1947 yılıydı. Demokrat Parti
Bursa il merkezinde birkaç kişi sohbet ediyorduk. Aramızda Sadık Şendil ve
Hayri Terzioğlu vardı. Terzioğlu, beni ve Şendil’i alıp aynı apartmandaki
kendi dairesine götürdü:
“Size bir sürprizim var, öğle yemeğini
birlikte yiyeceğiz”.
Terzioğlu’nun İskender Kebapları bizim
için sürpriz değildi. Hizmetçisi Ester’in köfteli pilavı da ünlüydü. Ama
bunlar sürpriz olamazlardı. Ben ve Sadık, sürprizin ne çıkacağını merakla
beklerken Terzioğlu’nun sesi duyuldu:
“Buyurun beyler, yemek odasına”
Odaya girdiğimiz zaman masanın kenarında
bir genç oturuyordu. Hayri:
“Yeğenim Zeki” dedi, “güzel sesi var,
dinleyeceksiniz. Sürpriz dediğim işte bu”.
Gencin elini sıktık ve masaya oturduk.
“Yeğenim Zeki” tanıtması kafama takıldı.
Terzioğlu’nun yeğeni vardı ama adı Zeki değildi. Bu yeğen nereden çıkmıştı?
Üstelik bu Zeki’nin yüzü bana hiç de yabancı gelmiyordu, anımsıyordum. Çok
yakınlarda bir gün, Tayyare Sineması’nın önünde, sinemanın makinisti ile
kollarını birbirlerinin omuzlarına atmışlar, resimleri seyrediyorlardı.
İkisinin de sarhoş oldukları belli oluyordu. Dikkatlice baktım. Zeki denilen
bu genç Tayyare Sineması holünde gördüğüm gençti.
Birer kadeh öğle rakısıyla birlikte Zeki
Bey şarkılara başladı. Ben ve Sadık, o yıllarda alaturkadan pek
hoşlanmazdık. Ama alaturkacı Hayri Ağabey zaman zaman sesi güzel ya da
icrası güzel olan sazcıları masasına çağırır, bunları bize dinletmekten
hoşlanırdı. Biz de böylece yavaş yavaş alaturkaya ısınmış olduk.
Zeki Beyin sesi güzel, yumuşak ve sıcaktı.
Üstelik detone olmuyordu. Söylerken duygulanıyor, hatta bazen gözü
yaşarıyordu. Bu yönleriyle gerçekten bir sürprizdi bizim için.
Müzisyenler arasında ‘İmtihan
şarkısı’ diye anılan, “Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden” diye
başlayan, güftesi Yahya Kemal’e, bestesi Selahattin Pınar’a ait şarkıyı Zeki
Beyden rica ettim. Büyük bir başarıyla okudu. Şakası yok, böyle bir şarkıyı
14-15 yaşlarında bir gencin böylesine kusursuz, böylesine lirizmini ve ince
motiflerini hançere hatası yapmadan icra etmesi beni hayrete düşürdü.
Terzioğlu gerçekten de bizi bir sürprizle karşı karşıya bırakıyordu. İşte
Zeki Müren’i böyle tanıdım.
*
* *
* *
* *
* *
Zeki, Terzioğlu’nun yeğeni
değildi. Zekinin babası Kaya Müren, Terzioğlu’nun çocukluk arkadaşıydı.
İkisi e Bursa’nın yerli halkındandı. Bir gün Kaya Müren, Hayri Terzioğlu’na
oğlunun güzel sesinden bahsetmişti. “Dinleyelim inşallah” diye
birbirlerinden ayrılmışlardı, ama dinlemek fırsatı ele geçmemişti.
Bir
gün Terzioğlu’nu Kasap İsmail, ‘papaz uçurmaya’ davet etmişti. Akşam
ezanından sonra kasap dükkanının kepenkleri kapatılmış, rakı sofrası
kurulmuştu. Çocuk yaşta bir genç de bir kenarda rakısını yudumluyordu. Kasap
İsmail (Üstenci) genci Terzioğlu’na tanıttı.
“Bak Terzioğlu, bu küçük bey
bir alaturka döktürüyor ki, Münir Nurettin halt etmiş... Bizim Kaya’nın
oğlu… Ara sıra, babasının eve geç geleceği geceler kaçamak yapıyoruz”.
Birleşmiş parmaklarını dudağına götürerek, “muah! Bir ses Hayri, aklın
durur”.
Biraz sonra mangalda pirzolalar
pişip rakılar devrilmeye başlayınca Terzioğlu, içinden: “Bu çocuğun
körpeliğinden başka nesi olabilir ki” diye düşündüğü Zeki, birbiri peşinden,
susmamacasına birbirinden güzel şarkıları sıralamaya başlayınca, bir fenomen
karşısında olduğunu hemen fark etti ve babası ile aralarında geçmiş bir
konuşmayı hatırlayıverdi: “Bizim Kaya’nın oğlu!”.
Terzioğlu- hangi sebeplerdense-
bekar kalmıştı. Gençliğinde Yeşil Mahallesi’nde bir kıza tutulmuş, fakat
kızın ailesi bir subayla evlenmesini onaylamamıştı. Hayri’nin babası ölmüş,
çiftlik borç içinde, annesiyle kız kardeşlerine kalmıştı. Mahsul para
etmiyordu. Babadan kalan borçlar faiz yüküyle ağırlaşıyordu. Bir yandan aşk,
bir yandan borç kamçısı altında- doğa ve talih ile- cebelleşirken, aşka yer
yoktu. Bu yüzden sevdiği kızı alamadı ve bundan sonra evlenmedi. Oysa çocuk
çoluk sahibi olacak yapıda bir insandı. İyilik etmesini severdi. Bursa’nın
Hayri Ağabeyi idi. Kimin başı sıkışsa Hayri Ağabey’in önüne çıkar, boynunu
büküp suratına baktı mı, Hayri’nin eli pantolonunun sağ cebine girer ve
münasip bir miktar parayı borç verir gibi değil, borcunu öder gibi, verirdi.
