BURSA'DA BAHAR

Edebiyatımızda Bursa

Bursa'da Edebiyat

 

 

 

                                                                               Abdülbaki Gölpınarlı

             Baharın ikinci ayına girdik. Nisan bitmek üzere. Esen yel cana can katıyor. Yağan yağmur toprağı kabartıyor. Eski bir inanca göre nisan yağmuru yağarken her yaratık ağzını açarmış. Sedefin ağzına düşen katre inci olurmuş, yılanın ağzına düşen zehir.

                         
                              
Abdülbaki Gölpınarlı (1900-1982)

            Büyük hakim Şirazlı Sadi bile; doğunun ikili inancının, fatalist kanaatinin bir son ucunu, “Tabiatındaki letafetten şüphe yokken gene de yağmur, lalelikte lale bitirir, çırpılıkta çerçöp” der. Halbuki çalılıklar insan eliyle, insan emeğiyle lalelik oluyor, elverir ki insan eli tabiat gücüne yardımcı olsun, insan düşüncesi, insan buluşu, tabiat gücünü hizmetine alsın.

            Bırakalım felsefeyi; baharın kitap okunmuyor. Bu hava, insanı saran bu güzelim koku, düşünceyi dört duvar içine sokmuyor. Nabızlar atarken insan içten gelene uyuyor.

……..

            Ben her bahar deli olurum, kendimden geçerim. Bu mevsimde evlerde duramam, duvarlar sıkar beni. Çıkarım yazılara, yazılı kitaplardan geçerim, yazılan kainatı seyre dalmaya, onunla birleşmeye çalışırım…

            Fakat bu yıl bambaşka bir aleme daldım; yirmi günümü Bursa’da geçirdim, baharı orada kutladım. Bundan önce de görmüştüm Bursa’yı. Fakat kütüphaneler tozlu sayfalarla bürümüştü beni, Bursa’yı göstermemişti bana…Bilirdim, duyardım; Yeşil Bursa derlerdi. Okumuştum, Ahmet Hamdi Tanpınar bir kitabında o yeşilliği bir kanaviçe gibi işlemişti. Fakat kafadan okuyuş, gözle görüşe, özle duyuşa benzemiyor ki.

            Bursa’da bahar bambaşka. Mavi, koyu mavi, mor, tirşe, yeşil, koyu yeşil ve filizi. Bazı kere bu renkler kesin bir ayrılış çizgisiyle ayrılmış gibi görünür. Bazı kere birisi öbürünü tamamlar gibidir, eşinin içine girer, onunla kaynaşır. Bütün bunların üstünde daimi bir hareket, daimi bir köpürüş, bir oluş. O köpürüşün, o hayatiyetin ifadesi, bir an içinde beliren, bir an içinde kaybolan coşkunluk, köpükler. Bu yaşayışın sahnesi ancak sevgili denizde görülebilirdi; halbuki ne garip; Bursa Ovası’nda bütün bunları gördüm ben.

            Uludağ’ın eteğinde, Bursa Ovası’na hakim en güzel yerde, manzaraya karşı yayılan Gönlüferah otelinden seyrettim Bursa’yı. Bütün renkler orada. Yeşilin çeşitlisi oradan görünmede; tabiatın yaratıcılığı, yaratılışı, yaratılış kudreti ve yaşayış cehdi oradan seyredilmede. Şu koyu yeşil selviler, dikine çıkmakla beraber orada ufku aşmıyor, sanki arkadaki fonun üstüne fırça darbeleriyle kondurulmuş, biraz kabarık görünmede. Arkadaki hafif sissi açık yeşil fon bunları belirtmek için hazırlanmış. Şu boz yollar, dostu dosttan ayıran demiyeyim, dostu dosta, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan yollar, iki rengi birbirinden ayıramıyor. Tarihi dile getiren şu güzelim anıtlar manzarayı bozmuyor, görüşe düşünceyi katarak dekoru tamamlıyor. Bursa tümüyle, tabiatı kudretle, tarihi yaşayışla, rengi insan enerjisiyle, göz nuriyle, görüşü duyuşla kaynaştıran bir şehir. Havada uçuşan, gözle görülen, özle duyulan baharlar, sanki bu, modern bir ressamın elinden çıkmış tabloda, denizin köpüklerini temsil etmede. Bursa fotoğraf değil; her rengi, renginin her nüansı, üstüne vurulan her fırça, içten gelen, görüşten doğan, cana canlar katan, yaşayışa kudretler veren bir tablo. Bu tablonun çerçevesi, o güzelim ovayı çepeçevre kuşatan gök kubbe; fakat o çerçeve de bu denizi tamamlayan, bu tabloya renk veren ve bu resimden renk alan çeşitli renklerle süslü; öylesine ki insan, bu görünüşten öte bir alem bulamıyor, dünya sanki Bursa ve Bursa, alemin ta kendisi.

