|
Tanrı
Bursa'yı Yeni Mimariden Korusun! |
|
|
2004-2005
döneminde düzenlenen "Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?" platform
toplantılarının dördüncüsü Bursa'da gerçekleşmişti. “Mimarlık Kentleşmenin
Neresinde?” sorusu etrafında şekillenen, 29 Ocak 2005 tarihli toplantının
moderatörlüğünü İhsan Bilgin yapmış, Atilla Yücel, Neslihan Dostoğlu, Emre
Arolat ve Murat Güvenç konuşmacı olarak katılmıştı. Tayyare Kültür
Merkezi’nde yapılan toplantının metnini sunuyoruz.

İhsan Bilgin: Hoşgeldiniz. Bu
toplantının amacı konusunda kısaca konuşmak istiyorum. Başlık aslında net
bir biçimde neyin istendiğini açıklıyor. Sorunun cevabı belli aslında.
Mimarlığın son 40-50 yıllık kentleşme sürecinin enerjisi ve kaosu içerisinde
ezildiğini ve kendini gösteremediğini biliyoruz. Bu sorunun böyle bir
dönemde ortaya atılmasının bir sebebi var tabii ki; Türkiye’nin sanayileşme,
modernleşme gibi olaylarla geçirdiği son 50 yılından sonra yeni trendler
oluşacak ve bu yeni trendlerde mimarlık mesleğinin kendini biraz daha fazla
gösterebileceği bir ortam olacak mı? Türkiye’nin gündemindeki eşikler,
demokratikleşme ve sivilleşme gibi konular mimarlığı tabii ki etkiliyor. Tüm
bu kentleşme boyutları yeniden oluşurken mimarlık kendine yeni bir yer
bulabilir mi? Bu genel konuşmaların ötesinde, büyük kentlerin, çekim
merkezleri dikey geçişli olanların, nüfusları 8-10 kat arttı ve bu ilk
dalgaydı, ardından göçten ve doğurganlıktan kaynaklanan artış zamanla
azalmaya başladı. Doğrudan kentleşmeyi ve fiziki yapılaşmayı etkileyen,
nüfustaki stabilizasyon süreci başladı. Bugün, bunlardaki değişimlerin
etkilerinin hangi alanlarda görülebileceğini inceleyeceğiz. “Mimarlık”la
kastedilen sadece bazı binaların, müteahhit binalarının ve ismi bilinen
tanınmış binaların ağırlığının artması değildir. “Son yıllarda yaşanan,
enerjik ve kaotik boyutları olan kentleşme sürecinin arkasında, bazı
düzenlerde ve disiplinlerde, mimarlıkla alakalı bir şeyler var mıdır?”
sorusu değerlendirilmeye çalışılıyor. Türkiye’yle ilgili, o kentin kendisine
özgü ilişkilerle ilgili ve sonraki dinamiklerle ilgili nelerden söz
edilebileceğini görmeye çalışıyoruz. Şu ana kadar toplantı düzenlediğimiz
yerlerin, aynı ülkede olmalarından dolayı pek çok ortak noktaları var ama
birbirlerinden farklı yanlara da sahipler. Ankara 30’lardan itibaren
büyürken, Antalya’da 1983’te Turizmi Teşvik Yasası çıkana kadar hiçbir
hareket olmamış denebilir. Diyarbakır 80 sonundaki iç savaşa, yani 90’lara
kadar, aşırı artış yaşamamış. Bunlar dönemsel farklılıklar. Bir tanesi
başkent olması nedeniyle, diğeri turizm ve bir diğeri de etnik yapısı
nedeniyle büyümüştür. Bunların yanında belediyenin, imar planını
yönlendiririken, kendine özgü yolları olmuş. Bunların bir kısmı biz
mimarların ironik bakacağı şeylerdir. Bu toplantılarda, her yerde tamamen
aynı şeylerin olmadığını, biraz da olsa farklılıkların olduğunu anladım. Bu
toplantıda, Bursa’ya özgü imar başlangıcı, dinamikleri ve mimarlığın bu
konudaki rolleri tartışılacak. Bundan sonra da, Eskişehir, Adana, Trabzon,
İzmir ve İstanbul’a gidilecek.
Konuşmacılarımızdan Murat Güvenç şehir bölge planlamacısı, ODTÜ’de öğretim
üyesi, coğrafya ölçeğinde çalışan, kentlere farklı gözlerden bakan, kendine
özgü çalışmaları olan birisi. Kendisi öncelikli olarak İstanbul üzerine
çalışıyor, ancak Bursa üzerine de çalışmalara sahiptir. Emre Arolat, mimar.
Son 10 yıldır eğitime de katkıları var. Türkiye’nin büyük bürolarından bir
tanesini yürütüyor. Ailesi Bursalı ve Bursa’yı yakından tanıyor, burada
yaptığı pek çok iş de var. Neslihan Dostoğlu, Uludağ Üniversitesi’nde
öğretim üyesi, profesör, bölüm başkanı, Bursa’daki pek çok gelişmede
belediye, valilik ve çeşitli kuruluşlarla beraber çalışıyor ve insiyatifini
kullanıyor. Atilla Yücel, mimar ve öğretim üyesi. Bursa’yı akademik
çalışmalarıyla ve iş yapma bakımından iyi tanıyan birisi. Ben de İhsan
Bilgin, YTÜ’de öğretmenlik yaptım ve şu an İstanbul Bilgi
Üniversitesi’ndeyim ve orada yeni bir mimarlık programı kuruyorum. Sözü ilk
olarak Murat Güvenç’e veriyorum.
Murat Güvenç:
“Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” sorusuna kolay cevap veremeyiz çünkü eğer
ön hazırlıksız cevap vermeye çalışırsanız bu cevaplar elinize ayağınıza
dolaşır. Bu yüzden ben bu sorunun yanıtını vermeden önce yanıt çerçevesini
çizmek istiyorum. Kentleşme sürecinden ortaya konmak istenilenin ne
olduğunun çerçevesini çizmeye çalışacağım, sonra dönemlere değineceğim ve
sonrasında da mimarlığı bir mekan oluşturma mesleği olarak algılarsak, bu
sürecin neresinde yer aldığını ortaya koymaya çalışacağım. Kentleşme hem bir
süreci hem de bir yapıyı içeriyor. Bunların birlikteliğine kentleşme
deniyor. Kentleşmede süreç ve yapıyı göremezsek mimarın kentleşme
sürecindeki tanımını da betimleyemeyiz. Kentleşme süreci zaman zaman yerel
olarak farklılıklar içerse de kendini dönüştürüyor. Mimarın bu süreçteki
yeri ise kentleşme sürecini zaman içinde değiştiriyor. Bu konuyla ilgili
Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. yıl münasebetiyle Bursa’da yapılan
konferansta İlhan Tekeli’nin tanımladığı kentin mekansal çerçevesi kavramını
eleştirmek istiyorum. İlhan Tekeli 20-30 yıllık kent araştırmalarının
sonunda bu kavramla ilgili kentleşme sürecinin değişimlerinin ve buna
yapılan müdahalelerin sonucunu ortaya çıkarmıştır. Burada 5 tane kavramdan
bahsetmiştir. Bu kavramlardan biri olarak; limanlar, karayolları,
demiryolları gibi, kent içi örgütlenmiş ulaşım sistemini düşünebiliriz. Bu
örgütlenme araca, yayaya, hayvanla olan ulaşıma dayanabilir. Bir kentin
mekansal yol ağı kavramı, ki buna “kanvas” diyor, mekanın yollarını ve
sokaklarını düşünerek, mimarın kentin içinde nereye, nasıl, hangi biçimlerde
binalar yapabilmesi açısından önemli. Kentin zamanla değişen merkezi iş
alanları sistemi var. Buna bağlı olarak da konut alanları sistemi oluşuyor.
Bu sistemler aslında çok ayrıntılı sistemlerdir ve her kent için, o kentin
nasıl şekillendiğini gösterilebilir. İlhan Tekeli, Bursa için yaptığı
dönemlendirmede, Osmanlı Dönemi’nde, Bursa’nın fethinden 1830’a kadar olan
zamana “klasik dönem” diyor. İkinci çerçeve, 1830 ile 1930 arası dönemdir.