O akşam Zeki Müren’in sesine
vurulmuştu. Bu genci kurtarmak, Türk musikisine bir sanatçı kazandırmak
misyonunu yüklendi. Ertesi gün babasına gitti ve oğlunun bundan sonraki
hayatında yalnız bayına söz sahibi olmak istediğini söyledi.
Kaya Müren oğluyla başa
çıkamıyordu. Zeki bazı akşamlar kayboluyor, ancak ertesi sabah eve
dönüyordu. Her çareye başvurmuş, dövmüş, nasihat etmiş, eve hapsetmiş fakat
hakkından gelememişti. Bu yüzden arkadaşı Terzioğlu’nun teklifini kabul etti
ve Zeki Müren orta okulu bitirdiği yıl Hayri Amcasının yanına yerleşmiş ve
1960’a kadar bu böyle devam etmişti.
Ben bu sürecin başlarında, 1947
yılında devreye giriyordum. Bu beraberlik aralıksız 1954’e kadar sürdü, tam
yedi yıl. Zeki Müren bu yıl içinde Boğaziçi Lisesi’ni bitirdi, sonra Güzel
Sanatlar Akademisi’ni tamamladı. Önce radyo solisti oldu, sonra gazinoların
baş solisti, yani Zeki Müren oldu.
Bu dönem hiç kolay geçmemiştir.
Zeki, sürekli kışkırtma içinde yaşıyordu:
“Senin sesin çok güzel!...
Sahneye çıksan kırar geçirirsin! Ne duruyorsun!... Safiye Ayla’nın diploması
mı var? İlkokulu bile belki bitirmemişlerdir. Sen orta okulu bitirmişsin.
Yeter de artar bile… Hayri Terzioğlu7na ne bakıyorsun? Senin bunlara
ihtiyacın yok. Onların sana ihtiyaçları var!...”
Bu kışkırtmalar Zeki’yi huysuz
ve hırçın yapıyordu. Lise yıllarında İstanbul’un ikinci üçüncü sınıf çalgılı
yerlerinden poh pohlu teklifler alıyor, okumayı bırakma aşamasına geliyordu.
Hayri Terzioğlu’nun o dönemde yaptığı fedakarlığı saygıyla hatırlayacağım.
Çok az babanın yapabileceği bir fedakarlıkla her hafta Bursa’dan Mudanya’ya
arabayla gidiyor, oradan İstanbul’a vapurla ulaşıyor ve cumartesi sabahı,
Boğaziçi Lisesi haftalık tatile girerken, Hayri okulun kapısında arabayla
Zeki’yi bekliyor, alıyor ve o akşam İstanbul’un en lüks gazinolarında
kurulan sofralarda Zeki’nin kaprislerini sineye çekiyordu.
Bizim Demokrat Parti olarak
hayat memat kavgası verdiğimiz 1950 seçimleri arifesinde bile, merkez ilçe
yönetim kurulu üyemiz olan Hayri Terzioğlu’na cumartesi, qazar, pazartesi
günleri için görev vermek mümkün olamamıştır. Çünkü bu günler Hayri’nin
Zeki’yi okuldan alıp gazinolarda ağırladığı günlerdir.
Zeki bütün hırçınlığını
sevdiklerine karşı kullanır. Bu yüzden “Hayri, Zeki Müren’den çok çekmiştir”
demek yanlış olmaz. Hiç kimse Zeki’den daha kaprisli değildir. Öyle olaylara
tanıklık ettim ki, Hayri’nin hatırı olmasa, Zeki’yi bir güzel sopadan
geçirebilirdim.
Ama bazen yaşadığı
duygusallığına diyecek yoktur. Çok saygılıdır. Çok dikkatlidir. Esprisi
hudutsuzdur.
Bir ara, aynı apartmanda
günlerimizi geçirdiğimiz için, birlikteliğimiz çok olurdu. Özellikle hemen
her gün öğle yemeklerini Terzioğlu’nun dairesinde yiyorduk. Bu yüzden Türk
musikisi üzerine sohbetlerimiz uzun oluyordu. O yıllarda Zeki – tıpkı öteki
okuyucular gibi- okurken notaların hakkını vermek için, sözleri anlaşılmaz
biçimde söylüyordu. Bir gün:
“Zeki”, dedim, “kadife gibi
sesinle şarkı söylüyorsun, ama bazen dediğini anlamayacak kadar kelimeleri
ezip büzüyorsun! Oysa önce güfte yazılmış, sonra beste onun için ve onun
üzerine yapılmıştır. Oysa sen besteyi kusursuz vereceğim diye güfteyi
anlaşılmaz hale dönüştürüyorsun. Bana söyler misin besteye mi güfte
yazılıyor yoksa güfteye mi beste?”
“Tabi güfteye beste, İsmet
Ağabeyciğim”.
“Peki madem güfteye beste
yapılıyor, öyleyse güftenin iyice anlaşılır biçimde okunması gerekmez mi?”
“Haklısın İsmet Ağabey! Dikkat
edeceğim.”
Bu konuşmamızdan sonra
Zeki güfteye o kadar önem verdi, her kelimenin anlaşılmasına öylesine
bağlandı ki, bazen bu titizliğin dinleyeni rahatsız edecek düzeye ulaştığı
oldu.
1951 yılı yazında Uludağ’da
milletvekili arkadaşlarımızın da katıldığı bir çadırlı kamp hayatımız oldu.
Zeki orada hem okuyucu olarak üslubunu buldu, hem de sahne ile dinleyici
arasındaki kontak noktalarını, benden ve sonradan Devlet Bakanı olan Haluk
Şaman’dan, uygulamalı olarak öğrendi.
“Sahneyi Kullanma Sanatı” d iye
bir şey vardır. Bizim okuyucularımız o güne kadar buna önem vermezlerdi.
Okuyucu ile dinleyici arasında nasıl kontak kurulur, günün şarkısı nasıl
söylenir, klasik şarkılar nasıl icra edilir; bu konuda bir şey bilen yoktu.
