|
|
Uludağ’ın tarih sahnesindeki ilk adı “Hep Parlayan” anlamına gelen Olympos.
Olympos, doruğu bulutların üzerinde kalan, tanrıların ve tanrıçaların
havasını soludukları bir dağ olarak tanımlanıyor.
Kaynaklara göre: Milattan önce 2000 yıllarında, Hititler döneminde var olan
Luvilerden bu yana Uludağ, Olympos adını taşıyor. Sümerlerde de görkemli,
gösterişli dağlar tanrıların yurdu sayılıyor.
İnsanın ve uygarlığın gelişim sürecinde, dünyanın büyük oranda sularla kaplı
olduğu sanılıyor veya öyle olduğuna inanılıyordu. Bu nedenle İnsanoğlu
yaşamını, suyun erişemediği noktalarda dağlar ve buralardaki mağaralarda
sürdürüyorlardı.
Ve bu dağların ulaşamadıkları doruklarında tanrılarının yaşadığına
inanıyorlardı. Doğal felaketler, yağmalar ve salgın hastalıklar yüzünden
yaşadıkları kentlerden kaçmak zorunda kaldıklarında daima dağlara sığınmayı
tercih ediyorlardı.
Yunan mitolojisinde Olympos dağında Baba Tanrı Zeus ve diğer on iki tanrı
oturuyordu. Homeros’a göre Baba tanrı Zeus Troya savaşını Olympos’un
zirvesinde, beraberinde diğer tanrılarla birlikte seyretmişti.
Anadolu’ da bilinen ve Olympos olarak adlandırılan 20’dan fazla dağ vardır.
Antalya/Çıralı'dan Nemrut’a, Kaz Dağları'ndan Manisa/Spil’e ve Uludağ’a isimler hep Olympos.
Halikarnas Balıkçısı'na göre Uludağ, Anadolu’daki Olympos’lar arasında en
görkemlisi ve kimi araştırmacılara göre mitolojinin kaynakları arasında
gösteriliyor. Cevat Şakir Kabaağaçlı 1954’de yazdığı Anadolu Efsaneleri ve
1955’de yazdığı Anadolu Tanrıları gibi mitoloji kitaplarında bundan
bahsediyor.
Ama mitolojideki en ünlü Olympos dağı Yunanistan’da, Teselya’da ki 2911
metre yüksekliğindeki Teselya Olimposu.
MÖ 1. Bin: bu topraklarda Mysialılar ve Bitinyalıların
olduğu dönem. Saturnino Ximenez adlı gezgine göre her iki kavimde uzun
yıllar bu dağı paylaşamıyorlar. Her ikisinin de burada hak sahibi olmak
istemelerinden dolayı dağın Bursa’ ya bakan tarafı Bitinya Olimpi, güneye
akan inişi de Misi Olimpi olarak adlandırılıyor.
Hatta Mysialılar daha da ileri gidip dağın ve bölgenin tanrısallığı
nedeniyle Bithynialılara inat olsun diye ülkelerine 'Işık Ülkesi' demeye
başlıyorlar. Tabii dağın adı da Olympos Mysios olarak anılmaya ve bilinmeye
başlıyor.
Dağın eteğindeki şehre ve çevredeki öteki kentlere, Olymposlu tanrılar ve
tanrıçalar adına tapınaklar, anıtlar inşa edilmeye başlanıyor.
Mysialılar’dan sonra Bithynia ve ardından gelen Roma döneminde de Mysia
Olympos’u bölgedeki en kutsal dağ kalıyor.
Dağın daha gerçekçi hikayesi ise Roma’nın pagan inanışından tek tanrılı
inanışa geçmesiyle başlıyor.
Roma imparatoru Constantinus, M.S. 313’de imparatorluğunda yeniden birlik
kurabilmek ve kargaşayı önleyebilmek düşüncesi ile Hıristiyanlığı,
imparatorluğun resmî dini olarak ilân ediyor. Tabi bununla birlikte birçok
yerde manastırlar ve kiliseler kurulmaya başlıyor.