Tanzimat reformları ve Bursa kenti üzerindeki uygulamalar, Ahmet Vefik
Paşa’nın yaptığı uygulamalar, Düyun-u Umumiye’nin Mudanya limanı ile ilgili
yaptığı yatırımlar, dar hatlı demiryolunun yapılması ile ilgili yatırımlar
burada ayrıntılı olarak şekilleniyor. 1930’lardan sonra, 30 yıllık radikal
modernize dediğimiz bir Cumhuriyet Dönemi Bursa’sı, kent olarak Osmanlı
Dönemi’ndekinden biraz farklı. 1960’la başlayan ve 15 yıl süren dönem,
1980’lere kadar geliyor. Bu dönemde Bursa çok hızlı büyüyerek başka bir
mekansal çerçeveye girmiştir. Bugün ise yeni bir mekansal çerçeve kuruluyor.
Kentin etrafında yeni yollar, alışveriş merkezleri yapılıyor. Kent, dünyayla
daha adı konmamış başka türlü ilişkiler kuruyor. Bu toplantıyla, bu mekanın
ne gibi imkanlar veya sınırlamalar ortaya koyduğunu belirleyebiliriz. İlhan
Tekeli’nin geliştirdiği mekansal çerçeve kavramının beğendiğim tarafı, bu
kentlerin tarihini 2 dönemde oluşturmasıdır. Bunlardan ilki; mekansal
çerçevenin devrimci kabul edilebilecek bir kuruluş dönemi vardır, bu dönemde
dünyayla ilişkiler değişir. Kent içi taşımacılık sistemi yenilenir, yeni iş
yerleri dağılımı ve konut biçimleri kurulur. 1930-1960 döneminde Türkiye’de
bireysel konut dönemi hakimdir. Bu kentin çok belirgin bir yerinde
toplanmıştır. Araçlı taşımacılığın kent içi payları ve nüfus artış hızı
düşüktür. Kentte konut üretimi, bireysel konut yani hane halkının
ihtiyaçlarını en iyi karşılayacak bir konut yapısından oluşuyor. 1950’lerde
ülkemizdeki çevre koşullarının değişimiyle bu konut biçimi son buluyor.
İkili bir konut üretimi başlıyor. Bunun bir kısmında gecekondular, bir
kısmında da müteahhit apartmanları yer alıyor.
Tüm bu anlattıklarımdan sonra sonuç olarak Bursa apartmanlı, gecekondulu,
dolmuşlu, işportalı bir kenttir diyebilirim. Bu kentin en önemli özelliği
desantralize olamamasıdır. Yani kentte yeni alt yapı yapabilme olanağı çok
sınırlıdır. Bu nedenle bir önceki dönemin sivil mimarisi tahrip edilmekte,
buralar apartmanlara ve gecekondulara dönüşmektedir. Kent aslında içeriye
doğru büyümektedir. Aynı dönemde dünyada bir alt kentleşme yaşanırken,
Türkiye’de tamamen zıt bir dönem yaşadık. Bu dönemde Cumhuriyet Dönemi sivil
mimarisinin büyük bir kısmı tahrip edildi. O dönemden elimizde sadece kamu
yapıları kalmıştır. Bu tahribat Bursa gibi diğer büyük şehirlerde de
olmuştur. 1970’lerden 1985’lere kadar olan dönemde toplu konutlu, alışveriş
merkezli, iş merkezli ve yaşamalı yeni yerleşim yerleri oluşmaya başladı. Bu
dönemdeki gecekondu, taşımacılık, iş yerleri gibi kavramlar sanki eski
döneme dayanır ama bunların anlamları değişmiştir. 1980’li yıllarda peşi
sıra çıkarılan gecekondu aflarıyla artık gecekondu bir kullanım değeri
olmaktan çıkmış, bir konsodilasyona yani apartman-konduya dönüşmüştür.
Müteahhitin yaptığı orta sınıf apartmanların inşasıyla beraber “başak konut”
üretim biçiminden çıkılmış, yerine toplu konut üretimi hız kazanmıştır.
Türkiye ekonomisinin iyileşmesiyle kentler alt yapı üretebilir ve
desantralize olabilir. Bursa’da örneklendiğinde Fethiye ve İhsaniye
bölgelerini, düzen açısından ve gecekondudan uzak alanlar olarak örnek
verebilirim.
Çizmek istediğim ana hat içinde farklı kentsel, mekansal çerçeveler ve bunun
getirdiği farklı imkan ve kısıtlayıcılar var. Bu dönemlerin her birinde
mimarın da farklı farklı anlamlar kazandığını görebiliriz. İçinde
bulunduğumuz mekansal çerçevede iki tür mekan, problem ve işlev görmüş
İngiliz araştırmacı Jonathan Murdoch. Diyor ki: Bir kentteki bu tür süreçler
içerisinde iki tür mekan vardır; biri kaderi, kimliği ve kuralları belli
mekanlardır, diğeri de bir kentte sürekli müzakere içerisinde olan yani
aktörlerin üzerinde çekiştiği, karakteri ve kimliği henüz teşekkül etmemiş,
gelişime her yönde açık olan mekanlardır. İlhan Tekeli’nin geliştirdiği
kavramı bu iki noktayla karşılaştırmak istiyorum. Bir mekansal çerçeve
içerisinde iki tür mekan ve problem vardır. İlki kuralları, kimliği belli,
rutin işlerin yapıldığı bir süreçtir. Toplumsal aktörlerin henüz üzerinde
karar vermediği çekişme mekanlarıdır. Yani kentin kaderini belirleyeceğimiz
ikinci bir düzlem vardır. Burada oyunun nasıl belirleneceği belli değildir.
Bu müzakere ve çekişmenin sonucuyla ortaya çıkacaktır. “Mimarlık
Kentleşmenin Neresinde?” sorusunun yanıtı ise bu ikilem içerisindedir. Mimar
kendisine bu süreklilk içerisinde, çekişmeler mekanında yer bulur. Mimar,
yapmayı veya yapmamayı seçtiği eylemlerle, bu çekişmeler mekanının nasıl
oluşacağı konusunda etkili olabilir.
Neslihan
Dostoğlu: Kent müzesinde gezerken fotoğraflara ve etnografik
ürünlere baktıkça kentin geçmiş kimliğini tam olarak koruyamadığını ve bunu
sadece kentin ayrıntılarında görebileceğimizi buldum. Bursa şu anda 1 milyon
200 bin nüfuslu, neredeyse 40 kilometre uzunluğunda bir lineer aks üzerinde
gelişmiş, %60’ı kaçak yapılaşmadan oluşan ve Türkiye’deki pek çok büyük
kentin özelliklerini taşıyan bir kent. Ama tarihine baktığımızda kendine
özgü pek çok yanı var. Bursa civarında yaklaşık olarak MÖ 6000 yılından beri
insanların yaşadığını biliyoruz. Kent; 2200 yıl önce yani MÖ 185 yılında 1.
Prusias döneminde kurulmuştur. İlk ismi “Prusa”yken daha sonra “Bursa”
olarak değişmiş. Bu kente önce Bitynler, daha sonra Romalılar, MS 395’te
Bizanslılar, 1300’lü yıllardan sonra da Osmanlılar egemen olmuştur. Kentin
fiziksel dokusu da öncelikle sur duvarlarıyla çevrelenmiş bir yapıdan,
giderek ovaya yayılan bir gelişme süreci içerisinde yer almıştır. Bursa,
Tophane bölgesinde, etrafı surlarla çevrili, Evliya Çelebi’nin 1640 yılında
Bursa’ya geldiğinde yazdığı gibi, 2000 konuttan ve 2 mahalleden oluşan küçük
bir yerleşmedir. Daha sonra 1339’da Sultan Orhan’ın ilk kez Bursa sur
duvarlarının dışındaki müslüman nüfusu artırmak amacıyla, bir genişlemeye
ihtiyaç duyması nedeniyle duvarların dışına çıkan bir yapıya sahip olmuştur.
İstanbul başkent olana kadar Bursa’da hükümdarlık yapan tüm sultanlar kentte
kendi isimleri anılsın diye külliyeler yaptırıyorlar, bunların çevresinde de
zaman içerisinde konut alanları gelişiyor.