Sanatçılar yalnız orkestra ile kontak kurmaya dikkat ederler. Seyirciye
karşı, kendilerine göre birtakım hareketler yaparak, gülümseyerek,
kırıtarak- kadınsa kadınlığını, erkekse dost yakınlığını kullanarak- işin
içinden çıkmaya çalışırlardı. Oysa bu iş Batı’da sanattı. Üzerine kitaplar
yazılmıştı.
O yıllarda Almanların büyük
sinema sanatçısı Zarah Leander üç konser vermek için İstanbul’a gelmişti.
İstanbul’daki bir arkadaşıma telefon edip konsere iki bilet alınmasını
sağladım ve Zeki’yi alıp İstanbul’a geldim.
“Bak Zeki Paşa” dedim, “sana
günlerdir söylediğim, şarkıyı icra etmek, sahneyi kullanmak sanatını bu
kadında izle ve onları adapte et. Taklitle bir yere ulaşmak mümkün değildir.
Ne yaptığını gör ve Alman seyircisi için geçerli olan bu hareketlerin Türk
seyircisine nasıl aktarılabileceğini düşün”.
Zarah Leander’i birlikte
izledik. Kadının abartılı bir sesi ve buna çok uygun bir üslubu vardı.
Söylediği şarkıyı, bir kelime Almanca bilmeyen seyircilere anlatmasını
beceriyor, onları kendi dünyasına taşıyarak egzotik bir alem yaşatıyordu.
Baktım Zeki heyecandan ağlıyor.
Çıkışta ellerime sarıldı, hiç unutmuyorum dediğini: “Anam beni dünyaya
getirdi, sen Ağabeyciğim, beni sanat dünyasına taşıdın!”
Elbette abartılıydı bu sözler.
Ama bir gerçek payı da olduğunu saklamak alçakgönüllülüğü aşar.
Zeki liseyi bitirdiği yıl artık
tutulamıyordu: ille bir sahnede şarkı söyleyecek, ille ünlü kişi olacaktı.
Terzioğlu 2950 yazında, parti olarak seçimleri kazanmanın ferahlığı içinde
konuşurken:
“Yahu İsmet! Senin İstanbul
Radyosunda dostların vardır. Zeki’ye orada bir imkan bulamaz mısın?”
deyince:
“Olmaz olur mu, bunu ben daha
önce nasıl düşünemedim, bilemiyorum. İstanbul Radyosu’nun baş spikeri Baki
Süha var, müdürü Zahir Türümküney var, belki başkaları da vardır. Ama
bunların içinde en iyisi, en iş-bitireni Baki’dir. İstanbul’a gidişimde
konuyu kendisine açayım, bakalım ne der.
Yayınladığım Hakimiyet
gazetesinin bazı gereksinmeleri için İstanbul’a gitmiştim. Baki’ye telefon
ettik. Epeydir görüşmemiştik. Aramama sevindi: “Radyoya gel, bir kahvemi iç”
diye davet deyince, ben:
“Bunca yılın özlemi bir
kahveyle savuşturulamaz. Akşama ben seni alayım da Boğaz’da bir yerde mihman
olalım” dedim, ve öyle yaptık.
Akşam ben konuyu açınca:
“Tam zamanında söyledin. On gün
sonra bir sınav var, yetenekli okuyucular sınavla seçilecekler. Bazıları
eğitildikten sonra, bazıları eğitilmeden program alabilecekler”.
“Sen yardım eder misin?”
“Ederim de senin benden daha
yetkili dostların var sınav kurulunda. Refik Fersen, Fahire Fersan’a bir
telefon et, yeter. Sınavı onlar yapıyor”.
Bursa’ya döndüğüm zaman Hayri
Beye durumu anlattım. Zeki duyunca havalara uçtu. Hemen başvurusunu yaptık.
İmtihan gününden bir gün önce de Refik Fersan7a telefon ettim. Fahire Hanım
çıktı telefona, özetledim:
“İltimas değil de hakkı
kaybolmasın diye sizi rahatsız ediyorum” deyince Fahire Hanım:
“Mikrofon zaten iltimas kabul
etmez. Ama sizin tercihiniz benim ve Refik Bey için iltimastır. Hiç kuşkunuz
olmasın, dikkatle dinleyeceğiz ve titizlikle soruşturacağız.
Zeki, Terzioğlu ile İstanbul’a
gidip imtihana girdi. Bursa’ya döndüklerinde Zeki tırnaklarını yemeye
başlamıştı. Oysa merak edilecek bir yanı yoktu; sınavda Refik Fersan,
“Bildiğin bir şarkıyı oku” deyince Zeki, Dede Efendi’den ‘Yine bir
gülnihal’i okumuş. Şarkıyı bitirir bitirmez Fahire Fersan Hanım kalkıp
yanaklarından öpmüş: “Allah seni kem gözlerden esirgesin. Sesinin kıymetini
bil. Bir ihtiyacın olursa bize gel, elimizden geleni yaparız” demiş.
Sınavı kazandığının bundan
kesin bir belgesi olmadığı halde Zeki: “Onlar senin arkadaşların İsmet
Ağabey, öyle demişlerdin ama daha orada üç kişi vardı. Biri müdürmüş” diye
tutturuyordu. “İlli telefon edip öğrenin ağabey” diye o kadar direndi ki,
Fersan’ları aradım. Refik Bey çıktı. Daha ben sormadan Refik Bey:
“O sizin tavsiye ettiğiniz
Bursalı çocuk bir harika! Geleceği çok parlak olacak sanırım” deyince
teşekkür ettim ve “Yani imtihanı atlattı” dedim. Refik Bey:
“Aman İsmet Bey, atlattı ne
demek, imtihan heyetini fethetti! Hepimiz sesine bilgisine hayran olduk.
Allah bozmasın” deyince biz de zeki de ferahladık.
Bazı kimselerde şans, ehliyetin
de önünde koşar. Zeki’nin ehliyeti mi şansı mı daha öndedir, kestiremedim.
Ama her ikisinin bir arada olduğunu düşünmek bana daha doğru geliyor.