            ………

            Bursa tarihi dile getiren, bir devleti kuran, işlenen çiniye, yüzyıllar boyu emeğin göz nuriyle rengini katan, yeşilin çeşitli görünüşlerini belirten, baharın türlü neşelerini işleyen, asırları canlandıran, modern resmi fotoğraftan ayıran şehir. Toprağından sular kaynayan, rutubetiyle verdiği sızıyı şifalı sularıyla iyileştiren, derdini dermanıyla beraber bağışlayan, temizleyen, varlığı yıkayan, arıtan şehir. Konuşacağım Bursa, konuşacağım seninle ve senin için.                                              22 Nisan 1955- Vatan gazetesinden 

-----------------------------------------------------------------------------

    BİR ANI

     Bir gün merhum Gölpınarlı'ya, Ali Rıza Çetiner'in Mahkeme Camii'nde okuyacağı Mircaiye'yi banda kaydetmek için Bursa'ya gideceğimi söyledim. Dikkatle yüzüme baktı. Gözleri parıl parıldı. 

-Türk edebiyatında Resululah Efendimizi en çok seven kimdir, biliyor musun? dedi. Cevap vermeme fırsat bırakmadan,

-Bence Süleyman Çelebi. O ne aşk öyle, Allah Allah!, dedi. Sonra Bursa'dan, Bursalılardan bahsetti. "Bursa'ya sık sık davet edilirdim, artık çağırmıyorlar" diye serzenişte bulundu.

-Niçin, dedim. Biraz düşündü.

-Galiba Niyazi Mısri hakkındaki makalem onları gücendirdi. Bir daha çağırmadılar, dedi. Masasındaki kesme şekerleri yeniden sıraya dizdi. Düşünceli düşünceli sigarasından bir nefes çekti. Gülümsedi:

-Bursa'da Yeşil Türbe'ye gidersen dikkatli ol. Cemaat arasında yaşlı, çarıklı kurmaylar var. Adamı imtihan ederler. Vaktiyle beni de sınamışlardı, dedi. Soru sormama  fırsat vermeden ekledi:

-Duvarda bir mülemma var. Unutma, üstü Arapça, altı Türkçe. Yazı Arapça başlayınca insan devamının da Arapça geleceğini zannedip aldanıyor, bocalıyor. İhtiyarlar da kıs kıs gülüyorlar. Sen tuzağa düşme, dedi. ve levhayı ezbere okudu:

Kâle'n-Nebi aleyhi's-selam / El-Cennetü dârü'l-eshıya'i / Oda yakısarlar eşkıyâyı (Nebi aleyhisselam dedi: Cennet cömert evidir/yeridir. Yol kesenleri de ateşe atacaklar)

Unutmayayım diye bir kağıda yazıp verdi.

Bursa onda üç çağrışım yapmıştı: Resululah aşkı vesilesiyle Süleyman Çelebi, kendisine kırgınlıklarıyla Bursalılar ve nihayet Yeşil Türbe'nin muzip ihtiyarları.

Kaynak: Prof. Dr. Metin Akar, Merhum Abdülbaki Göpınarlı'dan Dinlediklerim, Kültür ve Turizm Bakanlığı Anma ve Armağan Kitap Dizisi (Abdülbaki Gölpınarlı Kitabı), s. 395-397