Bursa’nın Osmanlı
Dönemi’ndeki kentleşme süreci böyle gelişiyor, 1453’te İstanbul’un başkent
olmasından sonra da Bursa’ya verilen önem hiçbir zaman azalmıyor. Çünkü
Bursa İpek Yolu ve Baharat Yolu üzerinde önemli bir merkez. Gerek Tebriz’den
gelen ipeğin batıya, gerek Hindistan’dan gelen baharatın Kuzey Avrupa
ülkelerine aktarılmasında önemli bir nokta. Başkent İstanbul olduktan sonra
bile padişahların hanlar, hamamlar yaptırdıklarını ve sultanların kente
ziyaretlerini sürdürdüklerini görüyoruz. Bursa, göç açısından diğer
kentlerden farklılaşır. Orhan Gazi döneminde Anadolu’dan getirilen Türk
boylarının yerleştirilmesi, Osmanlı Devleti’nin zamanla gücünü yitirmesi ile
birlikte Avrupa’da, Balkanlarda ve Kafkaslarda kaybedilen topraklardaki
Türklerin göçü ve pek çoğunun Bursa’ya yerleştirilmesi ve günümüzde yakın
tarihlerde, Bulgaristan’dan büyük göçler alması, son on yıl içerisinde
nüfusunu neredeyse 3 katı kadar artırmıştır. Bursa’da nüfus %6,5 hızla
artıyor ve bunun %4’ü göçlerle oluyor. Burada iç ve dış göçler var, dış
göçlerin Bursa için özellikle önemli olduğunu söyleyebiliriz. Gelen
kişilerin, sunulan imkanlar çerçevesinde, ekonomik durumları nedeniyle
yeteri kadar konut sahibi olamadıklarını, iş ve barınma koşullarının
marjinal bir biçimde çözümlendiğini görüyoruz. Diğer büyük kentlerde olduğu
gibi Bursa’da da plansız yerleşimler oluşmaya başladı.
1960’lar Bursa için dönüm noktası. Piccinato’nun planını yaptığı ilk sanayi
bölgesinin burada oluşturulmasıyla birlikte giderek zenginleşen sanayi
tekliflerinin Bursa’nın iç göçleri için bir çekim noktası olduğunu
vurgulamamız gerekiyor. Yine de bu plansız yerleşimler içerisinde Bursa’da
üst ölçeklerde birtakım çalışmalar yapılmaktadır. 1776’da ilk kez Bursa için
basit bir harita yapılıyor. 1862’de Bursa depreminden sonra daha sonraki
planlama çalışmaları için bir baz teşkil eden kapsamlı bir harita
yapılmıştır. Cumhuriyet Dönemi’ne kadar bu haritalar üzerine yapılan
planlama çalışmalarının bütün kenti içermeyen küçük ölçekli, kişisel
çabaların ötesine geçmeyen çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet
Dönemi’yle birlikte gerçekten bilinçli bir planlama söz konusu olmuştur.
Alman Lörcher, Fransız Prost ve İtalyan Piccinato’nun başlattığı bir
planlama sürecinden bahsedebiliriz. Günümüzde de Büyükşehir ve ilçe
belediyelerinin planlama çalışmalarının bayındırlık kapsamında yürütüldüğünü
görüyoruz. Bursa için 2020 planı önemli bir plandır. Bu 1998’de geleceğe
yönelik olarak stratejik olarak yapılmıştır. Murat Güvenç ve rahmetli Raci
Bademli’nin de içinde olduğu süreç içinde, sürdürülebilir kentleşme
boyutlarında Bursa’nın 2020’de nasıl olacağına dair kararları içermektedir.
Atilla Yücel: Murat Güvenç’in konuşmasında, kentsel olgunun
dönemselliğine ağırlık verilmekle birlikte, sistem özelliklerine ilişkin bir
çerçeve vardı. Konvansiyonel, tanımlanmış ve tanımlanmamış alanlarda öneri
üretme konumu açısından, mimariyle kentin bağlantısını ortaya koyan bir
kuramsal çerçevesi vardı. Kentsel dinamiklerden, mimarinin özeline giden bir
bakış vardı. Neslihan Dostoğlu ise tarihsel deneyin sistematiğinin
içerisinde, Bursa’nın dünden bugüne ilişkisini özetledi.
Ben ise “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” konusunda, çeşitli sorularla
konuşmaya başlamak istiyorum. Mimari-kent ilişkisi üzerinde, konuya mimari
açıdan bakmayı ve açıklamaların da buna yardımcı olacağını düşünüyorum.
Düşündüğümüz ortak sorunun büyük şehirlerde benzer özellikleri vardır.
Türkiye’nin özellikle 80’lerden sonra yaşadığı dinamikler içinde, İzmir,
Gaziantep, Kayseri gibi benzer büyüklükteki kentler arasındaki
benzerlikleri, mimarinin konumunu, özelliklerini, görünümünü belirliyor ve
kentlerin mimarisini birbirine benzeyen koşullar ve görünümler bağlamında
irdeleyebiliyor muyuz yoksa bu kentlerin onları metropol yapan bütün ortak
dinamiklerine rağmen kendilerine özgü özellikleri mi var? Dolmuşlu,
işportalı ve gecekondulu kentin başka bir şeye dönüşmeye başladığı, henüz
sürecin devam ettiği bir tarihsel aralıkta, bu kentler ortak kaderlerini
birbirlerine çok benzeyen görünümleriyle mi sürdürüyor? Kentsel dinamikler,
kentleşme ve rasyonellik içinde yer alan profesyonellerin, kentsel
tasarımcıların, mimarların, denetimci ve yönetici gibi başka aktörlerin,
yerel sivil toplum örgütlerinin, medyanın vs. mimarinin alanlarını bir
şekilde tanımladığını düşünüyorum. Zaten mimarlığı bunların dışında düşünmek
mümkün değil. Mimarlığın kentle özdeş bir tanımı yok. Mimarlık spesifik,
belki yarı otonom ve sınırlı eylem alanı olan bir faaliyet. Mimarlık büyük
ölçüde binalarla sınırlı bir etkinlik. Dolayısıyla görselliğin ön planda
olduğu, içinde tanımlı eylem ve planların gerçekleştiği bir oyun alanı.
Böyle bir ölçek ve problem alanının, sorunları ve yanıtlarıyla kent bütünü
arasında bir ilişki var.
Binaların kentsel
gerçekliğin bütünüyle ilişkisi söz konusu olduğunda tarihi bir yapı olan
Yıldırım Külliyesi’ni veya hanlar topluluğunu, yapıldığı dönem içinde
anlamlandırabiliriz belki, ancak bunu tarihi dönemini tam olarak bilmemizden
dolayı Bursa için yapmamız kesinlikle mümkün. Bugün anonim denebilecek,
hiçbir yürek çarpıtıcı özelliği olmayan, kentsel gelişmenin parçası olarak
görebildiğimiz ya da daha bireysel, üzerinde daha çok konuşabileceğimiz bir
yapıyı, bir yerlere yerleştirebiliriz. Bu çerçevede, mimarlığın objeye özgü
görselliği olan ve daha sınırlı bir eylem alanı tanımlayan bir kimliği var
ve bu ilişki arasında gidip gelme var. Mimarlık bugünkü Bursa’nın neresinde?
Tabii ki bugünkü Bursa dünün Bursa’sını da bir şekilde taşıyor. Kent
organizmasının bir takım arkeolojik nesneleri en azından bugün de var ama bu
iki dönem yapıtları arasında kenti tanımlamak ve mimariyle kentsel realite
arasındaki ilişkilerde mimarinin rolünü konuşmak anlamlı olabilir. Örneğin
Osmanlı Dönemi’yle, Fütuhat Devri’nin ilk başkenti Bursa’nın kentleşme ve
mimari deneyimleriyle, Tanzimat Dönemi ve bugünkü durum üzerinde düşünmek
anlamlı görünüyor. Osmanlı Dönemi’nde, Hisar Bölgesi’ndeki sınırlardan çıkıp
ovada belirli bir bilinçle çarşı, merkezi bir iş alanı haline getirilmiştir.
Bu bölgede belirli bir nüfus dengesini kurmak için, Türk-Müslüman nüfusunun
da dengeye getirildiği, yeni bir kentli toplumunu inşa etmenin enstrümanları
olarak, akıncı dervişlerin zaviye ve külliye çevresinde mahalle
oluşturmalarında, Yıldırımlarla, Hüdavendigarlarla oluşan kentsel vizyon
içinde anıtların, mimarinin yeri son derece belirgindir. Hem kent
topoğrafyasını ve sistemini, hem de iç yol ağını ve gelişme dinamiklerini
belirleyen okunur bir ilişki var.