Bu arada imparatorluk topraklarında olduğu gibi Keles ve Orhaneli’de Zeus
kültünün yayıldığı önemli tapınaklar kuruluyor. Bu tapınakların en ünlüsü ve
bilineni Orhaneli Göynükbelen köyü yakınlarında bulunan Zeus Kersullos tapınağı…
Hıristiyanlığın kabulü ile savaşlardan, yokluktan, imparatorun
baskısından kurtulmak isteyen halk ise ilk zamanlarda her türlü serbestlik
tanınan manastırlara sığınmaya başlıyor. Bu arada II. Yüzyıla değin Anadolu’da sık aralıklarla
tekrarlanan afetlerden yeni dinin mensupları yani Hıristiyanlar sorumlu
tutuluyor.
Bu nedenle yeni dini kabul edenler sürek avlarıyla avlanıyorlar,
kovalanıyorlar, sürülüyorlar ve hatta yırtıcı hayvanlara parçalatılıyorlar.
MS III. yy.da ilk Hıristiyanlar Kapadokya’ya geliyorlar ve bölgeyi bir
eğitim ve düşünce merkezi haline getiriyorlar.
M.S. 303 ve 308 yılları arasında Hıristiyanlara uygulanan baskılar iyice
artıyor. M.S. 4. yüzyılda bazı gruplar bugünkü Uludağ’ın değişik bölgelerine
yerleşerek münzevi bir hayat sürdürmeye başlıyorlar. Yani mağaralarda veya
yaptıkları küçük taş kulübelerde inzivaya çekilmeye başlıyorlar.
Uludağ ve çevresinde ilk manastırlar 5. yüzyılın sonlarında kurulmaya
başlanıyor. Bizans imparatoru II. Leon zamanında da ağır vergiler,
savaşlar ve baskılardan kaçınan halkın çoğunluğu manastırlara sığınmaya
devam ediyorlar. Bir zaman sonra Roma ve Bizans’ta vergi veren ve savaşa
gidecek adam sayısı hızla azalıyor.
Kiliselere Hz. İsa’ya ve Hz. Meryem’e, azizlere ve din şehitlerine dair
resimler yapılıyor, heykeller dikiliyor. Halk dini heyecanlarını bunlardan
alıyordu. 716–741 yılları arasında Bizans İmparatoru olan Leon Lizoryen
İslamiyeti örnek alıyor halkın bu inanışlarını putperestlik manasına
algılıyor ve 726’ yılında İsaya, Meryeme ve bütün azizlere ait resim, heykel
ve diğer yadigârların parçalanmasını, yakılmasını istiyor. Bu savaş M.S. 846
senesine kadar tam 116 sene devam ediyor.
Tabi keşiş ve rahiplerde kaçarak Mysia Olympos’unun derin ve karanlık
ormanlarına sığınıyorlar. Bugün Necatibey Meslek Lisesi karşısında bulunan
ve Osmangazi Belediyesi tarafından restore ettirilen Fransız Kilisesi rahibi
Pierre Bernardin Menthon 1935 yılında Paris’te yazdığı Olympe de Bithynie
adlı kitabında Uludağ manastırları hakkında en ayrıntılı bilgileri veriyor.
Uludağ’da kurulan manastırları Nilüfer- Gökdere, Gökdere-
Kaplıkaya ve Kaplıkaya-Deliçay arasında olmak üzere 3 bölgeye ayırıyor.
Uludağ’daki manastırlar hakkında bilinen en detaylı kaynak bu.
Uludağ’da manastır hayatı 8. ve 9. yy’larda ileri dereceye varıyor. En
parlak dönemini 8. ve 10. yüzyıllar arasında geçiren manastırlar, Hıristiyan
inancının ilk yıllarında dünya nimetlerini terk ederek Tanrı’ya ulaşmak
arzusu ile şekillenen bir yaşam tarzının ortaya çıkardığı dini bir
müesseseler haline geliyorlar.
Bu arada 7. yüzyılda Selanik yakınlarında Agion Oros/Aynaroz, 9. yüzyıl
başlarında Bafa Gölü çevresinde Latmos manastırları kuruluyor.
Tabii ki manastırlar tek bir binadan ibaret sayılmamalı. Bir kasaba
hüviyetindeler. Her manastırın işleri, o manastır bulunan papazlar
tarafından görülüyor. Bunlar arasında çiftçi, bahçıvan, ekmekçi, terzi,
kunduracı, duvarcı, doğramacı, dülger sanatlarına vakıf papazlar
bulunuyordu. Aralarında mimarlar, ressamlarda bulunurdu. İyi yazı yazan
rahipler dua ve dini kitaplar yazarak manastırın kütüphanelerini
zenginleştiriyorlar.