O yıllarda İstanbul Radyosu
bazı ünlü solistler için haftanın belirli gün ve saatlerinde program
koyardı. Zamanın en aranan sesi Perihan Sözen, cuma akşamları 45 dakika
şarkı söyler ve onun tiryakileri, radyo başında bu programın başlamasını
sabırsızlıkla beklerlerdi.
İşte o hafta Perihan hanımın
bir mazereti çıkmış, şarkı okuyamayacak Telefon etmiş, “cumaya
gelemeyeceğim, önceki konserlerimden birinin bandını yayınlasınlar” demiş.
Bunu da radyo müdürü Zahir Türümküney’e söylemek talihsizliğini yapmış.
Küplere binmiş Zahir: “Bu
solistler kendilerini ne zannediyorlar! Biz bunların kürek mahkumları mıyız?
Devletin radyosu sana bir saat şarkı okuma hakkı tanımış. Sen bu hakkı
kullanarak sahnelere çıkıp dünyanın parasını kırıyorsun. Radyo senin
velinimetin! Sonra da kalkıp kapris yapıyorsun.
Zahir Bey sinirli bir adamdı,
titizdi. Herkesin de işinde titiz olmasını isterdi. Program değişikliklerine
karşı alerjisi vardı, diyebilirim.
Bu telefon sırasında Zahir
Beyin odasında Baki Süha ile Refik Fersan da bulunuyorlar. Zahir Bey
soruyor:
“Bu hanımın yerine okuyacak
başka biri var mı? Olsa, programı hemen ona verir, Perihan Hanıma iyi bir
ders vermiş olurduk”.
Baki Süha, Zeki’nin sınavdaki
başarısını bildiği için- biraz da arkadaşlık gayretiyle-“Mikrofona hiç
çıkmamış, ama geçen imtihanda Fahir Beyin beğenisini kazanan bir genç var,
Zeki Müren. Tabi daha doğrusunu üstat kendisi söyler”, demiş.
Zahir ve Baki Süha, Refik Beyin
yüzüne bakakalmışlar. Refik Fersan:
“Hatırladıkları için Baki Süha
beye teşekkür ederim. Gerçekten mücevher gibi bir ses. Diksiyon, eda, ifade
ve ses hacmi kusursuz diyebilirim. Ancak 45 dakikalık program hazırlığı var
mıdır bilemem” deyince Zahir Bey:
“Bu çocuğun telefonu var mı?
Telefon edip soralım” demiş. Baki Süha, Bursa’ya telefon etti:
“Senin tavsiye ettiğin Zeki
Müren 45 dakikalık program yapabilir mi?”
Ve olup biteni anlattı. Ben,
“bunu bilemem. Kendisine soralım, sana bir saat içinde cevap vereyim” deyip
telefonu kapattım ve Terzioğlu’nu buldum, anlattım: b öyle, böyle böyleymiş.
Zeki ne cevap verecek? Az sonra Zeki telefondaydı: “Bir saat değil, iki saat
bile okurum”, diyordu. Ben kendisine, “Bana amcanı ver, onunla konuşacağım”
dedim. Terzioğlu karşımdaydı:
“Bugün salı Hayri Bey. Önümüzde
üç gün var. Ama söz konusu olan 45 dakikalık bir radyo programıdır. Burada
yapılacak bir hata, çocuğun bütün hayatını örseler ve kendisine bu fırsatı
verenler zor duruma düşerler. Arada sen varsın, ben varım. Kötüsü olursa
yalnız Zeki değil, ikimiz de büyük sıkıntıya düşeriz. Ne diyorsun?”
“Zeki yaparım diyor ama ben
güvenemiyorum. Yalnız aklıma gelen bir formül var: Bu akşam Yalova’dan
İstanbul’a geçersek Şerif İçli’yi bulur, ona hem repertuvarı hazırlatır, hem
de Zeki’nin şarkıları birkaç kez geçmesini sağlarım. Telefon ettim, evinde
yok, akşama gelecekmiş. Bu bakımdan sen İstanbul’a evet diyebilirsin”.
“Allah kolaylık versin” deyip
telefonu kapattım ve İstanbul Radyosunu aradım. Baki Süha gelecek cevabı
merakla bekliyordu. Kendisine kararı özetledim ve Hayri Beyle Zeki Müren’in
İstanbul’a hareket etmek üzere olduklarını belirttim. Telefonda Baki
Süha’nın sesi duraksamalıydı: “acaba bu çocuk bir saatlik programı hak
edebilir mi? Assolistin yerine çıkacak. Çok kuşkuluyum. Sen ne diyorsun?”
“Şerif İçli’yi bulmuşlarsa
garanti. Ama bulmasalar bile bu velet programın hakkından gelir. İçin rahat
olsun”.
Terzioğlu, Tokatlıyan Otel’de
kalırdı. Üst üste iki gece telefon ettim; iki oda ayırmışlar ama ortada
görünmemişler. Şerif İçli’nin telefonunu bilmiyordum, bu yüzden arayamadım.
Ama onlar bu kadar yoğun çalışmaya girmemiş olsalardı, herhalde beni arayıp
merakımı giderirlerdi.
Terzioğlu perşembe akşamı
telefon etti. Şerif İçli’yi bulmuşlar; hemen çalışmalara girip önce programı
hazırlamışlar; sonra şarkıları geçmişler. Orada yenmiş, içilmiş, orada
uyunmuş. Son gün, yani perşembe, Fersan’ları ziyaret edip 45 dakikalık
programı icra etmişler. Fahire Hanımın övgüleri ve Refik Beyin alkışlarını
aldıktan sonra otele gelmişler ve Hayri oradan bana telefon ediyor. Verdiği
haberlere teşekkür ettim. Sonucu bizim gibi heyecanla bekleyen biri daha
olduğunu hatırlattım ve “Baki Süha’ya yarın telefon et. Adamcağız biraz
ferahlasın. Radyoya gittiğiniz zaman da Baki Süha’ya bir şişe viski
göndermeyi unutma, viskiyi sever” dedim.
