  
	 
	
	
	   | 
    
    
     | 
    
	
	   
	                                                                                       
	Ali Osman DÖNMEZ  
	   
	Ahmet 
	Hamdi Tanpınar’ın bir Ramazan gecesi âdeta başkaları tarafından görülme 
	endişesi içinde yaşlı gözlerle Sultanahmet Camii'nin pencerelerinden içeriyi 
	seyrettiği rivayet edilir. Türk edebiyatının bu önemli şahsiyetini bir 
	Ramazan gecesinde ulu mâbedin eşiğine kadar getiren güçle, gözlerine 
	yansıyan büyük bir iç yangına rağmen içeriye sokmayan güç, mahiyetleri 
	itibariyle acaba nasıl bir farklılığa sahiptir? Batılılaşma süreciyle ortaya 
	çıkan, zamanla artarak devam eden ve son merhalede bir milletin aydınıyla 
	halkı arasında ciddi uçurumlara yol açan bu güç, sebep ve neticeleri 
	itibariyle önemlidir. Ülkemizin yaklaşık 250 yıllık problemlerinin 
	çözümünde, bu gücün sebep olduğu hastalıkların tedavisi önemli roller 
	oynayacaktır.      Yukarıdaki rivayet, Tanpınar'ın 
	sanatında önemli bir kavrama -eşik- karşılık gelmektedir. Tanpınar'ın iç 
	dünyasının anahtarını veren bütün kavramların/kelimelerin gelip durduğu 
	yerdir eşik: Fert ve cemiyet, Şark ve Garp, eski ve yeni, tereddüt, rüya, 
	sis, ikilik, bitmemişlik, arta kalmak, tezat...(1) ‘Âraf'ta kalmanın da 
	farklı bir ifadesi olan bu kavramlar, onun eserlerinde farklı farklı 
	açılımlarıyla kendilerini devamlı hissettirirler. 
  “Ne içindeyim 
	zamanın  Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın 
	Parçalanmaz akışında.”  mısralarında ‘zaman’ mevhumu üzerinde kendini 
	gösteren ‘eşik’ sembolü, Tanpınar’ın sevilen eserlerinden biri olan 
	“Bursa’da Zaman” şiirinde daha kompleks şekilde karşımıza çıkar: 
  