Ahmet Vefik Paşa
döneminde kontrol edilebilir kent sistemi, dik açılı yol ağları, geniş arter
sistemini bu eski sisteme entegre etme iradesi ve belediye gibi bazı
kurumların oluşturulduğu görülür. Bursa’da da belirli bir yönetim erkinin
iradesi var. Önemli mimari unsurların bunun içerisinde bir yeri var. Bugün
Bursa’nın ölçeğinden ve gelişme dinamiğininden ötürü, daha karmaşık ama bir
yerde doğal karşılanabilecek bir görünümü var. Her metropolde, her şeyi
tanımlanmış ortamlar göremezsiniz ama şehirler büyüdükçe, İstanbul’da olduğu
gibi, bu kaotik ortam daha da belirginleşip meşrulaşır.
Bursa topoğrafyası ve tarihsel dinamikleriyle özel bir yer. Diyarbakır,
Gaziantep veya İzmir’den bu açıdan farklı. Topoğrafyanın dağ ve ova
arasındaki ilişkisinin kente verdiği boyutlar bugünkü kaotik yapıyla belirli
bir çatışma yaşıyor. Değer sistemlerimiz bu çatışmadan rahatsızlık duyuyor.
Osmanlı şehirleşmesindeki külliyeler, hanlar ve Ulucami çevresindeki
gelişmelerle oluşturulan kentsel irade ya da tanzimat dönemindeki irade
bugün de var mı? Bunun içinde mimarinin bir yeri var mı? Bursa’da dolaşırken
son 50 yıl içindeki mimarinin, farklı dönemlerin kentsel ortamını tanımlayan
alan ve parseller üzerinde uyum sağladığını ve birbiriyle çok iyi örtüşen
bir bütünlük gösterdiğini sanmıyorum. Ayrıca üretilen mimarinin kentte,
konvansiyonları belirlenmiş veya üzerinde tartışılan alanlarda, ciddi
örtüşme gösterdiği kanısında da değilim. Tanzimat veya Kuruluş dönemindeki
iradenin bugünkü kapital potansiyeli çok olan Bursa’ya ve buna bağlı olarak
aktörlerin eylemlerine ciddi katkıları olduğunu söyleyemiyorum. Bu çelişkiyi
tartışmak ilginç olabilir.
Emre Arolat:
Burası çocukluğumun geçtiği yer ve bu bakımdan benim için özel bir yer.
Türkiye’nin belli bir eşikten geçtiği bakış açısıyla baktığımızda Bursa’nın
pek çok spesifik noktası var diye düşünüyorum. Bursa’nın büyüklüğüne ve
tarihsel dokunun oranına baktığımızda burasının özelleştiğini düşünüyorum.
Erken desantralize olmuş olması bu şehri ilginç hale getiriyor. Yıldırım
Beyazıt Külliyesi ile Muradiye arasındaki mesafe veya başka bir padişahın
adını yaşatmak amacıyla yaptırdığı külliyenin çevresinde oluşan büyüme
burayı ilginçleştirmiş. Uzun süre aynı yerden, merkezi bir noktadan büyüme
yerine parça parça ve parçaların birbirleriyle ilişkisinden kurulu bir
büyüme söz konusu. Bu tür tarihsel yerlere baktığımda burasının bir kent mi
yoksa bir müze mi olduğunu düşünürüm. Bursa, Antalya gibi turizmin etkili
olduğu bir yer değil. Bursa’nın kendi yüzölçümünün oranıyla içindeki
tarihsel dokunun oranı, içe doğru büyüme noktasında bu kenti ilginç bir hale
getiriyor. Bu noktada “Tanrı bu kenti yeni mimarlıktan korusun,” denebilir.
Diğer taraftan bu şehir içinde bir mimar olarak ne yapılabilir düşüncesi
var. Mimarlık, ikisini birden hesaba katan bir yerde duruyor. Bu kopuk
tarihsel doku öbeği diğer tarisel kentlerde olduğu gibi turizmle
bütünleşmediğinden daha fazla hayatın içinde durma şansına sahip. Şehre
baktığınızda neden cami önüne yapılmış otopark dikkati çekiyor da cami
çekmiyor düşüncesi hem olumlu hem de olumsuz bir cevaba sahip. Hayatın
beraber, iç içe devam etmesi açısından iyi ama bu kentin birden bire
anıtlaşmadığını da gösterir. Mimar bunları kabul eder, daha önceden
belirginleştirilmiş noktaları kabul eder veya buralardan elini eteğini
çeker. Her mimarın kendi pozisyonu olabilir ama bunlarla birlikte olmalıyız.
Bunları kenarda tutup başka bir hayat kurmak Bursa’da mümkün değil.
İhsan Bilgin: Bursa derinliği
olan bir Roma kenti. Osmanlı’nın daha erken dönemlerinde Uludağ’ın
eteklerinde yayılmış bir kent var. Ulucami çevresi, Yıldırım ve Yeşil
Külliyeleri en başından beri merkezi iş alanı şeklinde kurulmuş. Belli ki
kenti büyütme niyetindeler. Uludağ’ın eteği boyunca sarmalanmış giden, arada
belli ki boşlukları olan bir kent. Süratle 60’lardan sonra bu özelliğini
kaybediyor. Ovaya doğru kalınlaşarak, bir lineer kent olmaktan çıkıp, ovaya
yayılmış çeşitli merkezleri olan bir kent oluyor. 90 sonrasında İstanbul ve
Mudanya’ya doğru giden lineerlikle ilgisi olmayan, başka kanallara doğru
yayılan ikinci bir desantralizasyon var. İstanbul yönünde sanayi ve ticaret,
diğer yönde hizmet sektörü, konutlaşma ve alt kentleşme gibi akslar
doğrultusunda bir yayılma bulnuyor. Burada bir planlama iradesi var. Küçük
organize sanayi meseleleri, kaotik görüntü ve kısmen planlama var. Bütün
sanayi kentleri gibi yoksulluk var. Bunlardan dolayı Bursa özel bir yer ama
bir yandan da Doğu Marmara’nın bir parçası. Bursa’dan Sakarya’ya kadar büyük
bir üçgen alırsak ve bunu İstanbul’un batı bölgelerine doğru çekersek 12
milyonluk bir nüfusu barındıran bir sanayi ve nüfus zinciri içerisinde bir
kent olduğunu görürüz.
Atilla Yücel:
“Tanrı Bursa’yı yeni mimariden korusun,” demek için çok geç. Bursa’da iki
türlü kopuk öbek var. Bir takım konvansiyonların geçerli olduğu ama içinde
çok büyük kentsel projelerin yer alması gerektiğini düşündüğüm bu kopuk
öbekler, tarihsel ve topoğrafik kimlikleriyle ağırlık kazanan öbeklerdir.
Çarpıklaşmış hanlar bölgesi gibi. Bütünlüğü katledilmiş olarak kalan
tarihsel alanlardan bazıları her şeye rağmen, tarihsel bütünlük içerisinde
bir yere sahip alanlardır, bazıları da birtakım gelişmelerin ortasında az
tanımlı, kısmen boş, müdahale edilebilir alanlardır. Bu alanlar kent
mimarisi için kopuk, öbekler halindeki fırsatlardır diye düşünülebilir.
Bursa kenti de 20 yıl içinde bunu yaşamıştır ve zaman zaman yarışmalara konu
olmuştur. 4-5 yarışmada jüri üyesi olduğum için çok iyi biliyorum. Bunlara
Bursa ölçeğinde ciddi projeler denebilir. Örneğin “Santral Garaj Yarışması”
çıkmadan önce eski terminal alanı ile Somara Meydanı arası belediyenin
inisiyatifiyle garajın bir kent içi garaj olarak da işlev yüklenmesini
içeren büyük bir kentsel yenilenme alanı olarak, mimarların ve kentsel
tasarımcıların önerilerine açılmıştı. Piramidin içinde yer aldığı Zafer
Plaza’da bulunan ve Altıparmak üstündeki büyük alanın yamaçlarla
ilişkilerini de gündeme getiren kentsel öneri hiçbir şekilde uygulamaya
konulamadı. Buttim realitesinden başlayarak oluşan, fuar alanı düşünce
üretimi de önemli. Merinos için yapılan sorgulama ve Çelikpalas örneği de
çok iyi birer fırsattı.