Zeki’nin radyo programı
yüzünden birçok kişi iki gün iki geceyi uykusuz geçirmişti. Şimdi sadece bir
merak vardı: acaba Perihan Sözeri gibi yıldız bir sanatçı beklenirken, adı
sanı duyulmamış, erkek mi yoksa kadın sesi mi olduğu kolayca ayırt
edilemeyen bir hermafrodit sesle karşılaştıkları zaman halkın tepkisi ne
olacaktı?
Bu soruyu soran ve sonucu
merakla bekleyen biri daha vardı: İstanbul Radyosu müdürü Zahir Türümküney.
Asıl riski yüklenen oydu. Program beğenilmez, icra sakat olursa, haklı
olarak hem basın kendisini sorgulayacak, hem assolist Perihan Sözeri, kendi
yerine acemi bir çocuğun konması karşısında eleştiri oklarını müdüre
yöneltecekti.
Saat sekiz otuzda program
spikeri anons yaptı: “Şimdi Zeki Müren’i dinleyeceksiniz”.
Birçok dinleyici anons edilen
adı bile anlayamamış, sadece Perihan Sözeri’nin yerine başka bir solistin
program yaptığını fark etmişti.
Radyoevi anons yapılmasından
hemen sonra telefon almaya başladı. Kim söylüyordu? Adı, sanı neydi? Perihan
Sözeri’ye ne olmuştu? Telefonlar gittikçe yoğunlaşarak kilitlenme noktasına
geldi. Program ilerledikçe merak artıyordu. Gelen telefonlarda eleştiri
yoktu, merak ve beğeni vardı. Telefonların bu noktada birleşmesinden en çok
ferahlayan müdür Zahir Bey oldu. Hem Perihan Sözeri’ye haddini bildirmiş,
adı sanı duyulmamış bir sanatçıyı onun yerine çıkarabileceğini göstermiş hem
de radyolara yeni bir yıldız kazandırmıştı.
Radyolara her zaman adı sanı
duyulmamış dinleyiciler telefon ederdi. Bu kez tanınmış doktorlar,
mühendisler, gazeteciler telefon edip sesin kime ait olduğunu soruyor, böyle
bir yeteneği bulup çıkardığı için radyo müdürünü kutluyorlardı. Bunların
arasında Yeni İstanbul gazetesi sahibi Habip Edip Törehan, Ord. Prof. Hilmi
Ziya, İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay gibi şöhretler de vardı. Nitekim
Yeni İstanbul gazetesinin M. Nermi tarafından yazılan başyazısının konusu o
akşam çıkan genç yeteneğin başarısıydı.
Program bitince derin bir oh
çektim. Bir yıldız doğmuştu. Bunda benim de payım vardı.
Eğer bir sanatçı, Zeki Müren
değilse, bu noktada repertuarını zenginleştirmeye, yeni şarkılar bulmaya,
kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazetecilerle hoş geçinmenin yollarını
aramaya başlar. Fakat Zeki Müren öyle başlamadı. İçtenlikle söylüyorum,
radyoya, gazetelere, daktiloyla, sağ elle, sol elle ayrı ayrı mektuplar
yazıp kendisini gündemde tutmaya çalışmasına, çocukça bir heves gibi
bakıyordum. Bana da mektuplar yazdırdı, çevresinde tanıdığı insanlara da. Bu
mektupların bazılarını doğrudan Bursa’dan gönderiyor, bazılarını uzak
şehirlerdeki okul arkadaşlarına göndererek, oradan postaya atılmalarını
sağlıyordu.
Zeki 24 saatin uykuyla geçen
küçük bir bölümü dışında kalan tüm zamanını propagandaya ayırıyor; günlük
gazetelere konu olmasını, sinema dergilerinde röportajlarının çıkmasını
sağlıyordu. O yıllarda magazin dünyasının en büyük adı Zeki Tükel,
fotoğrafçısını da yanına alarak birkaç kez Bursa’ya gelmiş ve Zeki’yle uzun
röportajlar yapmıştı. Terzioğlu da bu gelen gazetecileri Çelik Palas’ta
ağırlıyor, ceplerine uygun banknotlar koymayı da ihmal etmiyordu.
O güne kadar Zeki,
çevresindekileri iğnelemekten hoşlanırdı. O tarihten sonra kimsenin zaafını
yüzüne vurmamış, tersine – varsa- zaaflarını kişilik diye yorumlamıştır.
Telefon elinden düşmezdi. Gazete okumaktan hoşlanmadığı halde okur, gözüne
kestirdiği yazarlara, yazdıkları yazılardan ötürü günü gününe teşekkür eder,
över, yağ çekerdi. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” değil, dokunan da bin
yaşasın idi. Zeki Müren bütün dünyayla mutlak bir barış içinde yaşıyordu.
Bu politikasını daha sonra
geliştirmiş, basının ve politikanın önemli kişilerini de yakın izlemeye
almış ve onları her hareketlerinde övüp okşamıştır. Sonraları, yılbaşlarında
bu kişilere viski, şampanya, çikolatadan oluşan paketler göndererek
yüreklerine girmiştir. Zeki’nin “sanat güneşi” oluşunun hikmeti budur.
Doğal yapısında cömert
değildir; ama kaz gelecek yerden tavuk esirgemediği gibi, hiçbir şey
gelmeyecek yere bile- gerekiyorsa- susmasını sağlamak için, kesenin ağzını
açardı.
Vakitsiz denebilecek bir çağda
ölümü karşısında bütün ülkenin, görülmemiş bir Zeki Müren sendromu
geçirmesinde, bu insan politikasının payı olduğuna inanırım.
Cahide Sonku Devrede
Tütüncü İhsan Doruk Amerika’ya
sattığı tütünlerin büyük bir bölümünü Marmara tütünlerinden yapıyor, Bursa
çevresinden aldığı tütünleri de Hayri Terzioğlu aracılığıyla satın alıyordu.
Bu yüzden o yıllarda tiyatro ve sinema yıldızı Cahide Sonku’nun kocası olan
İhsan Beyle ben de ahbaplık yapıyordum.