	“Bursa’da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan 
	zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor 
	dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü  İçinde 
	gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden  Ovanın yeşili 
	göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.”
      Şiirin 
	ilk dört mısraındaki tasvirde "eşik" hususiyetini hâiz bir sıralama 
	dikkatleri çekmektedir: Bursa’da bir eski cami avlusu, şadırvanda şakırdayan 
	su, Orhan zamanından kalma bir duvar ve ihtiyar çınar... Çeşitli açılardan 
	‘eşik’ olma özelliği arz eden bu tasvirler; bir yandan dinî olana (cami 
	avlusu), bir yandan maddî unsura (duvar); bir yandan maziye (eski cami 
	avlusu, ihtiyar çınar), bir yandan şimdiye (konuşanın konuştuğu an), bir 
	yandan tabiî olana (su, çınar) bir yandan insan elinden çıkmış esere (Orhan 
	zamanından kalma bir duvar), bir yandan da açık mekân (avlu) ile kapalı 
	mekâna (duvar) açılmaktadır. (2) "Bursa'da Zaman" şiirinin hemen başında 
	şairi, yukarıdaki rivayette olduğu gibi, bir tarihî caminin avlusunda 
	görüyoruz. “Bursa’da bir eski cami avlusu” mısraı birçok açıdan yoruma tâbi 
	tutulabilecek bir eşiği sembolize etmektedir. Şiirin daha ilk kelimesinde 
	ismi zikredilen ‘Bursa’, tarihî süreç göz önünde bulundurulduğunda cihan 
	devletine giden yolda Osmanlı için -başta coğrafî konum, din ve kültür olmak 
	üzere- birçok açıdan önemli geçiş noktası (eşik) olma özelliği arz eder. 
	Osmanlı açısından, İlâ-yı Kelimetullah mefkûresinin sevk ve idare ettiği 
	cihangirlik rüyasının ilk meyvelerinden biri olan Bursa, Tanpınar’a göre 
	tarih boyunca hangi felâketlere mâruz kalırsa kalsın, hep kuruluş çağının 
	ruhunu korumuş, şiirini teneffüs etmiştir. Ona göre, Bursa kadar muayyen bir 
	devrin malı olan başka bir şehir yoktur. Fethinden 1453’e kadar geçen 130 
	sene Bursa’nın dış çehresini bir Türk şehri yaptığı gibi, mânevî çehresini 
	de gelecek zamanlar için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. 
	Osmanlı’nın kuruluş devri bir keramet, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri 
	olduğundan, Bursa, Türk ruhunun en hâlis ölçülerine kendiliğinden sahiptir 
	denebilir.(3) Tanpınar, Evliya Çelebi’nin Bursa için kullandığı ‘ruhaniyetli 
	şehir’ tâbirini bu fikrine destek olarak zikreder. Bütün bu özellikleriyle 
	Bursa, beylikten cihan devletine giden yolda ‘Osmanlı ruhu’nun tetikleyici 
	unsurlarını bünyesinde barındıran bir ‘eşik’ olmuş; çeşitli problemlerin 
	yaşandığı daha sonraki dönemlerde ise, devletin kendine çekidüzen vermesi 
	adına hep bir mihenk teşkil etmiştir. Tanpınar’a göre, dedelerimiz Bursa’yı 
	zaferin kendilerine ilk gülüşü olarak görmüşlerdir. Bu yönüyle de Bursa, 
	Osmanlı tarihinde bir ‘eşik’ özelliğine sahiptir.     
	Şiirin ilk mısraındaki ‘eski cami avlusu’ tamlamasındaki ‘eski’; mazi ile 
	yeni arasında teşekkül eden bir ‘eşik’ sembolünü zihinlere düşürürken, ‘cami 
	avlusu’ da dinî mekânla dış dünya arasındaki ‘eşiği’ sembolize etmektedir. 
	Mustafa Durak, “Küçük şadırvanda şakırdayan su;” mısraındaki ‘şakı(rda)yan’ 
	sıfat-fiiliyle ‘şakımak’ fiili arasındaki ses benzerliğinden hareketle, suyu 
	şakıması yönüyle bülbüle; şadırvanı da şekil hususiyetleri itibariyle kafese 
	benzetir.(4) Dolayısıyla mermerde şakırdayan ‘su’, kafesinden kurtulmuş 