Türkler, -olasılıkla 6. yüzyıldan itibaren- bölgeye gelmeye ya da yerleşmeye
başladıklarında, dağda münzevi bir yaşam sürdüren bu insanlar nedeniyle
Uludağ’a, 'Keşiş Dağı' adını veriyorlar. Zaten Oros Ton Kalegeron da aynı
anlama geliyor. Evliya Çelebi bu dağa Keşiş Dağı denilmesinin sebebini,
"Ayasofya’daki patrik ve rahiplerin, perhiz ile uçarak gelip bu dağda
dinlenmeleridir.” diye yazıyor, seyahatnamesinde.
Anadolu’nun Aynanoz’u sayılan Keşiş Dağı'nda, Türkler geldiğinde 147 manastır
varmış. Uludağ’daki manastırların yönetim merkezi ise Menthona göre; şu an
Kurşunlu beldesinde halen ayakta kalan kiliseydi. Elbetteki Uludağ
Mustafakemalpaşa ilçesinden başlıyor ve İnegöl’e kadar uzanan bir silsile
halinde yer alıyor.
Türklerin gelmesinden sonra manastırların yerini tekkeler, keşişlerin yerini
dervişler alıyorlar. Bu bölgede İslamiyet’in yayılışının ardından Müslüman
sufiler, Hıristiyan keşişlerin geleneklerini alarak, dağda birçok inziva
konutu kuruyorlar. Bursa’yı fethederek beylikten devlete doğru büyük bir
atılıma giren Osmanoğlu’nun uleması da, Hıristiyanlık karşısında keşişler
kadar uzlaşmacı ve hoşgörülü davranıyor. Onlara bir takım imtiyazlar da
tanıyorlar.
Osmanlı ne kadar da serbestlik tanısa da birçok manastır terk ediliyor.
Birçok keşiş Aynaroz ve Latmos’a kaçıyorlar veya gidiyorlar. Tabi
beraberlerinde de götürebildikleri değerli el yazmaları ve ikonolar ve diğer
sanat eserleriyle birlikte. Menthon ve Osman Şevki Bey’e göre zaman
zaman Bizans saldırılarından korkan manastır rahipleri bu değerli eşyaların
birçoğunu manastırların yakınlarındaki mağaralarda veya kendi yaptıkları
dehlizlerde saklıyorlar. Çünkü Aynaroz’daki kayıtlarda bu eserlerin birçoğu
bulunamıyor. Her ikisi de detaylı inceleme yapıldığında bulanabileceklerinden
eminler.
Burada ilginç olan konulardan bir başkası; manastırlarda yüzlerce rakip,
keşiş yaşamasına rağmen hiç birinin mezarları bulunamıyor. Bir diğeri bu
manastırların ünlü başrahipleri birden bire ortadan kayboluyorlar. Hiçbir
şekilde nereye gittiklerine dair bilgi ve belge yer almıyor. Abdal Murad
adlı derviş Bursa’nın fethinden hemen sonra terk edilen ve Hıristiyan dönemi
için çok kutsal alanlardan biri sayılan Trikalis zaviyesini tekke haline
getiriyor.
Trikalis zaviyesinin 200 metre üzerinde Aziz
Constantin manastırı bulunuyor. Bu Yahudi dönmesi Hıristiyan papaz’da
Hıristiyanlığın gizemlerini fısıldayan hoş ve gizemli bir ses duymaya
başlıyor. İznik’te gökten kendini çağıran bir ses ve önünde parlak bir ışık
görüyor. Gökten gelen sesin davetiyle ışığın peşine düşüyor. Ve ışık onu
Olimpos Dağı'ndaki Phlubute Manastırına götürüyor.
Aynı şekilde Emirsultan’da Pınarbaşı’ndaki Gâr-ı âşıkan denilen mevkii
geldiğinde peşine takıldığı kandiller sönüyor. Burada kendine bir mekân
kılıyor. Bir süre burada münzevi bir hayat geçiriyor. Daha sonra
Tophane’deki Agorlar manastırının olduğu yerde kendisine bir tekke
kurulmasına izin veriliyor. Türkler gelince Uludağ’daki tüm keşişlerin
kaçtıkları ve yerine dervişlerin tekke kurduğu söylense de, 15. yüzyıla
kadar Uludağ’da Hıristiyan keşişlerinin varlığı biliniyor.