Bugün dünyada büyük bir
kesim dolmuşlu, gecekondulu değil, yani daha çok gelişmiş olabilir ama yine
de ortak bazı realiteler var. Mimariyle kentin birbirine değdiği, kentin
önemindeki, gelişimindeki ve sembolizmindeki aktörlerden bir tanesini teşkil
ettiği ve cumhurbaşkanı veya belediye başkanı iradesiyle gündeme gelen
örnekler var. Paris’te Mikelanj döneminden büyük projeler, Berlin’de İbabe
önemli örnekler. Frankurt, Barselona, Bilbao, Rotterdam gibi yerlerde
mimarinin bugün anlamı var. Büyük projeler bugünün kentlerinde anlam
sahibidir ve kopuk öbek oluşturma, yeni bir anıt, etkinlik alanı,
sürükleyici aktör olma şansını kente verdiği ve mimari anlamda da kazandığı
durumlar var. Bursa zaman zaman bu konuda niyetlenmiş ama bugün de
göremediğimiz gibi hiçbir çalışma olmamıştır. Bunun nedenleri üzerinde
tartışmayı anlamlı buluyorum.
Neslihan
Dostoğlu: “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” sorusunu tersinden
yani “Kent Mimarlığın Neresinde?” şeklinde de sormak istiyorum. “Mimarlık
Kentleşmenin Neresinde?” diye sorarsak; Bursa’nın plansız gelişen diğer
kentler gibi bir kent olduğu belirtildi. Belediyelerden ve yasal süreçlerden
geçmeyen, inşaat mühendislerinin elinden geçip mimarlara sadece imza
attırılan mimarsız mimarinin pek çok örneği var. Yılda 400-500 projeye imza
atan mimarlar var. Bursa’da böyle bir yapılaşma var ve bu düşündürücü bir
durum. Mimarlığın gerçekten kentleşmenin içinde yer alması gerekmekte. Pek
çok Avrupa ve Amerika kentinde mimarlığın ve mimarın, sürükleyici, kenti
geliştirici ve yeni ufuklara götüren bir anlayışın rol oynadığını görüyoruz.
Örneğin Paris, Bilbao’da köhne bir yerde farklı bir yapı yapılarak o
bölgenin canlandığını, kimsenin daha önce ayağını bile atmak istemediği
yerlere canlılık kazandırıldığını ve kentin gerçekten yaşamaya başladığını
görüyoruz. Bursa’da yaşayan mimarlar, akademisyenler ve kurumlar açısından
da bunun Bursa’da olması için çaba göstermeliyiz.
Kuramsal açıdan mimarların kentle ilgili de düşünceleri var. Özellikle 19.
yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında pek çok mimar kentle ilgili öneriler
geliştirdiler. Mesela Le Corbusier, Frank Loyd Wright gibi mimarlar
geleceğin kentlerinin nasıl olması gerektiği hakkında düşünceler
oluşturdular. Bu düşünceler kentsel ütopyalar altında oluştu ve gelişti.
Peki kent mimarlığın neresinde? Mimar tasarım yaparken kenti, kentte olan
biteni, kentleşmeyi algılamadan sadece kendi parseli içinde hareket ederse
çevresiyle diyalog oluşturmayan ve duyarsız binalar ortaya çıkar.
Dolayısıyla mimar kenti sosyal ve fiziksel çevresiyle ele almalı. Diğer bir
konu kentleri algılanabilir kılmak, kentin hafızada kalabilmesini istemek,
hem belediyenin başındakilerin hem de akademisyenlerin isteği olmuştur. Bunu
da en iyi dile getiren Kevin Lynch olmuştur. Kendisinin mimarlık ve planlama
alanlarında hepimizin öğrencilerimize önerdiği bir kitabı vardır. Kitabında
kentin algılanabilir ve akılda kalabilmesi için maddelerden bahseder. Şöyle
ki; kentteki yol ve patikaların belirgin olması, kenarların ve bölgelerin
akılda kalır olması, kentte bazı anıtların olması gerektiğinden bahseder. Bu
noktalarla ilgili bazı düşüncelerin üretilmesi sonucunda kentlerin daha
akılda kalabileceğini vurgular. Mimarlık kentleşmenin neresinde sorusuna
mimarların, kentlerin akılda kalıcılığı konusunda bir araç olduğunu
belirterek cevap verebilirim.
İhsan Bilgin:
Modern dünyada mimarlıkla kent ilişkisi düz bir ilişki değildir. Mimarlığı
kitaplarımıza girmiş şeyler olarak görüyorsak, başka kentin kuruluş
disiplinindeki aktörler olarak görüyorsak başka bir sonuç çıkar. İlk düz
anlamıyla bizim kitaplarımıza girmiş binaların bir kentte olması kenti daha
yaşanılabilir kılmak bir kenara, o kentteki krizin de işaretidir. Kendileri
bir kriz yaratmıyor, yanlış anlaşılmasın. 20. yüzyılın başından bu yana
hiçbir yerde Berlin’deki kadar “mimara yaptırılmış bina” olmamıştır. Berlin
Duvarı’nın yıkılmasıyla bu mimari yapı bozulmasın diye dünyanın pek çok
yerinden birçok mimar geliyor. 80’lerde bu bölünme ve krizden dolayı gelişen
garipliklere karşın birçok mimar bu kente geliyor. Tek bina da değil,
örneğin Krier’e 4 tane ada veriliyor. Kendisine verilen tam destekle mimar
istediğini yapıyor. Duvarın yıkılmasıyla doğu-batı birleşimi gündeme
geliyor. Mimarlık açısından Berlin en iyi şehirdir. 20. yüzyıl tarihi
buradan rahatlıkla okunabilir. Paris ve Londra’da çok önemli binalar yoktur,
ancak Berlin’den daha kentseldir. Mitterrand dönemindeki binalar Paris’in en
önemsiz binaları. Tek başlarına kitaplara geçmiş olabilirler ama Paris’i
Paris yapan Haussmann Operasyonu. 1853 ile 1872 krizine kadar ki dönemde
yapılan planlarda her şeyden önce finansman modeli ve buna bağlı inşaat
sektörünün hareketlendirilmesi ve müteaahitlerin hareketiyle bugünkü Paris
oluşmuştur. Londra da çok farklı mekanizmalarla dünyanın en önemli
şehirlerinden bir tanesi haline gelmiştir. Burada da mahalleler halinde
müteahhitler inşaatlar yapmıştır. Kriz anında mimara başvurmak önemli. Onun
dışında Londra ve Paris gibi kendi halinde yaşantısını sürdüren kentler
oluşuyor ya da François Mitterrand gibi bir şeyler yapıp dünyaya damganı
vurursun ama o şehri çok da değiştirmiş olmazsın. Mevcutla yeni yapılanın
hiçbirinin çok da önemli olmaması… “Tanrı kentleri yeni mimariden korusun,”
konusunda bu düşünce var. Eskilerin bir yanda varlığını sürdürmesi, yeni
yapılanın da sadece markalaşması. Tüm bunlar Bursa için ne anlama gelir,
bunlar üzerinde de konuşabiliriz.
Emre Arolat:
Bursa’nın anıtsallaşmış pek çok yapısı var. Paris’te yapılan büyük projeler
aslında çok kişisel bir çaba gibi. Paris’in böyle bir şeye ihtiyacı yoktu.
Paris’te en çok tartışılan yapılar hep bu büyük projelerle ortaya çıkmış ve
sadece mimarlar tarafından tartışılan yapılardır. Kimse Ulusal Kütüphane’nin
ve Louvre Piramiti’nin mimarına iş vermek istemez ama bu mimarların yaptığı
yapılar tüm kitaplarda yer alır. Maraş’ın böyle anıtsallaşmış bir işarete
ihtiyacı var. Maraş çok fazla kendi başına ve hiçbir yere yakın değil. Tüm
yaşadıkları bir ruh gibi o şehrin üzerinde hala duruyor. Belki orada
yapılacak mimarlık çalışmaları sonradan çok aptalca bir şeye dönüşebilir ama
yine de denemek lazım. Bursa İlhan Tekeli’nin söylediği irade konusunda
ilginç bir yer. Bursa iradesiz bir yer değil, “Bursalı kapitalist kimdir?”
sorusunun yanıtı; bu kişiler esasen İstanbulludur. Anıtsallaşmış işaretlerin
mimarlığını iradi olarak isteyebilecek kesimin aklı Bursa’da değil. Bu
kişiler Bursa’da para kazanıyorlar dolayısıyla endüstri yapıları için bu
söylenebilir. Bursa’da mimarın alacağı rolün hafif olabileceğini ve o
hafifliğin ağırlığıyla bir mimarlığın olabileceğini düşünüyorum. İlla ki
yüksek yapılar, büyülü binalar değil de başka müdahaleler gerekli. Mesela
Pirinç Hanı’nın tamiri bu kentin mimarlığı için önemli bir soru.
