|
|
AHMET
OKTAY
Geçtiğimiz hafta sonu Bursa'daydım.
Tanpınar'ın
bu kenti konu ve özne edinen şiir ve yazılarına rağmen Bursa, Enis Batur'un
İstanbul'u öngörerek kullandığı "fetiş mekan" nitelemine uygun
düşecek/düşebilecek bir kent midir? bilemiyorum.
Gelenekçi/muhafazakar aydınlarımızın ve yazarlarımızın bu İstanbul'dan
önceki tarihsel başkenti diriltme, canlandırma yolunda pek ciddiye alınacak
bir kültürel üretimde bulunmadıkları göz önüne getirildiğinde, Bursa'nın en
azından bugün için bir fetiş mekan olmadığı varsayılabilir.
Benim Bursa ile ülfetim 1950 yılına dayanır. Bu ülfetin öyküsünü başka bir
zamanda ve bağlamda anlatacağım. Geçtiğimiz haftadan önceki son Bursa gezim
1971 yılında. Şunu söyleceğim: 1950'de, 1971'de olduğu gibi, 1996'da da
Bursa'da Osman ve Orhan Gazi'nin zamanlarının uhrevi havasını soluyamadım.
Geçen hafta ise doğal coğrafya ve çevre yozlaşması açısından tam bir yıkıma
uğradım. Benim 1950'de hatta 1971'de Yeşil'de şimdi camekanla çevrilmiş kır
bahçesinden seyrettiğim o uzayıp giden ağaçlı ovanın yerinde yeller
esiyor, sadece damların görüldüğü gibi betonarme cangıl uzuyordu.
Bursa kapitalistleşen, kapitalistleşmek isteyen Türkiye'de artık paranın öne
çıktığı modern bir kent. Filmlerde izlediğimiz Amerika'nın vahşi
batı'sını andırıyor. Tam da bu yüzden, üç dört saat ötesindeki bir
mesafede tüm uzak ve yakın geçmişiyle dikilen payitaht İstanbul'un ve
bambaşka değerleri temsil etmeyi arzulamış olan başkent Ankara'nın
periferisinde konumlanan Bursa'da kültürel/entelektüel yaşamı canlı kılmak,
bir havari yaşamını seçmeyi gerektiriyor. Bursa, benim
günübirlik gözlemime göre, kültürü, sanatı gündelik yaşama
içselleştirebilmek için inanılmaz bir mücadele veriyor. Çağrılısı olduğum
Bursa Kültür, Sanat ve Turizm Vakfı, bugün restore edilerek bir kültür
merkezine dönüştürülmüş bulunan, benim öğrencilik yıllarımın
Tayyare
Sineması'nda günde 6-7 kültürel/sanatsal etkinliğe yer veriyor. Bunlar doğal
ve insani coğrafyanın erozyonuna karşı verilen mücadelenin
göstergeleri. Tayyare Sineması'nın söyleşiler için ayrılmış
salonlarından birinde, edebiyat dergisi olmayı bir etik sorun haline
getirmiş bulunan Yeni Biçem dergisinin özverili iki
emekçisinin,
Ramis Dara ve Hilmi Haşal'ın arasında masaya oturup
dinleyicilerime baktığımda, bu mücadelenin zorluğunu, ama sonunda
alınabilecek hazzın ve manevi doyumun yüceliğini bir kez daha anladım.
Üç beş insanın çabasına destek veren yöneticiler sayesinde, bir ticaret
kenti olmaktan hızla bir sanayi metropolü olmaya yönelmiş Bursa'da
kültürel/sanatsal maya tutmuşa benziyordu. Dinleyicilerimin neredeyse tamamı
sorgulayan ve sözünü esirgemeyen gençlerdi. Katılımcıydılar elbet; ama şekli
anlamda değil; karşılarında belki ilk kez gördükleri insana şüphesiz saygı
duyuyorlardı; ama asıl önemli olan, o insanı eşitleri
olarak görmeleriydi. İstanbul 1980'lere kadar edebiyat
merkezi olmuştur. Ama son yıllarda bu otorite kırılmaya başlamış, öteki
kentlerdeki yazın yaşamı canlandıkça karşılıklı iletişim doğmuştur. İktidar
ilişkilerinin tümüyle kırıldığını söylemek istemiyorum. Ama artık Ankara'da,
Bursa'da, İzmir'de, Balıkesir'de genç yazarlar, şaşadıkları kentlerin
kültürel yaşamını etkileyebiliyorlar. Sevinmek gerekir.
Yazarın Milliyet gazetesinde
25.4.1996'da Okurken Yazarken adllı köşesinde yayımladığı yazıdan
kısaltarak alınmıştır |