Tarihçi Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu, Uludağ Üniversitesi Dergisinde Bursa’nın
fethi sonrasını şöyle anlatıyor: "Eski kilise ve manastırlar yerinde
kalmıştı. Örneğin Uludağ’da Alakilise, Akçakilise, Kızılkilise adı ile
anılan köyler oluştu. Geyikli baba, Babasultan köyü yakınlarındaki
keşişleri ziyaret ediyordu. Daha sonra Emir Sultan’ın da dağda yaşayan bir
keşiş ile sohbet edip birbirlerini ziyaret ettiği rivayet edilir. Bu
dönemden itibaren Olympos, ‘Keşiş Dağı’ olarak anılmaya başladı. Keşiş Dağı
böylece Buhara’dan, Bel’den, Horasan’dan doğup Bağdat, Şam ve Hicaz’ın
sularında yunup gürbüz bir aşı halinde gelip konanlarla belki de daha bir
doğallık ve inanırlıkla 'Ruhban Dağı' olma özelliğini sürdürdü."
Fatih’in 1453 Mayısındaki fethinden sonra sayısız gezgin adeta yeni başkente
akın eder. Gezip görür, yazar çizer ve sonrasında ille de imparatorluğun ilk
başkentine düşer yolları…“Bu dağa Keşiş Dağı denilmesinin sebebi,
Ayasofya’daki patrik ve rahiplerin, perhiz ile uçarak gelip bu dağda
dinlenmeleridir.” Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinin Uludağ’ı anlattığı
“Ruhban dağı, yani keşiş dağı mesiresi” adlı bölümüne böyle giriş yapıyor.
“Ve nice canlar seyishane ve diğer birkaç çadırlarla Bursa’dan çıkıp güney
tarafındaki Pınarbaşı’ndan yokuş yukarı beş saat gidip Gazi yaylası
menziline vardık. Orhan Gazi Bursa’yı bir yıl kuşattığı vakit, bu yaylada
Müslüman gaziler, muhafaza kasdıyla kaldıkları için Gazi Yaylası derler.
(Galiba devetarla altından bahsediyor. Cilimboz kaynağı) Buradan Bursa şehri
baştan ayağa görünür. Bir küçük halici vardır. İçinde çeşitli alabalıkları
bulunur. Oradan baş yukarı yine 5 saatte Sobran menziline (Zeynilerin üstü)
vardık. Kestane ormanlı büyük bir yayladır. Bunun göllerinde alabalık
vardır. Osmangazinin kırk bin koyununun dölünden türeyen nice yüzbin koyunun
burada yaylanır”. Sabahleyin yine hayvanlara binip kıble tarafına baş yukarı
çıktık ve üç saatte Bakacak’a geldik.
Lamii Çelebi Kanuni Sultan Süleyman’ın Bursa
ziyareti nedeniyle tahminen 1522 de yazdığı 638 beyitlik şiiri Şehrengiz-i
Burusa’nın uzunca bir bölümünde Uludağ’ı anlatıyor.
İngiltere Elçiliği Kilisesi başrahibi Robert Walsh Bursa, Uludağ ve
Emirsultan adlı eserinde tanrıların dağı Olympos’un eteklerine tutunmuş
Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa ve Uludağ için şunları yazıyor; Bu kentte
daima, gören herkesin gözünde hoş bir yer olmasını sağlayan bir sürü özgün
cazibe ve özellikle Türklere hoş gelen, kendine özgü bazı nitelikler vardır.
Görkemli bir dağın eteğine kuruludur, ardındaki ulu bir ormanın kucağına
yaslanır ve önündeki tatlı bir eğim üzerinde doğanın en zengin parçası
vardır. Orman görünümünden yukarıya doğru yükselen yüce dağın dimdik,
günışığıyla parıldayan ve aşağıdaki koyu renkli ve sık yapraklı ağaçlarla
tam bir kontrast oluşturan ebedi karlarla kaplı tepeleri göze çarpar. Sıcak
geçen dokuz ay boyunca, donmuş yüzeyler üzerine düşen yaz ışıkları bin
şelaleyle dağın yamaçlarından düşen, hiç tükenmez saf ve berrak su
akıntılarını aşağıya indirir. Hızla akıp giden bu çağlayanların bazıları
kentin içinden akar ve kızgın bir atmosfer altında, termometre 35
derecedeyken, her caddeden, kıvrılarak akan buz gibi bir su dereciği geçer.