Murat Güvenç: Bursa’nın İstanbul
gibi büyük bir metropolün yakınında olması iyi bir şey değil. Paris’te
anlatılan kimlik ve kent özellikleri var ama Paris etrafında bir şey
yaşattırmıyor. O yerlerdeki genç nesillerin yaşam projelerini etkileyerek
hayallerini çalıyor. Bunun aynısı Marmara Bölgesi genelinde yaşanıyor.
Türkiye’nin iktisadi coğrafyasıyla ilgili yaptığım araştırmada şunu
görüyorum: İstanbul bir sanayi kenti olmaktan hızla uzaklaşarak bir servis
kenti olmaya başlıyor. Marmara etrafındaki tüm kentlerin ise hızla
sanayileştiğini görüyoruz. Bu kentlerde kentin fikir üretmesini yaratacak
olan sektörü İstanbul çalıyor. Geriye hızla sanayileşen metropoliten alan
kalıyor. Bu sanayileşmede iki çeşit yer seçimi vardır. İlki bir bölgenin
üzerinde seçilen yerdir, diğeri ise o bölgenin içinde yer seçmektir.
Bursa’daki şirketlerin büyük bir kısmının idari merkezleri Bursa’da değil.
Bursa sanayisi, Bursa’ya kirliliğini bırakıyor, işçilere verdiği ücretin bir
çarpan etkisi var fakat kentin kimliğini oluşturacak servis sektörünü
İstanbul çalıyor. Bursa’nın gururlandığı birçok sanayi kuruluşu vergisini de
İstanbul’a ödüyor. Bu problem Bursa’nın özelinde değil de daha genelinde
düşünülmelidir. Genelinde kent değil de kentsel bölge problemi olmaya
başlamıştır. Bursa bu kentsel bölgenin parçasıdır. 60’larda Bursa’da
faaliyetteki bir mimara gelen projelerin niteliği ve yapılabilirliği
bakımından kendisinin hareket ufkunun alanı şimdikinden daha dardı. Şimdi
Bursa’da çevre yolu üzerinde bir konut ya da merkez yapabilir yani alansal
büyüme söz konusu… Yine yeni kanun yerleşmeler çevresindeki büyük alanın
sorumluluğunu büyük kentlere veriyor. Hakkında konuştuğumuz büyük mekanların
çapı genişliyor. Bu çap şunları değiştirdi: 10 yıl içinde Bursa’yı baştan
başa geçen metro yapıldı, mekanın caydırıcı etkisi azaldı, iş yerleri
desantralize oldu. Eskiden alışveriş için Bursa’nın içine gidilirken şimdi
dışına çıkılıyor. Bu bir kent için normal bir durum değil ya da Lynch’in
söyledikleriyle ters düşen bir durum. Bu durumda 20. yüzyıl kent
ütopyalarına acaba mimarlar neler katabilirler diye sormak istiyorum. Adına
kent denilen yeni bir yerleşim sistemi var ve mimar buna nasıl dahil
olabilir? Burada eserin algılanabilirliği de bir sokak ölçeği olmadığından
değişti. Kalıcılık, esneklik, işlevsellik yeni baştan umutla düşünülmelidir.
Salondan: Mimarlar Odası Şube
Başkanı’yım. “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” sorusunun bir cevabı yok.
Mimarlığın konumundan önce kentleşmeyi tarif etmek istiyorum. Ülkemizde
kentleşmeye dair bir çalışma olmadığından cevabını bulmak çok zor. Bursa’ya
inşaat anlamında yapılan yatırımların en iyisi ve en çok hak edeni bugün de
işlevini sürdüren Kozahan’dır. %80’i kaçak yapılaşmadan oluşmuş olan bir
kentin iradesizlik içinde bir kaosta olduğunu söyleyebiliriz. 60’larda bu
kentin planlamasıyla ilgili çalışmalar vardı. Bursa, yeni stratejik planı
dahil, çok yakın zamana kadar yasal prosedürünü henüz oluşturamamıştır.
Nüfus ve sanayinin hızla arttığı bir sirkülasyon içinde planlama adına
yapılanlar bu kadar yavaş olduğunda çok ciddi servetler ödenir. Bu planlama
süreci gündelik hayatımızda olması gerektiği biçimde olmazsa, kentleşmenin
tarifine uygun olmazsa “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” sorusuna da cevap
bulunamaz. Bursa’nın İstanbul’un gölgesinde bir bölge olmasının ötesinde bir
irade belirsizliği de söz konusu. Kenti belirleyen irade de belirsizdir.
Bursa’daki mimari proje yarışmalarının başarısızlığı konusuna da
katılıyorum. Mesela Santral Garaj Meydan’ı kent meydanı olmak zorunda.
Büyükşehir Belediye Başkanı, buraya yarışmalardan bir projenin
uygulanacağını ifade edip burayı bir yarışmaya çıkarmayı kabul etti ve
basına açıkladı. Buranın kentsel ölçekte bir meydan olması için çaba
gösteriyoruz. Gerek mimari proje yarışmalarının zemin olarak kullanılması
bakımından, gerekse mimarların yarışmaların olumlu sonuçlarından
faydalanmaları açısından önemli bir yarışma konusudur bence. Yarışmaların
ayakta durabilmesi adına yapılması gerekenlere katkıda bulunulması
gerektiğini düşünüyorum.
Emre Arolat:
Burada yarışmalarla değil de doğrudan Mimarlar Odası’yla ilgili bir problem
var.
Salondan: Ben Hamdi Dostoğlu.
Nüfus hareketlerinin şehirlere olan katkısını ve çelişkisini vurgulamak
istiyorum. Bursa’da son on yılda kimse kalmamıştır. Bu insanlar artık
İstanbul’a gitmiş, şehir sahiplerini kaybetmiştir. Bursa’da yaşayanlarda
aidiyetlik duygusu yok. Mimar bu duyguyu nasıl ortaya koyar da kent tekrar
sahiplenilebilir, bunu düşünmek lazım.
Salondan:
Serbest mimarım. Bursa’yı azalan nüfusla değerlendirmek yanlış. Bu nedenle
Paris’le kıyaslamak yanlış. Bu nüfus artışını plancılar, rantçılar kendi
istedikleri gibi kullanmışlar. Dolayısıyla yerel idareler döneminde pek bir
şey yapılmadığını düşünüyorum. Bursa’da ne yerel idareler, siyasiler ne de
Mimarlar Odası hiçbir şey yapamamışlar ve yapmak da istememişler çünkü önce
ranttan faydalanmayı düşünmüşler. İnsanları bu konularda bilgilendirmek
yerine, belli bir ranttan faydalanmak için mesleklerini, ruhlarını
satmışlar. Bursa’da iyi bir şey yapılamamasında, görünüşte mimarlar
sorumluyken daha da derinlere bakıldığında, temelde siyasilerin ve yerel
idarelerin olduğu görülür.
İhsan Bilgin:
Söylediklerinizle ilgili olarak bir şey eklemek istiyorum. Goethe Faust’u
yazalı 200 yıl oluyor ve biliyorsunuz ki “Faust” cazibe uğruna ruhunu satan
bir doktoru konu edinen bir eserdir. Ruh satmak her şeyin sonu olmayabilir,
bazen bir şeylerin başlangıcı da olabilir. Goethe de ruhu satmayı savunmuyor
ama bir cazibenin insanı nasıl teslim alabildiğini anlatıyor.
Atilla Yücel: İstanbul’un Bursa
için hem talihli ve hem de talihsiz bir pozisyonu olduğuna katılıyorum.
Bursa’da olumsuz olarak bahsedilen şeyler, İstanbul’da o kadar da olumsuz
olarak bahsedilmezken bu orayı daha da çekici ve meşru kılıyor. Bütün
çelişkiler ve sorunlar İstanbul’u İstanbul yapan boyutta. Bursa’da tarihsel
ve topoğrafik, bir tür yaşamsal kimlik var, Bursa artık Tanpınar döneminde
değil. Suphi bey haritası da artık yok. Bursa’da bütünlük ve homojenlik yok.
