|
|
Dr. Avni Domaniç
100 haneli
olan köyüm ileri gelenler tarafından seçilen bir muhtar ile dört aza
tarafından yönetilirdi. Muhtar tarafından yıllık anlaşmayla belirlenen bir
imam, bir kâhya, bir korucu, bir de sığırtmaç vardı. İmam dışındakilerin
ücretleri buğday, mısır, arpa ile verilirdi. İmama bir de ücretsiz oturduğu
ev verilirdi. Ezan okur, namaz kıldırır, nikah kıyar, köyün çocuklarını
okuturdu.
Köyün okulu, caminin yanında, suyu ve
tuvaleti bulunmayan tek bir oda idi. Oturacak sıra olmadığı için öğrenciler
yerde otururdu. Öğrenciler sabah okula geldiklerinde imamın öncülüğünde bir
ağızdan, “Padişahım çok yaşa” diye bağırır, “mağrur olma padişahım, senden
büyük Allah var” diye eklerlerdi. Öğrenciler kışın sobada yakmak için okula
birer odun parçası getirirlerdi.
Kahya muhtarın aldığı kararları gerekli
şahıslara bildirir, köye gelen yabancılara kimde misafir kalacaklarını
sorar, kalacak yeri yoksa köydeki aileleri misafir bakmaları için sıraya
koyardı. Korucu köy arazisini gezer, bağ bahçe ve ekinlerin zarara
uğramamasını temin ederdi. Sığırtmaç köyün çobanıydı. Her sabah köylülerin
sığırları köy meydanında toplanır. Çoban bunları alıp köye ait mezralarda
otlatır., akşam yine meydana getirirdi. Yıllık ücreti hayvan sahipleri
tarafından hayvan sayısına göre verilirdi.
Köyde fırınlar vardı. Belli günlerde
aileler sırayla bu fırında ekmek pişirirdi Ailenin durumuna göre genelde bir
hafta, on günlük ekmek pişirilirdi. Eve pek kıymet verilmezdi. Halkta “dünya
geçicidir” zihniyeti hakimdi. Resim günah sayılır, evlere sokulmazdı. Bir
gün bakkaldan kibrit kutusu almıştım. Üzerinde resim var diye annem resmi
kazıtmıştı bana. Karyola henüz köye gelmemişti. Odaların köşelerinde
gusülhane denilen yıkanma yerleri bulunur, ocakta ısıtılan sularla buralarda
yıkanılırdı. Masa, sandalye, koltuk, kanepe bilinmiyordu.
Su köydeki iki çeşmeden temin edilirdi. Yaz
günleri sular çok azalır, kadınlar gündüzleri tarlaya, bağa çalışmaya
gittiklerinden geceleri çeşme önünde sıraya girerlerdi. Pek tabi bu sıra
yüzünden pek çok kavga çıkar, testiler kırılırdı. Kirli çamaşırlar
bakraçlarla dere kenarına taşınırdı. Burada uygun yerlere taşlardan ocak
hazırlanır, kaynatılan suyla çamaşır yıkanırdı. Deterjanın adı bile yoktu.
Sabun bulmak da güçtü çünkü yapımı zordu. Çamaşırlar kül ile, tokmak
kullanarak yıkanırdı. Ütü işi henüz işitilmemişti.
Evlerin altındaki ahırlardan eğer varsa
avluya, yoksa sokağa bir delik açılır ve hayvanların gübreleri kış boyunca
bu delikten dışarı atılırdı. Kış bitince biriken gübre tarla ve bahçelere
taşınırdı. Evlerin tuvaleti bahçenin bir köşesine kazılan çukurun etrafı
duvarla çevrilerek yapılırdı. Bahçe olmayan evlerde ise evin dışında
biriktirilen gübre yığınlarının üstüne gelecek şekilde evin çıkmasından bir
delik açılır ve bu delik tuvalet olarak kullanılırdı. İnsan pislikleri sokak
veya avludaki gübre yığını üstüne hiç çekinilmeden bırakılırdı. Ne avlusu ne
de sokağa çıkması olmayan evlerin durumu kötüydü. Ya ahırın bir köşesine ya
da merdiven altına çukur kazılıp tuvalet haline getirilirdi.