Kente böylesi bir serinlik ve zindelik veren sular daha sonra aşağıdaki
düzlüklerde akarsular, çaylar oluşturur ve daha ötesi hep sıcaktan kavrulan,
kıraç topraklarla çevrili bu gözde yere inanılmaz bir yeşillik ve bereket
verir. Derler ki, “Doğa Bursa’yı Türkler için yaratmış”…
1840’lı yıllarda Bernard ve 1880’li yıllarda Bursa’ya gelen Marie de Launay,
birçok Avrupalı gezgin gibi Abdal Murat tekkesinde asılı bulunan 4 arşınlık
kılıcın ünlü Şarlman'ın yeğeni Kont Roland'ın kılıcı olduğunu iddia
ediyorlar. Bu ünlü tahta kılıcın bir kısmı Sultan I. Ahmet tarafından
kestirilip hazineye gelir sağladığını yazıyorlar.
Tavarih-i Al’i-Osman’a göre; Geyikli Baba
Keles’te bugünkü adı Kemaliye olan Kızıl-Kilise’yi kendi kılıcıyla alıyor. (İbni
Kemal, II-92) Gerçekten de arşivlerde Geyikli Babanın bu savaşa katıldığına
ilişkin bir belge bulunmuş. Geyikli baba hakkında Amerikalı Türkolog Heath
H. Lowry, 1996 yılındaki Uluslararası Bursa Araştırmaları Kongresi’nde
şunları söylüyor: “Tekke önünde, Bizans döneminden beri kullanıldığı
anlaşılan güzel bir çeşme vardır. Halk arasında bu çeşmeyle ilgili
söylentiler olup, yalak üzerinde el ve ayak izine benzeyen aşıntıları,
Geyikli Baba’nın bir dokunuşuyla yaptığı söylenir. Oysa, olasılıkla
Hıristiyan vaftiz havuzu olan bu kutsal yalağa dikkat edilirse, üzerinde
tahrip edilmiş bir haç vardır. Bizans döneminde Aziz Constantin’in de,
vaftiz yerinden çıkarken havuz üzerinde ayağını bastığı yerde ayak izleri
çıktığı söylenir."
Seyyah Charles Texier 19. yüzyıl Anadolu’sunu en iyi anlatan
yabancılardan kabul edilir. 1834-1837 yılları arasında Anadolu’yu geziyor.
Pek çok bakımdan önemli bir kaynak olan Asia Mineure (Küçük Asya) isimli
kitabında, Bursa ile ilgili gözlemlerine yer verdiği bölümde şunları
yazıyor: “Bizans İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin
gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu.” Aynaroz
Dağı’nda (Yunanistan) olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva
konutları vardır. “Şehrin gürültüsünden kaçtıkları” doğru olsa bile, vahşi
hayvanlar gibi kovalanıp, avlanıp buralarda yaşamaya, gizlenmeye mecbur
bırakıldıkları da doğrudur. İkon kırıcılığı devresi, doğu kilisesine karşı
sonuçları günümüzde de sürüp giden bir kıyım ve yıkım dönemidir.
Müslüman halk arasında ise keşişlerin kerametine ve özellikle de bu dağda,
'cidden hikmet' gösterdiklerine inanılıyormuş. Tabi Uludağ sadece keşişlerin
değil Türkmenlerin ve Yörüklerin de yurdu oluyor. Özellikle dağın güney
tarafları… Uludağ manastırların yanı sıra ticaret kervanlarına da geçiş
güzergâhı oluyor. Şimdi kar çukuru denilen yer başta olmak üzere dağın
birçok yerinde Osmanlılar zamanında buz kuyuları kurulmuş.
Bu dağın karı, Türk imparatorluğunun rahatını ve keyfini yerine getirdiği
gibi, hazinesinin de hatırı sayılır bir bölümünü oluşturuyor. Bu karlar
Osmanlı Padişahlarının öz malıdır ve bunu her türlü tarım ürününden daha
pahalıya satan müstecirlere kiralıyorlarmış. Bu kişiler şimdilerde
Kadıyayla’ya çıkan batı patikasından katırlarla Uludağ’a çıkıp büyük bölümü
saraya ve kalanı da halka satılmak üzere kar indiriyorlarmış. Hatta bugün
Bursalı Buzcular ailesinin elinde dağın buzlarının bu aileye verildiğine
dair birde padişah fermanı bulunuyor.