	bülbül; şadırvan duvarları da esaret ile hürriyet arasındaki #8216;eşik’ 
	olarak düşünülebilir.      “Orhan zamanından kalma bir 
	duvar...” mısraında da çeşitli ‘eşik’ motifleri vardır. Tanpınar, Beş 
	Şehir’de Orhan Gazi’yi, bir başlangıç noktasını İmparatorluğa taşıyan kişi 
	olarak değerlendirir ve Osmanlı destanının asıl merkezinde yarı evliya 
	çehresiyle onun bulunduğunu belirtir. Orhan Gazi’yi Osmanlı’nın kuruluş 
	devrindeki ruh kuvvetinin kaynağı olarak gören Tanpınar, onu devletin 
	hamuruna rahm ve şefkatin derinliğini katan kişi olarak değerlendirir.(5) 
	Orhan'ın hakikatte Horasan erlerinin silâh ve keramet arkadaşı(6) ve bir 
	buçuk asır İmparatorluk için tek model(7) olduğunu belirten Tanpınar; 1. 
	Murad, Yıldırım, 1. Mehmed ve 2. Murad’ı, onun ileri zamanlara vurmuş 
	akisleri olarak düşünür. Tanpınar’a göre Orhan Gazi, gerek farklı toplum 
	katmanlarını meczedici kişiliğiyle, gerek kendinden sonraki bir buçuk asra 
	model olmasıyla ve gerekse bir başlangıç noktasını İmparatorluğa taşımasıyla 
	Osmanlı tarihi içinde ‘eşik’teki adamdır. “Orhan zamanından kalma bir duvar” 
	mısraındaki ‘duvar’, hem inşa tarihinin yaptığı çağrışımlar itibariyle hem 
	de cami avlusu ile dış arasındaki sınırı sembolize etmesiyle ‘eşik’ 
	mefhumunun farklı bir ifadesidir.     Şiirin ilk 
	bölümünde başlayıp diğer bölümlerinde berraklaşan farklı bir ‘eşik’ motifini 
	tam olarak anlayabilmek için, Tanpınar’ın sanatında mühim yerleri olan 
	"murakabe", "temâşa-rüya" ve "zaman" kavramlarının mahiyetlerine ve 
	birbirleriyle münasebetlerine dâir bazı hususları bilmek gerekir. Farklı 
	mânâ ve fonksiyonlara sahip olmakla birlikte, birbirlerini tamamlayıcı 
	yönleri de bulunan bu üç kavram, ‘eşik’le beraber Tanpınar’ın eserlerinin 
	belirleyici ve bütünleyici unsurlarındandır. Tanpınar’ın şiir estetiğinde, 
	varlığın özüne farklı bir yolculuk olarak da tarif edebileceğimiz 
	‘murakabe’nin(8) önemli bir yeri vardır. Onun eserlerinde ‘murakabe’, 
	‘rüya’ya (temâşa) varmak için mutlak geçilmesi gereken bir koridor gibidir. 
	Divan şairlerinden Naili’nin; “Mestâne nukuş-i suver-i âleme baktık/Her 
	birini bir özge temâşâ ile geçtik.” beytinde ifadesini bulan kadîm 
	kültürümüzün kâinata bakışıyla; Tanpınar’ın mekân, varlık ve nesneye bakışı 
	arasında bazı ortak noktalar vardır. “Hilmi Yavuz, bu beyitte anahtar 
	kavramlar olarak temâşa ve mestâne kelimelerini görür; ‘temâşa’ nesnenin 
	mânâsına (hakikate) nüfuz etmeyi, ‘mestâne’ ise, bu mânâya nüfuz etme 
	hazzını dile getirir. ‘Temâşa’ ve ‘seyretmek’ arasındaki farkı belirlemek 
	konumuz açısından önemlidir. Seyretmek; tabiat ve nesneyi yüzeyden 
	tanımaktır. Temâşa ise, nesneyi görünüşteki fânîliğinden soyutlayarak 
	hakikatine, özüne ulaşmayı ifade eder. Temâşa nesnesi, nesnenin bizzat 
	kendisi değil, işaretleridir."(9) Tanpınar’ın şiirlerinde 'murakabe'nin 
	getirdiği "temâşa" yani gittikçe derinleşen, kendi içinde bir nizama sahip, 
	ışık, renk ve seslerden müteşekkil parıltılı bir âlem; bu âlemle münasebette 
	olmanın getirdiği bir coşku hâli ve haz keyfiyeti (mestanelik) vardır. 
	Tanpınar’ın şiirindeki bu parıltılı âlem ve buna imkân sağlayan süreç, bazen 
	‘rüya’ kavramıyla; bazen de mekân ve eşya ile içten kaynaşan, bizim 
	münasebet hâlinde bulunduğumuz zamandan farklı ritme sahip bir ‘zaman’la 
	(süre) ifade edilmiştir. Ama şu bir gerçektir ki; Tanpınar, nesnenin görünen 
