Vaktiyle
her Süleyman’dan içeri bir
Hazreti Süleyman
varmış; alnında peygamberlik nuru yanar, başında hükümdarlık tacı parlarmış;
Allah ona “mührü
Süleyman”
derler tılsımlı bir mühür ihsan etmiş; bu sayede dağa taşa hükmeder; kurda
kuşa sözü geçermiş…
Oturduğu
taht desen ne altın, ne fildişi; ya cin, ya peri işi bir tahtırevanmış! Dur
derse durur; yürü derse yürür; uç derse uçarmış. Böylece dünyanın dört bir
yanını dolanır; ağlayanla ağlar, gülenle gülermiş.
Günlerden bir
gün tahtına kurulur; sağ yanına sağ vezirini, sol yanına sol vezirini alıp
havalanır göklere…Dağlar eğim eğim eğilir; yollar erim erim erir; bir göz
yumup açıncaya kadar gelir,
dağların dağı Uludağ’ın
tepeciğine iner, bakar ki, ne baksın! Bu dağın bir kanadı ses, bir kanadı
renk; bir kanadı su, bir kanadı ışık!
Hazreti
Süleyman:”Yaratan neler yaratıyor!” diyerek parmağı ağzında kalakalır. Neden
sonra kendine gelip sağına döner, sağ vezirine:
“A benim vezirim; sen çok gezdin, çok gördün;
imdi dünya gözüyle bakınca bu yerleri nasıl görüyorsun?” diye sorar.
Sağ vezir: “Ey benim sultanım, efendim; Allah
her güzelliği buraya vermiş ama bunları görüp duyacak, derleyip koklayacak
biri olmadıktan sonra neye yarar? deyince, Hazreti Süleyman bu söze mührünü
basar. Sonra sola dönüp sol vezirine:
“A benim vezirim; sen çok yaşadın, çok
bilirsin; dünyada bu güzelliklerden üstün bir güzellik daha var mı?” diye
sorar.
Eflatun Cem Güney (1896-1981)
Sol vezir de aynı dilden cevap eyleyip: “Var
sultanım, var! Öyle ya, dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir ama, gönül
yaylasını saran insan sesi daha güzeldir…Burcu burcu kokan güller güzeldir
ama, hiçbiri gül yanaklar gibi domur domur açılmaz. Şu uçsuz bucaksız mavi
su güzeldir ama, bir damla gözyaşının, yanan yüreklere verdiği ferahlığı
veremez. Şu pırıl pırıl gökyüzü güzeldir ama, hiç bir ayın ondördü sultan
gibi, ay ile bahsedip gün ile doğamaz.” deyip kesince, Hazreti Süleyman bu
söze de mührünü basar ve son sözü kendi alır:
“Ey benim
vezirlerim; ikiniz de ağzı öpülecek adamlarsınız; bu yerlerin bir ‘insan’
eksiği var. Dediğiniz gibi bu güzellikleri görüp duyacak biri olsaysı, ya
dile getirir, ya tele getirir de, böyle kaybolup gitmezdi, bu bir! Üstelik
bunlara her güzellikten üstün bir de insan güzelliği katılırdı, bu iki!
“İmdi, siz de benim bu sözüme bir ‘mim’ korsanız, şu yaylaları yurt
edinelim.. Bir saray yaptıralım, köşkü beraber; içinde bahçesi, suyu
beraber... Bu saraya
güzeller güzeli Belkıs’ın
tahtını kuralım; bu bahçeye de dilediği gülü, bülbülü konduralım ve lakin
köşkün anahtarı bende kalsın!”
Vezir vüzerası mim koymaya kalmaz; dağ taş dile
gelip: “Belkıs, Belkıs!” diye inim inim inler... Hazreti Süleyman o saatten
sonra tezi yok, perilerini başına toplayıp onlara danışacak olur, ama
perilerden bir peri, niyetini gözünden okuyup ağızsız dilsiz anlatır ona:
“Ya Süleyman;
‘Can
kavmi’ derler
bir kavim vaktiyle buralarda bir şehir kurmuştu ama ‘Cin
kavmi’
dedikleri kavim de bu şehre göz koymuştu. Bin yıl dövüştüler durdular ya,
son sonu ne onlara kaldı, ne bunlara; tufan erişip sular altında kaldı
şehir! İşte bu dağın eteğinde gördüğün göller, göl değil, o tufanda göllenip
kalmış sudur; o şehir de, sözüm ona, bu göllerden birinin altında yatıp
duruyor…” deyince, Hazreti Süleyman mührü Süleymanı basar, vüzerası da birer
mim kor bu söze…
Bunun üzerine su perileri sulara dalar; gölleri
boşaltıp can şehrini ortaya çıkarırlar. Dağ perileri de dağlara tırmanır,
getirecekleri kadar getirip, mermer taş, mermer direk bir saray kurarlar,
köşkü beraber, bahçesi, suyu beraber.
Periler bu
hayhayda iken, Hazreti Süleyman kuşun kanadıyla her yana haberler gönderip
cümle
ela gözlüleri
buyur eder. Nerde var nerde yok, ela gözlüler de gelir, bu şehre yerleşir;
Belkıs Sultan
da varıp sarayına, tahtına kurulur; şehir şehir olur, saray da saray!
Sağ vezir bunu
sağ gözüyle görür: “Cennet
burası!” der;
meğer sol vezirin bir kulağı biraz ağırmış; bu sözü “Cennet
Bursa!”
anlamasın mı? O gün bu gün, bu şehrin adı “Bursa”
kalır.
Şehrin
anahtarı kendisinde ya, Hazreti Süleyman da yılda bir kez olsun, felekten
bir gün çalıp Bursa’ya gelir, Belkıs Sultan’la murat alıp murat verir. Eh
fani dünya kimlere kalmış ki onlara kalsın, ömürlerini yakalarına dikmediler
ya! Bir gün ikisi de bahtını yellere, tahtını ellere bırakıp bu dünyadan
göçüp giderler, ama gel zaman git zaman, Bursa,
Bursa olarak
kalır.