
hayvanlıktan insanlığa geçer:
1. “Şeriat Kapısı”nda yel insanları,
“abidler(kul, insansı)”;
2. “Tarikat Kapısı”nda ateş insanları
“zahidler(korku insanı)”;
3. “Marifet Kapısı”nda su insanları
“arifler(bilge)”;
4. “Hakikat Kapısı”nda toprak insanları
“muhipler(dost)”.
Böylece Hace Bektaş, “Makalat”ında kuldan bireye
geçişin, kulları eğitip insanlaştırmanın yolunu çizer.
1240’lı yılların ortalarında Anadolu’ya üçüncü bilge, Sadru’d Din Konevi
gelir. Muhyi’d Din ibn ül Arabî’nin üvey oğlu ve öğrencisidir. Şeyh ül Ekber
(Büyük Şeyh) denen Arabî’nin ölümü üzerine kitaplarını alarak Konya’ya
gelmiştir. Günümüze gelen 168 kitap Konya Yusufağa kütüphanesindedir (son
yıllarda kitaplardan 70 kadarı yazık ki, çalınmıştır). Muhyi’d Din ibn ül
Arabî, Hüseyin bin Mansur el Hallac’ın vahdet-i vücud (varlığın birliği)
düşüncesini irdeleyen bir tasavvuf insanıdır. Sadru’d Din Konevi de aynı
yolu sürdürmüştür. Ancak Anadolu’ya geldikten sonra Hace Bektaş ve özellikle
Ahî Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’la olan yazışmaları (El Mürâselât) ve
ilişkileri sonucunda düşüncelerinin daha maddesel, daha dünyevî bir biçim
aldığı görülüyor (Sadru’d Din Konevi’nin ibnül Arabî’den gelen sezgiciliğine
karşı, Ahî Evren Fahruddin-i Razi’nin öğrencisidir ve akliyecidir). Buna
bağlı olarak Sadru’d Din Konevî, yüzyıllar sonra, Avrupa Renaissance’ından
sonra ortaya çıkacak olan “Akılcılık / Rationalism (Descartes, Spinoza)”,
“Deneycilik / Ampirism (John Locke, David Hume, George Berkeley)” gibi doğru
bilgiye ulaşma kuramları geliştirmiş, dahası, doğru bilgiye ulaşmak için
“akıl” ve “gözlem / müşahade”nin birlikte kullanılmasını savunmuştur. Avrupa
felsefesinin aynı tartışmalara ulaşabilmesi için 17. yüzyılı; hele iki bilgi
kaynağının birlikte kullanılması gerektiği düşüncesi için Immanuel Kant’ı,
yani 18. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekecektir. Sadru’d Din Konevi,
öğrencisi olan pek çok bilim insanıyla birlikte, bu tartışmaları içeren
düşünce akımına, Muhyi’d Din ibn ül Arabî’ye verilen lakaba (Şeyh ül Ekber)
uygun olarak “Ekberiyye” demiştir. “Ekberiyye” adına, tasavvufun, görünür
(zahiri) bilgilerin altına asıl derin (batın) anlamları bulma becerisiyle
(ilm-i batın) bakarsak, çağrışımlarının, gerçekten çok daha derinlere
uzanmakta olduğunu görebiliriz. Sadru’d Din Konevi’nin öğrencileri, onun
1275 yılındaki ölümünden sonra da Ekberiyye hareketini sürdürür.
1299 yılında, Babaîlerin, Ahîlerin, Hace Bektaş düşüncesinin ve Ekberiyye
akımından gelen bilim insanlarının (Ahiyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm, Gaziyân-ı
Rûm, Abdalân-ı Rûm) hep birlikte kurdukları Osmanlı devleti, ne Anadolu’da,
Selçuklu ve Bizans’ta, ne de tarihte başka Aristokrat devletlerde
(sultanlıklarda, kırallıklarda, imparatorluklarda) görülmemiş bir şeyi
yapar, devlet danışmanlığını dini gurupların (ulema) eline bırakmaz, akılcı
ve gözlemci bilim insanlarına (ilmiyye) verir.