Köyün muntazam, güzel denebilecek bir
hamamı vardı. Gündüzleri kadınlara, geceleri erkeklere açıktı. Harman
sonlarında köylüler kış hazırlığına başlardı. Hemen her ailenin kendisine
ait bir korusu vardı. Erkekler bu korulardan kışlık odun keser, evlerin
önüne yığardı. Kadınlar ise bulgur, nişasta, erişte, tarhana gibi kışı
geçirtecek yiyecekleri yapardı.
Buğday ve mısırı köye ait değirmenlerde
öğütür, kışlık unlarını elde ederlerdi. Dere üzerinde iki değirmen vardı.
Derenin suyu muntazam akmadığı için öğütme işi mesele olurdu. Köylüler
sıraya girer, ‘Hak’ denilen öğütme ücreti olarak ölçekle buğday, mısır
verirlerdi. Öğütme işi bitene kadar herkes başında beklerdi çünkü
değirmenciye itimat olmazdı.
Tarım arazisi olarak biraz zeytinlik, biraz
da bağ bahçe vardı. Sebze yetiştirilmez, daha doğrusu bilinmezdi.
Tarlalardan yabani ot toplanır, onlardan yemek yapılırdı. Bağlar pekmez için
yetiştirilirdi. O zamanlar memlekette şeker fabrikası yoktu. Şeker ithaldi,
bulması, alması zordu. Bu nedenle şeker yerine pekmez kullanılırdı. Her
köyün bir miktar dutluğu vardı. Burada ipek böceği de yetiştirilirdi. Hemen
hemen her aile bir veya iki paket ipek böceği yapardı.
Muratoba köyünün çamuru meşhurdu. Köyde yol
diye bir şey yoktu. Mevsiminde her taraf batak olurdu, karşılıklı iki komşu
birbirine ancak çamura batarak geçerlerdi. Siyah yapışkan çamur insanın
pabucunu ayağından çıkarırdı.
Yirmi yaşından küçük ve askerliğini
yapmamış olanlar kahveye gelemezdi. Kahvede herhangi bir oyun oynamak
düşünülemezdi. Bilinmezdi de. Kahve ve çayın yanında tütün içmek için uzun,
çubuk denilen ağızlık kullanılırdı. Yatsıda yaşlılar kahveden çekilince
gençler kış aylarında eğlence tertiplerdi: darbuka, zilli maşa çalıp
türküler söylerlerdi. Evleri dolaşıp tavuk, yumurta, un, yağ ve pekmez
toplar, yemek pişirirlerdi. İki delikanlı bir deve yapardı. Bu iki delikanlı
muayyen mesafelerde birbiri arkasına durur, üzerlerine bir kilim örtülür,
sopaların yardımıyla buna bir deve şekli verilirdi. Boyun kısmına bir çan
takılır ve direktiflerle yürür, çan genelde bir evin önüne gelindiğinde
çalınırdı. Gece yarısı ev halkı bu çan seslerine uyanır, deve şeklindeki
gençleri görür ve ne mümkünse verirlerdi. Bu bir ananeydi. Meşhur “derviş
helvası” eksik olmazdı. Bu eğlencelerin hiçbirinde alkollü içki olmazdı.
Kışın ayrıca müşterek av partileri yapılırdı. Bahar başında dere coştuğunda
karşıdan karşıya geçme imkânı syoktu. Bazen büyük kalaslar uzatılırdı.
Bunlardan geçmek hüner isterdi. Kalastan geçmek ya da atıyla doğrudan dereyi
geçmek isteyenlerden boğulanlar olurdu.
Köy halkından, bilhassa kadınlardan köy
dışına, kasabaya ve şehre gidenler çok azdı. Köyde doğup köyde ömrünü
geçirmiş çok kişi vardı. Bunun nedeni köylülerin meraksızlığı değil, ülkenin
içinde bulunduğu neredeyse sürekli bir savaş halinin ekonomi üzerindeki
tahribatı olmalı.
Kaynak:
Bursa’dan Dersim’e Bir Hekimin Anıları, C. İrgil
ve D. Dalkılınç (haz.), Sia yayınları, 2024, s. 22-30.
|