Tanzimat Dönemi Bursası da projesini tamamlamamış. Atatürk Caddesi’ndeki
arkatlar güzel, burada mimariye hiç bakmıyorum ama bu da tamamlanmamış bir
proje. Bu sorun mimariyle aşılamaz çünkü burada bir irade zayıflığı var. Bu
tamamlanmamış iradeler hızlı yaşanmışlıktan veya bütçe kısıtlılığından
kaynaklanabilir. Bu mimari açıdan önemli bir boyut. Bursa’da birden çok
kültür, kutup ve çekim noktası var. Bu farklılıkların kimliklerini ve
niteliklerini anlamak gerekir.
Marsilya çok sevdiğim
bir kent, eski bir limanı var. Bunun üstünde tepelik alanda eski bir kent
var. Önceden güzel bir alanmış ama şu anda yoksulların yaşadığı, çöküntü bir
yere dönüşmüş. Karşıda başka bir 19. yüzyıl gelişmesi var. Balıkçılar var.
Burada Le Corbusier’in bloğu yükseliyor ve bu eski limanın ardında da 20.
yüzyıl başı gelişmesi var. Mesela Pele kardeşlerin inşa ettiği bir
spekülasyon örneği var. Bu kimlikler beraber yaşıyor. Bu anlamda
farklılıkların birbirini çiğnemeden yaşayabileceğini, Bursa’da da tarihsel
dokunun olumlu yönlerde hak ettiği yere gelebileceğini, bu farklılığın da
güzel bir biçimde yaşanabileceğini düşünüyorum. Beni, Bursa’daki
tamamlanmamış projeler düşündürüyor.
Murat Güvenç:
Büyük kent nüfusunun çoğunluğu azınlıklardan oluşan bir yer olarak
tanımlanıyor. Yani büyük kentler bir sürü küçük topluluklardan oluşuyor. Göç
meselesi büyük kentlerin özelliklerinden biri. Zamanla Bursa’da Bursa
doğumluların oranı artacak. 2003’te Türkiye demografi araştırmasına göre
ülkenin Batı Anadolu, İç Anadolu ve Kuzey Anadolu bölgeleri göçmenler de
dahil olmak üzere nüfus kaybetmeye başladı. Doğurganlık hızla düştü yani
nüfus gelir düzeyini taşıyamaz hale geldi. Artık Türkiye’de büyük bir nüfus
artışı olmayacak. Bursa’da son 10 yılda büyük bir nüfus artışı oldu ama bunu
Türkiye’de 65’lerde yaşananlarla karşılaştırmamak lazım. Kent tarihi üzerine
yaptığım araştırmada Ankara’da 1967’de Çankaya İlkokulu’nun
Cumhurbaşkanlığı’na mesafesi 250 metredir. Analiz yapılıyor ve okuldaki
suyun içilemez olduğu söyleniyor. 67 koşulları böyleydi. Bursa çok hızlı bir
göç yaşadı. Türkiye’nin 90’lı yıllarda çalkantılı bir dönem yaşadığını da
biliyoruz. Buna rağmen 6-7 yıl öncesine göre Bursa’da pek çok şeyin
değiştiğini ve o kadar da kötü vaziyette olmadığını gördüm. Nüfus artışının
çok olmayacağını ve göçün etkisinin çok olmayacağını düşünüyorum. Göç denen
şey yaşa bağlı, gençler ve yaşlılar göç etmiyor, erişkinler göç ediyor.
Göçmenlerin de çocuklarıyla gelmesiyle kent nüfusu artıyor. Başka yerlerde
olacak nüfus artışı kent üzerinde sayılıyor. Demek istediğim çözümsüz ve
olumsuz bir durum yok. Bu nedenle başka türlü bir kent hayal etmenin
zamanıdır.
Salondan: Mimarım. 89’dan bu
yana Bursa Büyükşehir Belediyesi yerel yönetim olarak en fazla mimari proje
yapan kuruluştur. Bursa’da Kültürpark Yarışması, Santral Garaj Kent Meydanı
Mimari ve Kentsel Planlama Proje Yarışması, Zafer Plaza Meydanı’nda Kentsel
Tasarım ve Mimarlık Yarışması, Atatürk Caddesi Kentsel Tasarım Yarışması ve
adliye binasına dair bir yarışma yapılmıştır. Bunlardan Terminal ve Zafer
Plaza yarışması sonuçları uygulanmıştır. Bu uygulama sırasında şu problemler
yaşanmıştır: Bursa’yı özümsememiş olanların farklı nedenlerle eylemleri
oluyor. Bursa’yı benimseyenlerin bir şekilde katkısı olmalı çünkü bu
uygulama yerleri halkın kullanacağı yerler ve yerel yönetim kendisi için
yapmıyor bunu. Kişi Bursalı hissetmeli ki katkısını esirgemesin.
Problemlerden bir tanesi bu. Örneğin Kültürpark yarışmasının
uygulanamamasının nedeni Bursa’yı özümsememektir. Zafer Plaza Meydanı Proje
Yarışması’ndaki bölgenin bir kısmı belediyeninken, bir kısmı da vatandaşa
ait. Belediye bu yarışma sonucunda uygulama projelerini elde etmiş oldu
fakat uygulama aşamasında alışveriş şekli değişti ve geleneklerden
uzaklaşıldı. Belediye bu çalışmalar sırasında kentin diğer finansman
dinamiklerini davet etmesine rağmen uygulamayı alan Bursa dışından bir firma
oldu. Böylece kente hizmet etmeye çalışırken başka bir kaygı da oluştu. Bu
nedenle bütün dinamiklerin kenti özümsemesi gerekiyor.
Salondan: Öğrenciyim. Bursa’da
kentin algılanması mümkün değil. Şehrin içinden geçerken, kente dair
inanılmaz kaygılara kapılıyorum. Mesela stadyumun karşısında özel bir
şirketin yaptırdığı bir gökdelen var, bu gökdelen acaba belediyenin mi yoksa
mimari tasarımcının mı sorumsuzluğu? Acaba ileride ben de şehre hiç
uymayacak ama istediğim gibi bir proje mi yapacağım yoksa belediyenin
çizdiği sınırlar dahilinde kötü bir yapı mı yapacağım. Bunu tam olarak
çözebilmiş değilim. Bu noktada mimarın kente koyacağı tavır önemli.
Salondan: Sanırım Terminal
binası ve Zafer Plaza’nın arkasında ekonomik bir güç var ve ben beğeniyorum.
Bursa’da yolda yürürken bir tane bile çürük, sakat ya da basık yapı gördünüz
mü? Ama Atatürk Caddesi’nde kaldırımlar rezalet, Osmangazi Belediyesi’nin,
Türkiye’nin en güçlü belediyelerinden birinin, kontrolünde bu kadar özensiz
kaldırım yapılabilir mi?
İhsan Bilgin:
Kaldırım meselesi üzerine ayrıca panel düzenlenmesi gereken bir konu. Bir
önceki kuşağın klişesidir; medeniyet şehrin kaldırımlarından anlaşılır. 30cm
olunca medeni olmuyor da, 12cm medeniyet sınırı oluyor. Bu sefer de o
kaldırıma araba park ediyor ya da üzerine mantarlar konuyor. Yani bu ayrıca
ele alınması gereken bir konu.
Salondan:
Bursa görsel anlamda hala iyi bir zemin oluşturuyor. Bursa’nın problemi de,
bu elemanların gerçekten amaçlı mı yoksa öylesine mi yapıldığı. Örneğin
Zafer Plaza tamamen tüketime yönelik amaçla yapıldı. Örneğin Adliye’nin
yanındaki arazi daha yaşanılabilir, daha kente ait bir mekan. Bu nedenle
daha elit yapılar bir kenti daha iyi yapmıyor. Mimariyi kentle birlikte
düşünmek en doğrusu. “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” sorusunda da “Mimar
kendini nerede görmek istiyorsa orada,” cevabını uygun buluyorum. Mimar
kenti tamamen kendisi oluşturacak kadar sorumluluk duyan ve yaratıcısı olmak
yolunda daha cüretkar davranan bir kişi iken, kimi zaman da inşaat
mühendisinin yaptığı yapının altına imza atandır. Buna dair gidilecek çözüm
kurumsallaşmadan geçiyor. Yarışmalar bu anlamda artırılıp düzenli hale
getirilebilir. Bunlar mimarın kendini geliştirebilmesi açısından önemli
olduğu gibi iyi ürünlerin çıkması açısından da önemli.