Oysa
bilindiği gibi aristokrat toplumlarda “iktidar” tanrının kendisi, kan bağı
olan birisi, ya da tanrı vekilleri tarafından kullanılır; sultanlar,
kıralar, çarlar taç giyme vb törenlerle din adamları tarafından tanrı adına
görevlendirilirdi. Bunun sonucu olarak da din adamları (ulema) aristokrat
toplumlarda son derece etkin bir danışmanlık görevini de üstlenmiş olurdu.
Orhan Gazi, İznik’i aldıktan hemen sonra (1231), bugün yeri hala
saptanamamış ilk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’ni kurar ve
Ekberiyye hareketinden gelen bilim insanlarına verir. Bunlar, Sadru’d Din
Konevi’nin öğrencileri, ve onların yetiştirdikleridir: Müeyyedi’d Din Cendi,
Davud-u Kayseri, Yar Ali Şirazi, Fahrü’d Din-i Iraki, Kutbu’d Din-i Şirazî,
Fenarî ailesi, Kara Hoca, Tacü’d Din-i Kürdî bunlardandır.
İznik’te aynı
yarım yüzyıl içinde, iki medrese daha kurulur. Bunlardan biri yine yeri tam
olarak saptanamamış olan Hayrü’d Din Paşa medresesi ile bugün ayakta duran
ve onarılıp İznik Belediyesi denetiminde Çiniciler çarşısı olarak
kullanılmakta olan Süleyman Paşa medresesidir. İznik, böylece Osmanlı’nın
bilim ve kültür merkezi olur, Yıldırım Bayezid zamanına değin Osmanlı
Devleti’nin bilimsel danışmanlığını yapan “ilmiyye”nin bulunduğu yaşadığı
kent haline gelir.
1.Murat’tan başlayarak yavaş yavaş
Selçuklu’nun ve Bizans’ın kulluk düzeninin yeniden tırmanmaya başlaması,
Yıldırım Bayezid’in, ilmiyye sınıfının etkisini azaltarak yeniden ulemaya
önem vermesi, eski aristokrat yapının yeniden egemen oluşunu göstermektedir.
Bundan sonra Ekberiyye akımı, Aristokrat karşı-devrim süreci içinde yavaş
yavaş önemini yitirecektir. Yalnızca, Aristokrasiyi Osmanlı iktidarına
taşıyan ve kendine artık açıktan “sultan” dedirten, kendine ilk Osmanlı
sarayını yaptıran Fatih Sultan Mehmed’in, İznik medreselerinde yaşamakta
olan Ekberiyye’ye özel bir önem verdiği, bu nedenle de Fatih döneminde
Ekberiyye’nin kısa bir parlak dönem yaşadığı anlaşılıyor.
Fatih, Sadru’d Din Konevî’nin felsefesinin ana kitabı olan “Müftah ül Cem ül
Ğayb” adlı eserini on ayrı bilim insanına şerh ettirir. Farsça’ya tercüme
ettirir. Şerhleri ve tercümeyi yapanlar İznik’li Ekberiyye’ci bilim
insanları, Kutbu’d Din-i İznikî, Molla Ahmed İlahî’dir. Yazık ki bugün hâlâ,
doğru bilgiye ulaşmak için “akıl” ve “gözlem / müşahade”nin birlikte
kullanılmasını savunan Ekberiyye’ci bilim insanlarının hemen hiç birinin
kitapları gün yüzüne çıkmamış, doğru dürüst incelenmemiştir.
İşte bu yüzden, özellikle İznik ve, Bursa medreselerinde, insanlığın
kapısını geleceğin dünyasına açmak için neler yapıldığının, insanlığın
birikimine neler katıldığının ayrıntısını bilemiyoruz. Bilim insanlarına,
felsefecilere düşen, pek çoğu Bursa ve İstanbul Eski Eserler
kütüphanelerinde bulunması olası olan, Ekberiyye akımının, özellikle bilim
ve bilgiye ulaşma konusundaki kitaplarının, bir an önce kültür tarihindeki
benzerleriyle karşılıklı olarak incelenmesi, doğru olarak, çevrilmesi ve
insanlık tarihindeki doğru yerini alması olmalıdır.
“Bursa’da Yaşam” Dergisi Haziran 2007, s:170’den
kısaltılmıştır.