Zeki Müren ile film yapmak
isteyenler arasında Cahide’nin sahibi olduğu Sonku Film de vardı. Zeki’nin,
konserlerden sonra bir de film çevirmesi onun sanat tırmanışını
hızlandıracağı konusunda mutabık kaldık. Cahide, senaryonun da benim
tarafımdan yazılmasını teklif edince direnmedim. O güne kadar Radyo
Tiyatrosu için oyunlar yazmış, Şehir Tiyatrosunda oynanan Oscar Wilde’nin
Önemsiz Kadın adlı oyununu Türkçeye çevirmiştim ama senaryo konusunda
denemem yoktu. Benim kalem yapıma oldukça ters düşen senaryo için de bir
konu tasarladım ve yazdım. Beğenileceğini umuyordum çünkü sağlam bir dram
temeline oturmuştu.
Bir pazar günü öğle yemeğinde
İhsan Doruk’un Ayaspaşa’daki evinde buluştuk. Cahide Sonku’dan başka İhsan
Doruk, Hayri Terzioğlu, Mükerrem Sarol ve Kılıç Ali Bey vardı. Cahide
senaryoyu merak ediyordu. “Yemekten önce okuyalım” dedi. Sonra okumanın uzun
olacağını, bu yüzden yemeğin gecikeceğini hatırlayarak, “bana konuyu kısaca
anlat” diyerek bir köşeye çekildik. Ben, “müzikte yetenekli bir genç var.
Evlenmek üzeredir. Trabzon’daki dedesinin hem elini öpmek hem kendisini
düğüne getirmek için Karadeniz Vapuru’na biner. Büyük bir fırtınaya tutulan
vapur batar genç, dalgaların çalkantısıyla baygın olarak kıyıya vurur”
dememle Cahide’nin, “senaryoyu mahvettin” demesi bir oldu. Ben ve odadakiler
hayretle bakarken Cahide konuştu:
“Bizde fırtınalı bir gemiyi ve
onun batışını anlatacak objektifler yok. Bunların sağlanması hem çok güç hem
de pahalı. Pahalılığı bir şey değil, bunları bulup getirtmek bir zaman
meselesidir. Biz çekim sezonunu kaybederiz. Olmadı İsmet Bey! Kusura bakma,
senaryoyu bu biçimde kullanamam”.
Herkes benim ne cevap
vereceğime bakıyordu. Ben, senaryoda zaten zorlanmıştım. Yeni baştan gözden
geçirmek, yeni çözümler bulmak işime gelmiyordu. Cahide’ye:
“Size, istediğiniz senaryoyu
yazacak, bu konuda deneyimli ve Zeki Müren’in de tanıdığı bir yazar tavsiye
ederim: Sadık Şendil. Size her bakımdan yardımcı olur. Hayri Bey de tanır
kendisini, kocanız da”.
Zeki Müren’in ilk filmi
Beklenen Şarkı böyle ortaya çıktı.
Müzeyyen Senar Devrede
Müzeyyen Senar bir gün konser
için Bursa’ya geldi. Terzioğlu’nun da İhsan Doruk kanalından ahbabı olduğu
için, bir akşam Çelik Palas’ta buluştuk. Yanımızda Zeki de vardı.
Müzeyyen,, Zeki’nin sesini
dinlemiş, beğenmişti. Zeki de, Senar’ın gırtlak karakterini kullanıyordu.
Kendisine yaptığım ilk tavsiyelerden biri, Müzeyyen Senar’ın kopyası
olmamasıydı.
Zeki
Müren-Müzeyyen Senar
Ben Müzeyyen’i o güne kadar
tanımamıştım. Ama babası Çekirgeli Mehmet Çavuş’u tanıyordum. Sahaflar
çarşısında kuru kahvecilik yapan Adil Göker’in yanında hizmet veriyordu.
Müzeyyen’i, şarkıcı olduğu
için, evlatlıktan reddetmişti. Adı anıldığı zaman bıyıkları oynamaya
başlardı.
Çarşıda muzip insan boldu.
Bunlardan biri kırtasiyeci Mefail Baran, şakayı sever; Mehmet Çavuş kahve
kavururken çevredeki esnafın duyacağı kadar yüksek sesle anlatmaya başlardı:
“Akşam radyoda Çavuş’un kızı
vardı. Bir döktürdü ki, değme keyfine. Çektim önüme şişeyi, doldurdum rakıyı
kadehe… Allah ne verdiyse buzdolabından yığdım masaya… Çavuş’un kızı, asıldı
mı bir ‘Her yer karanlık”.. Allah! Değme gitsin O ne ses yahu! Benimle yatsa
o kadar keyfim gelmez! Aşk olsun dayıya yani; has mal çıkarıyormuş” deyince
Mehmet Çavuş kahve kavurmayı bırakır, önündeki kahve karıştırmaya yarayan
demir çubuğu kaptığı gibi Mefail’in peşine üşerdi. Mefail şaşırtmacalarla
Mehmet Çavuş’u nefessiz bırakınca esnaf araya girer, Mefail’e Çavuş’un elini
öptürürlerdi. Ama Mefail bu töreni de esprisiz bırakmaz: “elbet öperim.
Başlıksız kayınpederim olur” deyince kovalamaca yeniden başlardı.
Sonraları Mehmet Çavuş’un
kızını bağışladığını işitmiştim. Ama bazıları da bu habere rivayet dediler.
“Çavuş son nefesine kadar kızıyla barışmayı reddetti” diyenler oldu.
Müzeyyen Senar o gece Zeki’yi
çok sevdi. Zeki’nin arada bir patlattığı espriler… Müzeyyen’i kahkahadan
kırıyordu. Bir ara Hayri, haktan yana görünerek:
“Sahneye çıkacağım diye
tutturdu Müzeyyen Hanım. Artık çocuğu tutamaz oldum. Akademiyi bitirsin de
ondan sonra düşünelim diyorum, anlatamıyorum. Bari sen bir şey söyle”.
“Hoş geldin Mehmet Çavuş! Ben
on altısında sahnedeydim. Zeki yirmisini bitirmiş. Neyi bekleyeceksin daha!