Murat Güvenç: Artık Amerika’da
sınır kentleşmesi denen sürecin başladığını kabullenmek gerekli yani
kentlerin içi dışına çıkıyor, merkez desantralize olmuş. Merkezin kentin
dışında yer aldığı bir yerleşmede uygun ölçekte algılananı düşünmek gerekli
bana sorarsanız. 1960’lı yıllarda Kevin Lynch’in “A Theory of Good City
Form” adında yeni kent formunu anlatan bir kitabı yayınlandı. Bu kitap diğer
ikisini tamamlıyor.
Neslihan
Dostoğlu: Kentler yaşayan ve değişen dinamik öğeler. Bursa’nın
gerek yaşadıkları gerekse içinde bulunduğu durum açısından “Tanrı bu kenti
mimariden korusun,” konusundaki sınırı çoktan geçtiğini düşünüyorum. Murat
Güvenç’e katılmıyorum. Amerika’da Murat Güvenç’in bahsettiği içi dışına
çıkmış kent var ama Amerika’da başka şeyler de oluyor. 80’lerden sonra
çalışan, eğitimli, çocuksuz insanların, bütün o tarihi doku içinde bütün
binaları restore edip kentlere yeniden hayat getirdiklerini de biliyoruz.
Geçmişte, 20. yüzyılın başında, çevre ülkelerin kent merkezleri daha alt
gelir gruplarına bırakılmışken, çevre banliyölerinin geliştiğini görüyorduk.
80’li yıllardan sonra orada bir geri dönüş var. Türkiye’de de kentin merkezi
üst gelir gruplarına, çevresi ise gecekondulara ait derken daha sonra
Bursa’da da olduğu gibi banliyöleşerek üst gelir gruplarının kent dışında
korunmuş bölgelere taşındıklarını da biliyoruz. Öte yandan Türkiye’de de
terk edilmiş bölgeler var. Mesela Beyoğlu, Pera olmadan önceki dönemde bu
terk edilmişliği yaşadı. Burası insanların gitmeye korktuğu bir yerken,
İstiklal Caddesi bugün Cumartesi-Pazar, gece-gündüz, sabaha kadar insanların
her türlü aktivitesini yaşattığı bir yerdir. Bir kentin algı noktalarının
kenarlarının Rossi’nin “Architecture Of City” kitabında da bahsettiği gibi
önemli olduğunu düşünüyorum. Kentin yaşaması için bu tür araçlara
ihtiyacımız var.
Salondan: Olumsuzlukları
konusunda 3 tespitim var. İlk olarak rant konusu çok önemli. Sonrasında “Ben
yaptım oldu,” konusu ve de Paris konusu. Rant için örnek vermek gerekirse;
termal suyunun bulunduğu yerde Kükürtlü Hamamı’nın bitişiğinde, belediyenin
tapusu kendisine ait olan 195 metrelik yeri var. Termal su sınırı olduğu
halde, buraya bir adam en az 5 katlı apartman yapmaya çalışıyor. Başka bir
örnek; Balabancık Kalesi ki burası Osman Gazi’nin belki de taşı taş üstüne
koyduğu ilk yer olabilir, koruma alanı olmasına rağmen burada Çobanbey Yapı
Kooperatifi adı altında o zamanın belediye başkanının da üye olduğu 200
dairelik bir inşaat yapılmaya çalışılıyor. Kale içinde, eskiden cami, türbe,
mescit ve mezarların bulunduğu, koruma alanı olması gereken bu yerde inşaat
yapılıyor. Oysa danıştayın, idare mahkemesinin ihtar kararı var, yani
yasaklı alanlarda inşaatlar yapılyor. Rant, taviz ve “Ben yaptım oldu”nun
olmaması lazım.
Salondan: Sanayi devrimi,
toplumları değiştiren önemli bir olgu. Bununla beraber yeni bir yaşam şekli
ve üretim ilişkileri ve kentsel dönüşümler yaşandı. Bursa da malesef bu
sürecin içinde. Tarihe de baktığınızda içinde yaşadığımız dönem sanayi
devrimini yaşadığımız dönem. Kentlerdeki geleneksel yaşam parçalanıyor.
Kentte cahil kesimden oluşan yeni bir kesim topluma damgasını vuruyor. Benim
çocukluğumda çevresine ağaçlar dikilen yapılaşma alanları vardı. Günümüzde
böyle değil. Hazır beton dökülüp kaçak olarak yapılaşan yapılar var. İçinde
rahat yaşamak amaçlı konutlar değil, rant amaçlı konutlar bunlar. Eskiden
ağaç dikilirken bugün cami yapılıyor ve bunun çevresinde yapılaşmalar
oluyor. Gelen yönetimler de, oy toplamak için, rant peşinde oldukları için
bunlara ses çıkartamıyor. Fakat kentlileşen halk, Bursalıyım diyen ve
Bursa’da bir yaşam kalitesi isteyen halk yönetime el koyacaktır. Şu an bunun
sancıları yaşanıyor. Böylece kenti kentli şekillendirecektir. Altınşehir ve
Bademli’de kaçak yapılaşma var. Burada 2-3 katlı yapılar var. Bunları
yapanlar kentte belli bir gelir seviyesine ulaşan insanlardır. Burada mimara
düşen görevde iki tür tanım ortaya çıkıyor. İlki kente dışarıdan gelip
yöresel bağlantılar dolayısıyla kent içinde iş yapan mimarla, diğeri ise
kurallara uyan mimarlar. Yaşadığımız süreç bizim kentsel dönüşüme geçtiğimiz
bir süreç. Bursa’nın kendi değerlerini oluşturduğu bir süreç. Paris ve
Londra gibi ve ileride İstanbul da böyle olacaktır bu süreçte. Ama kentin
göç alması ve değerlerinin değişmesi, gelir düzeyini düşmesi sonucunda
birçok olumsuzluk da kentte yer alabilir. Bu mimarlığa da yansır. Mesela
Altıparmak’a gelirsek, burada 2-3 katlı binalar yıkıldı yerine otopark
fırsatı da verilmeden 7-8 katlı apartmanlar yapıldı. Bunu yapan da mimardır
ve ona olanak sağlayan da belediyelerimizdir. Mesela öğrendim ki,
mimarların, şehir bölge planlamacılarının birçoğu kaçak yapılaşma olan
bölgelere imar planı hazırlıyorlar ama bunların çoğu uygulanmıyor. İlginç
bir örnek daha; Başbakanımızın Bursa’da da temelini attığı 11 okulluk bir
proje var ama projesi daha Mimarlar Odası’na gelmemiş. Gelişmekte olan
toplumlarda mimarlığı mimarlık olarak yapmak isterseniz, sorumluluk çok ağır
ve gerçekten zor iş.
Atilla Yücel:
Mimari derken binalardan söz ettik ama mekandan fazla söz etmedik. Bursa
özelinde, Tanzimat Dönemi’ndeki müdahalelerden itibaren, yani modern dönem
yapılarından, bana ilginç gelen 2 yapı var. “İlginc”i pozitif anlamda
kullanıyorum. Bu binaları çok beğendiğim anlamına da gelmiyor ama bu
binalarda pozitif bir yan var. İlki Ahmet Mithat Paşa dönemi yapısı olan
eski belediye binası, Şevki Vanlı ve Ersen Gömleksizoğlu’nun Merkez Bankası
binası. Birbirinden farklı 2 örnek. Bir tanesi kendi çizdiği yol genişletme,
aks çerçevesinde, çevresindeki hanlar ve camilerle ölçek ve geometri
ilişkileri içinde ve kimlik farklılıkları içinde. Yeni kurumun, belediyenin
yapısını oluşturma iradesi içinde son derece ilginç bir yapı. Bugün bu eve
benzeyen yapıyı çok normal karşılıyoruz. Onun ötesinde okunması mümkün ve
gerekli olduğunu düşünüyorum.
Kaynak:
https://www.arkitera.com/haber/tanri-bursayi-yeni-mimariden-korusun/ |
|
|
|
|
|