Şimdiki Bakacak o dönemlerde de aynı adla anılıyor. Osmanlı döneminde
görevliler gökyüzünde Ramazan ayının başlangıcını müjdeleyen hilali görmek
için burada konaklarlarmış. Gördüklerinde de büyücek bir ateş yakıp
Ramazan’ın geldiğini duyururlarmış
Bursalılara. Uludağ yamaçlarındaki yaylalarda, mesire yerlerinde Bursalılar
günlerini geçiriyorlar. Osmanlı düzeninin 16. yüzyılın sonlarından itibaren
sarsılmaya başlaması, Uludağ’da kurulan düzeni de temellerinden sarsmaya
başlıyor. Dağ çetelerin kaynaştığı tehlikeli bir mekân haline geliyor.
Kervan yolları ve konaklama yerleri yeterince korunamadığından işlekliğini
yitiriyor. Şehirlerarası, bölgelerarası ticaret ve taşımacılık, kelle
koltukta yürütülebilir işler arasına giriyor. Ticaret sönüyor. Dağiçi
köyler, ekip biçtikleri alanları terk ediyorlar.
Hayvancılık yok oluyor. Yörük pınarları, Yörük obaları ıssız viran oluyor.
Dağdan Padişah sarayı başta olmak üzere İstanbul ve Bursa’nın gereksinimleri
için buz ve kar indiren karcılar bile, bu görevlerini yapmakta zorlanmaya
başlıyorlar.
Öyle ki, eşkıya yollara pusu kuruyor, can alıyor, mallarını gasp ediyor.
Bursa’nın hanlar bölgesi ile çevresini saran mahallelere korunma amacıyla
surlar inşa ediliyor.
Yine eşkıya baskınlarının birinde hanların bir kısmı ateşe veriliyor.
Uludağ’ın bu şekilde bozulan düzeni, dağın orman, bitki ve hayvan varlığı
üzerinde de olumsuz sonuçlar yaratıyor.
Başıboş hale gelen kerestecilik, odun kömürü üretimi ve neden olduğu
yangınlar kent yakınlarındaki orman varlığına önemli ölçüde zarar veriyor.
Uludağ böylece korkulan bir yer haline geliyor.
Sene 1925… Yaz ayları, Bursa Öğretmen okulu müdürü Hakkı Baha Bey’in önayak
olmasıyla Uludağ’a çok sayıda öğrenci ve öğretmenin katıldığı bir inceleme
gezisi yapılıyor. Geziye, Öğretmen Okulu Öğrencilerinin tümü, İstanbul
Öğretmen Okulundan 30, Siyasal Bilgiler Okulundan 10 ve Bursa Lisesinden 25
öğrencinin yanı sıra, Bursa’daki ilkokullarda görevli 20 bayan öğretmen ile
ortaöğrenim okullarında görevli coğrafya ve tabiat bilgisi öğretmenlerinin
tümü katılıyor. Grupta Harita Müdüriyeti’nin Ankara’dan görevlendirdiği
topograf Dr. Osman Şevki Bey de bulunuyor…
Kalabalık gezi grubunun dağdaki incelemesi 10 gün sürüyor. Grubun bir
toplantısında –gezi başkanı Baha Bey’in de teşvikiyle- dağın adının Uludağ
olarak düzeltilmesi gereğinde birleşiliyor. Osman Şevki Bey ise Uludağ
mecmuasında çıkan bu tür haberi yalanlıyor ve Uludağ adının Baha bey değil
kendisi tarafından düşünüldüğünü ve önerildiğini yazıyor.
Dr. Osman Şevki Bey, gezi ve sonuçlarına ilişkin Ankara’ya ilettiği
raporunun sonunda "Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş Dağı
diyoruz. Garbî Anadolu'nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma baktım; ne
keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi altında mustaripti.
Halk bu ismi sevmiyor, haklıdır. Olemp kelimesi de halkımızın diline uygun
değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ
diyelim" şeklinde öneri getiriyor.
Genel Kurmay Başkanlığı öneriyi olumlu buluyor. O yıllarda Erkân-ı Harbiye
Reisi olan Mareşal Fevzi Çakmak ise cevaben şunları yazıyor: "Uludağ ismi
muvafıktır. Harita dairemize emrettik, haritalarını bu suretle tashih
edecektir. Orduya da tamim edilmiştir. Ayrıca Dâhiliye Vekâleti nezdinde
dahi teşebbüs ederek Keşiş dağı’na Uludağ denmesi memlekete bildirilmiştir."