Sakalının göbeğine kadar uzamasını mı?”
Zeki fırladı yerinden. Müzeyyen
Senar’ın önce elini, sonra yanağını öptü:
“Bu amcalar beni turşuya
yatıracaklar, ne olursun kurtar abla!”
“Sen benimle okuyacaksın! Hiç
merak etme”.
Her şey böyle şakayla karışık
başladı. Sonra ciddileşti. Müzeyyen yaz sonu Bebek Belediye Gazinosu’nda
okumaya başlayacaktı. İsterse ve istersek Zeki’yi, bir altına alabilirdi.
Assolistler sahne almazdan önce, Orhan Boran gibi, seyircileri sözle
toparlayan bir sanatçı çıkarıyorlar, sonra kendileri çıkıyorlardı. Müzeyyen
‘One Man Show’dan önce Zeki’yi çıkarmayı düşünüyordu.
Doğrusu Zeki’nin başlangıcı
için bunu çok uygun gördük. Zeki de memnun görünüyordu. Gazino ekim sonu
açılacak, o zamana kadar da Zeki repertuarını toparlayacak ve bazı şarkıları
Sadi Işılay’dan geçecekti.
Bu dönemde benim işlerim
yoğunlaştığı için, Hayri ile bile az buluşuyorduk. Rastlaştığımız zaman
anlattığına göre Zeki kök söktürüyormuş. “Sahneye smokin üstüne ebemkuşağı
renginde bir pelerin alıp çıkacağım” diye tutturuyormuş. Terzioğlu direnince
bu sefer: “Pembe smokin” yaptırmayı tasarlıyor, üzerine inciler dizdirmeyi
çok uygun buluyormuş! Sonunda Hayri, smokinin papyonunu parlak pullarla
bezemesine razı olmuş, ya da olmak zorunda kalmış.
O yıl İstanbul’da büyük kış
oldu. Kar bir metreyi aştı. Birçok okullar kapandı. Aklı başında olan biri
Bebek’e gitmezdi. Biz Bursa’da haberleri okudukça ‘gazino boş kalacak’ diye
hayıflanmaya başlamıştık.
Gazinonun açılışında ben bulunamadım. Hayri, bir hafta önceden Zeki ile
oradaydı. Bana sonradan anlattığına göre ilk gece protokol konukları olduğu
halde gazino dolmamıştı. Zeki iyi alkış alıyordu. Daha sonra gittiğim gece
gazino silme dolmuş geriye dönenler çok olmuştu. Herkes Müzeyyen Senar’ı
sevmiş, dinlemişti. Ama Zeki’yi ilk kez göreceklerdi. Üstelik Zeki, Sarah
Leander’den kaptığı sahne tekniğini kullanıyor, dinleyiciye şarkıyı adeta
yaşatıyordu. Dede Efendi’yi okurken sadece gırtlağını kullanıyor, ‘vecd ve
istiğrak’ tabloları içinde icra yapıyordu. Fakat sonradan, tutalım Şükrü
Tunar, tutalım Muhlis Sabahattin’in bestelerine gelince, sahneyi bir sanat
fırtınası ile dolduruyordu! Sonuç: alkış, alkış, alkış! Salonun yarısını
ayağa kaldıran alkışlar.
Artık zeki Müren tırmanışa
geçmişti. Bilenmiş hırsıyla yukarıları delmeye hazırlanıyordu ve ilk
anlaşmazlık patlak verdi:
Müşteriler Müzeyyen Abladan çok
benim için gazinoya geliyorlar. Her akşam ikinciliği üstlenemem. Müzeyyen
Abla çok büyük sanatçı. Benim de ustam, ama o kariyerini yapmış. Ben daha
kariyerimin başındayım. İkinci solist olarak afişe olmak istemem. Bir gece
Müzeyyen Abla son çıksın, bir akşam ben son çıkayım. Bana ablalık etsin, ne
olur!...
Gazino sahibi bir iki gün
teklifi sallantıda bırakır, Müzeyyen’e çıtlatmaz. Ama iki gün sonra Zeki
eşyalarını toplamaya başlayınca durumu Müzeyyen Senar’a bildirirler. Elbet
canı sıkılır; elbet yardım ettiği çocuktan kazık yemek tepesini attırır ama
araya Hayri Terzioğlu, İhsan Doruk, Kılıç Ali girerler, Müzeyyen’i
yatıştırırlar. Ve bir gece Müzeyyen, bir gece Zeki Müren assolist olarak
sahneye çıkmaya başlarlar.
Bu hengamede Hayri bana da,
Bursa’ya telefon edip durumu bildirdi ve benim de anlaştırma işine katılmamı
istedi; reddettim ve açıkça söyledim:
“Zeki halt ediyor. Müzeyyen
kendisine iyilik etti. O, iyilik gördüğü kişiyi yıkmaya çalışıyor.
Kesinlikle karşıyım! Benden buraya kadar”.
Zeki o kadarla kalmadı. Her
gece assolist olarak çıkmaya ve Müzeyyen Senar gibi ekol sahibi bir
sanatçıyı ikinciliğe razı etmeye kalkınca- elbette haklı olarak- Müzeyyen
gazinoyu terk etti ve Zeki Müren tek başına gazinoyu doldurmaya devam etti.
Başardı!
Ama vicdanına acaba gölge
düşmedi mi?
Bundan sonra Zeki ile ancak
tesadüfen karşı karşıya geldik. Her karşılaşmamızda büyük saygı gösterir,
HOCAM diye tanıtır, Bodrum’daki evine tatil için davet eder, beni de
kendisini de över, sevgi gösterirdi. Ancak Zeki’yi ylnız Müzeyyen Senar gibi
onun Zeki Müren oluşuna destek vermiş, örnek olmuş, elinden tutup sahneye
çıkarmış birine yaptığı yakışıksız tutum yüzünden değil; onun tam anlamıyla
velinimeti, babasından çok babası, anasından çok anası olmuş Hayri
Terzioğlu’na yaptığı nankörlük yüzünden hayatının sonuna kadar bağışlamadım.
Olay şöyle:
Zeki’nin Boğaziçi Lisesi’nde
okudu üç yıl zarfında okul ücretlerini, harçlıklarını, giyim kuşamını
velhasıl bütün masraflarını karşılayan Hayri Terzioğlu idi. Liseyi bitirip
Güzel Sanatlar Akademisi’ne geçtiği yıllarda da önce Talimhane’de, sonra
Osmanbey’de dayalı döşeli bir kat kiralayan da Terzioğlu’dur. O yıllarda
Zeki’nin eli çok açıktı. Paranın tatlı olduğunu, kazanmaya başladığı zaman
fark etmiştir! Plaktan, filmden, sahneden gelen parayla Şişli’de bir kat
satın aldığı zaman bana:
“Hayri Amcaya şaşıyorum,
parasını darı gibi saçıyor” demişti.
İşte
Zeki Müren’in Türk musikisine kazandırılması için “parasını darı gibi saçan”
Hayri Terzioğlu Bursa’da oturuyor ve ara sıra geldiği İstanbul’da da Zeki’ye
tutulan bu evin bir odasında yatıp kalkıyordu. Zeki’nin hizmetini görmesi
için tutulan bir kadın hizmetçi sabah kahvaltı sofrasını hazırladığı zaman,
“Hayri Amca” da sofraya oturuyordu.
1960 darbesinden sonra Hayri
Terzioğlu Odalar Birliği Başkanı olduğu için tutuklandı ve Balmumcu’ya
kapatıldı. Bir yılı aşkın orada yattıktan sonra mahkeme yüzü görmeden
serbest bırakıldı. Fakat hala bankalardaki mevduatı devletin kontrolü
altındaydı, kendi parasını kullanamıyordu. Bu bir yıl içinde Zeki Müren bir
gün bile Hayri Amcasını aramamış, mektup yazmamıştı. Ama şöhreti çok artmış
ve büyük paralar kazanmaya başlamıştı. Bu yüzden gazetelerde bol bol
resimleri çıkıyor, her hareketiyle haber oluyordu.
Gazeteler Balmumcu’da tutuklu
bulunanların serbest bırakılacağını yazınca ben de gidip Terzioğlu ile,
İhsan Doruk’u, İhsan Sabri Çağlayangil ve adını hatırlayamadığım, bize
katılan iki baht mağdurunu alıp Bebek’te, Belediye Gazinosu’na götürdüm.
Güzel bir yemek yiyip birkaç kadehle özgürlüğü kutladık. Herkes evine
bırakıldı. Terzioğlu’nu da Zeki’nin evine bıraktım.
Zeki’den 50.000 Lira İstenecek
Terzioğlu ertesi gün bana
uğramadan Bursa’ya geçmiş, Çiftlik perişan! Personel aylıklarını alamamışlar
ama işleri yürütmüşler. Bir ay sonra şeftaliler pazarlanınca işler yoluna
girebilecek. Fakat bu bir ay için 40-50 bin lira lazım. Bankalar, verilen
talimat yüzünden, eski Demokrat Partililere kredi açmıyor!
Terzioğlu’nun ilk aklına gelen
Zeki’ye gidip bir 50 bin lira istemek. Nasılsa bir ay sonra bu para
kendisine ödenir.
İstanbul’a gelinmiş, evdeki
hizmetçi kadın asık suratla karşılamış. Zeki, arkadaşlarıyla dışardaymış.
Kendi kaldığı odasına yönelmiş; kadın biraz utangaç, biraz çaresiz: “Zeki
Bey odanızı benim yatmam için münasip görmüştü. Müsaade edin de ortalığı
biraz toplayayım” demiş.
Hayri Bektaşi’dir, hoşgörü
duygusu gelişmiştir, kendinden rahatsız olunduğunu fark etmemiş görünmüş.
Ertesi sabah öğleye doğru Zeki
Paşa uyanmış, kahvaltıya oturmuşlar. Hayri Amcasına gece birlikte olduğu
arkadaşlarını anlatmaya başlamış. Hayri bir fırsatını bulup durumu anlatınca
Zeki, ellerini birbirine vurarak:
“Tüh Hayri Bey” (amca değil)
demiş, “bunu bir gün önce telefonla haber versen olmaz mıydı? Büyücek bir
para gelmişti evvelsi gün. Evde durması doğru değil diye vadeli olarak
bankaya yatırdım. Yoksa 50 bin lira senden ileri mi? Tüh, yazık!”
Hayri donakalmış!
Bu parayı o zaman kendisine ben
verdim. Fakat Zeki’nin bu yaptıklarını kesinlikle sakladı. Parayı gerçekten
bir ay sonra iade ettiği zaman bana:
“Artık insan tanıyamaz hale
geldik İsmet. Ummadık taş baş yarıyor” demişti. Bunun ne demeye geldiğini o
zaman anlayamamıştım. Yıllar sonra bir akşam sofrasında olup biteni
anlattığı zaman öylesine öfkelendim ki, Zeki’yi perişan edecek bir ifşaatta
bulunabilirdim! Hayri yemin verdirdi; ikimiz de unutacaktık.
İnsanın görevi kabahati
açıklamak değil, elverdiğince saklamaktır. Fakat bu kabahat değil, bir
insanlık trajedisiydi.
Mirasını bağışlarken bu kadar
akıllı olabilen Zeki Müren’in, Hayri Amcasına 50 bin lira yardımdan
kaçınması, onu hayatından çıkarmaya karar verdiğini gösteriyor. Belki, bu
insan haklarından biridir; ama karşımızdakinin haysiyetini kırmadan;
insanca! Seni meyhane mezesi olmaktan kurtaran birine bu yapılmaz! Bugün
artık Hayri de Zeki de yaşamıyor. Ama rastlantıya bakınız, ikisi de aynı
mezarlıkta ve hemen yan yana gömülmüş gibiler. Allah taksiratını affetsin!
Yıldızların Arkası- Beyaz
Arılar (İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, 2. baskı, 2007) kitabının
132-147; 152-160. sayfalarından kısaltarak alınmıştır.
|