1. Coğrafya Kongresinde bu önerisini ısrarla tekrarlıyor. Hatta bu kongreden
çıkan sonuca göre Kuzey Ege’nin iklim özelliklerine sahip olan Uludağ,
Bursa’nın sembolü olması nedeniyle Marmara Bölgesi sınırları içerisine
dâhil ediliyor. İçişleri Bakanlığı da, dağın yeni adının Uludağ olmasını ve
haritalarla kitaplarda bu şekilde düzeltilmesini, coğrafyanın değişmesini
kararlaştırıyor.
Öneriyi Ankara’ya iletmekle kalmayıp takipçisi de olan Osman Şevki Bey,
soyadı yasası çıktığında Uludağ soyadını alıyor. Osman Şevki Uludağ’ın
bölgeye ilişkin çalışmaları sonrasında 1936 yılında, Hıristiyanlara ait
dinsel yapıları değerlendirdiği, gezip yerlerini bulduğu ve harita üzerinde
işaretlediği 76 sayfalık bir kitap da yazıyor.
Türkiye’ de atletizm antrenörü olarak görev yapmakta olan Abraham adlı bir
Alman, 1933 kışında Uludağ’da birkaç gün süreyle kalıp fotoğraflar çektikten
sonra dönemin Bursa valisi Fatin Güvendiren’le bölgenin bir kayak sporu
merkezi haline getirilebileceği konusunda bir görüşme yapıyor.
Abraham’ın İstanbul’a dönmesinin ardından Galatasaray Lisesi
öğretmenlerinden Giyolet adlı kişi de Bursa’ya gelerek tek başına Uludağ’a
çıkıyor ve Bakacak yakınlarında kurduğu çadırında birkaç gün konaklıyor. Bu
ikilinin verdikleri bilgiler ışığında, dönemin İstanbul vali ve belediye
başkanı Muhittin Üstündağ’ın yeğeni Bülent Üstündağ 30 dolayında arkadaşıyla
birlikte Nisan 1933’de Bursa’ya geliyor ve Uludağ’a çıkarak bir hafta
kalıyorlar. Bu gelişmelerin özendirmesiyle on kişilik bir girişimci kurul
oluşturularak aynı yıl Bursa Dağcılık Kulübü kuruluyor.
Kurucular arasında bulunan Erkek Sanat Enstitüsü öğretmeni Selahattin Dacı,
Avrupa’dan getirtilen kayakları örnek alarak okulda kayak imalat
gerçekleştiriyor. Batonlar ise bambu kamışlarından imal ediliyor. Sonraki
yıllarda yurt dışından da kayak ve giyim malzemeleri getirtiliyor.
Bursa’da kayak sporu etkinliklerinin başlangıç döneminde
vali Fatin
Güvendiren (15 Aralık 1926-17 Haziran 1933) Uludağ’ da 17 odalı bir otel
yaptır ise de yeterli donanım bulunmayışı nedeniyle bu otel ancak yaz
aylarında hizmet verebilmekteydi. Bu durum karşısında dağcılık kulübü, CHP
il örgütünün de katkılarıyla Uludağ Cennetkaya mevkiinde 110 yataklı bir
kayakevi yaptırıyor. Bu kayakevi Türkiye genelinde bir ilk oluyor.
Sömestre tatillerinde Gazi Eğitim Enstitüsü, Yüksek Ziraat ve Mülkiye
mektepleri öğrencileri kalabalık guruplar halinde gelerek kayak eğitimi alır
ve spor yaparlardı. Daha sonraları spor yapanların güvenlikleri açısından
İmdat evi (Doğlubaba), Karabelen sığınağı ve Otel Gözü (Kirazlıyayla)
binaları inşa ediliyor.
1940’lı yıllara gelinceye değin, köylü ve bazı sporcuların yararlandıkları
patikalar dışında Uludağ’a iki çıkış yolu tercih edilmekteydi. Bunlardan
birincisi, Kulübün yaz ve kış tarifeli olarak düzenlediği otobüs seferleri
idi. Otobüsler kar durumuna göre Doğlubaba ve Kirazlıyayla’ya kadar çıkar;
bundan sonra yürüyerek veya kayak yaparak Kayakevi’ ne veya otele gidilirdi.
İkinci yol ise daha zorlu idi Unçukuru-Karabelen yolundan yaya veya katırla
çıkış yapılırdı. Bu yoldan Uludağ’ çıkacaklar, bir gün önceden kulübe
başvurarak katır kiralardı. Bu ikinci yolda Karabelen’de ki İmdat Evinde
sona erer, buradan yaya veya kayak yaparak otel bölgesine ulaşılıyormuş.
1939 yılında Uludağ’da İl Özel İdaresince Büyük Otel yaptırılıyor ve
sonrasında Uludağ’dan öncelikli olarak kayakçılar yararlanmaya başlıyorlar.
Bursa’nın tükettiği yıllık 120 milyon metre küp suyun neredeyse tamamının
kaynağı Uludağ’dır.
1940 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Uludağ’ın suları Bursa Belediyesinin
kullanımına veriliyor. Küçük Zirvenin arka yamacındaki Agraz pınarından
doğan Nilüfer çayı ve Wolfram madeni ile bugünkü 2. gelişim bölgesi arasında
kalan Kırkpınar kaynakları Bursa’nın en büyük içme suyu kaynaklarıdır.
Sonrasında Kırkpınarlar bölgesi, Bursa Hıfzısıhha Kurulu’nun 8.1.1998 günlü
kararı ile 'İçme Suyu Koruma Alanı' olarak ilan ediliyor.
1940’lı yıllardaki yapılaşma ile birlikte otellerin atıkları Sarıalan
deresi yoluyla Kaplıkaya deresine deşarj ediliyor.
Uludağ, Bursa’lıların 1960 yılında
kurdukları Uludağ’ı Sevenler Cemiyeti girişimleriyle 20.09.1961 gün ve
6119-5 sayılı Bakanlık oluruyla 6831 sayılı orman yasasının 25. maddesine
dayanılarak Milli Park olarak ilan ediliyor. Milli Park ilanı içinde Bursalılar o tarihteki koşullarda, günlerce süren gösteriler yapıyorlar, kentin
ana caddelerine 'ULUDAĞ’ I KORUMAK İSTİYORUZ, ULUDAĞ MİLLİ PARK OLMALIDIR'
diye pankartlar asıyorlar. Milli Park ilanında yüzölçümü 11 bin 338
hHektar olarak belirleniyor. Daha
sonraki yıllarda bu alan 12.762 hektara çıkarılmıştır.
Botanikçi Mayer’in fark etmesi ve sonrasında yaptığı araştırmalar sonucunda
Uludağ, farklı yükseltilerin farklı orman topluluklarıyla karakterize
edilmesi ve 45 dakikalık bir araç yolculuğuyla bu alanların görülebilmesi
nedeniyle bilimsel ve görsel açıdan özel önem taşıdığı gerekçesiyle dünya
ormancılık literatürüne giriyor.
1962 yılında Bursa Uludağ karayolu üzerinde 80 hektarlık bir alan üzerinde
kurulan Yeşil Tarla geyik üretme istasyonunda geyik üretme çalışmaları
yapılma başlanıyor.
1963 yılında İsviçreli Won Roll firmasınca yapılan teleferik, teferrüç-Kadıyayla
ve Sarıalan arasında seferlerine başlıyor.
1983 yılında Milli Parklar Kanunu çıkarılıyor.
Bugüne kadar yapılan çalışmalarda Uludağ’da 108’i endemik 791 bitki türünün
yayılış gösterdiği tespit edilmiş. Ayrıca endemik olmayan ancak nadir
bitkiler listesinde yer alan pek çok tür Uludağ’da bulunmaktadır. Aynı zamanda dünya ölçeğinde nesli
tehlike altında olan 3, Avrupa ölçeğinde nesli tehlike altında olan 54 bitki
türünün yaşam alanlarını oluşturmaktadır.
Bu arada bilindiğinin aksine Parnassius Apollo kelebeği Uludağ’a özgü değil.
2 bin metrenin üzerindeki dağlarda yaşıyor. Yalnız pek de bilinmeyen şu ki
Küçük Zirve'nin güney yamacında, Aras Vadisi'ne kadar olan bölgede yaşayan 3
tür kelebeğin Apollo'dan daha değerli olduğu biliniyor.
|
|