	yüzünün ötesine geçip, orada nesnenin işaretlerinden ve onlarla münasebet 
	kurduğunu tahayyül ettiği unsurlardan meydana gelen terkibi temâşadan büyük 
	haz alır.(10) ‘Murakabe’ koridorunun sonunda ulaşılan ‘temâşa’ ve bu 
	temâşanın insan ruhunda meydana getirdiği tesirlerin bir ifadesi olan 
	‘mestane’ hâliyle; 'uyku'da(11) ortaya çıkan ‘rüya’ ve rüyanın niteliğine 
	göre insan ruhunda oluşan hâller (sevinç, mutluluk, huzur; üzüntü, keder) 
	arasında mühim paralellikler vardır. ‘Murakabe’ kelimesiyle mânâ münasebeti 
	içindeki ‘dalma-dalış’ ile ‘uykuya dalma’; ‘temâşa’ kelimesinin mânâlarından 
	olan ‘nesnenin hakiki mânâsını görme’ ile ‘rüya görmek’ arasındaki semantik 
	münasebetler bu paralelliğin birer ifadesi olarak düşünülebilir. Burada şu 
	hususu belirtmekte de fayda vardır: Şiir anlayışını “En uyanık gayret ve 
	çalışma ile dildeki rüya hâlini kurma"(12) şeklinde özetleyen Tanpınar’ın 
	şiir telâkkisindeki rüyanın, hakiki rüyanın tuhaflıkları ile bir alâkası 
	yoktur.(13) Onun ‘dildeki rüya’ dediği şey, şuuraltının değil; şuur, hafıza, 
	sezgi ve bunlarla münasebeti bulunan çeşitli unsurların ürünüdür.(14) 
	Tanpınar'ın sanatındaki ‘murakabe’ ve bunun neticesi ortaya çıkan 
	‘temâşa’nın (rüyaya benzer hâl) nizamını Bergson’un ‘gerçek zaman’ olarak 
	tarif ettiği ‘süre’ belirler. Zaman aralıklarının kalkması sebebiyle 
	‘süreklilik’ ve ‘bütünlük’ içinde bir akış olarak tarif edilen, kişinin 
	hâlet-i ruhiyesiyle sıkı münasebeti bulunan ve ferdin kendini herhangi bir 
	şeye tam verişinde ortaya çıkan ‘gerçek zaman’ (süre); ‘sezgi’, ‘şuur’ ve 
	‘hafıza’yla irtibatlıdır. Geçmişle şimdinin bir bütünlük arz ettiği bu akış, 
	akılla değil, ‘sezgi’ ile kavranır. ‘Hafıza’nın, maziyi kişinin içinde 
	bulunduğu zamandaki ‘şuur’ ve psikolojisi doğrultusunda hâlihazıra 
	taşımasıyla farklı farklı tarihlerde gerçekleşen hâdiseler arasındaki zaman 
	aralıkları ortadan kalkar ve ‘geçmiş ile şimdi’ aynı şuur ve psikolojinin 
	şemsiyesi altında sezgiye açılır.(15)      Tanpınar'ın 
	sanatında oldukça önemli olan bu kavramlar (murakabe, temâşa-rüya ve süre), 
	Bursa’da Zaman şiirinde ‘eşik’ motifinin farklı tarzlarda ortaya çıkmasına 
	zemin hazırlar. Bursa’da ‘Orhan zamanından kalma bir duvar’ın sınırlarını 
	belirlediği ‘avlu’daki ‘eski cami’, ‘küçük şadırvan’ ve ‘ihtiyar çınar’ 
	(Çınar Osmanlı’nın sembolü kabul edilir); şairin hafızasındaki ‘Bursa’ ve 
	‘Orhan Gazi’ isimlerinin yaptığı geniş tarihî çağrışımlarla birleşince zihnî 
	bir odaklanmaya (murakabeye) zemin hazırlar. Bu murakabeye şair belirli 
	nesnelerden hareketle ulaşmıştır. Yani mekândaki nesneleri zihnî bir eleme 
	işlemine tâbi tutan şair, onlardan sadece üzerinde durduğu mana ve muhtevaya 
	uygun düşenleri seçip almıştır. Bu eleme faaliyeti şiirde ‘ihtiyar çınarın 
	sakin bir günü dört yana elemesi’ motifiyle anlatılır. Bu mısra aynı zamanda 
	‘murakabe’ ile ‘temâşa’ arasındaki geçiş noktasını -eşik- ifade eder. Çünkü; 
	“Bir rüyâdan arta kalmanın hüznü/İçinde gülüyor bana derinden./Yüzlerce 
	çeşmenin serinliğinden/Ovanın yeşili göğün mavisi/Ve mîmarîlerin en 
	ilâhisi.” mısralarından anladığımız kadarıyla şair, bedenen her ne kadar 
	cami avlusunda olsa da, ruhen bir rüyadan arta kalmanın hüznü içinde 
	kendisine gülen ihtiyar çınarın tedaileriyle, Bursa’daki Osmanlı yâdigârı 
	yüzlerce çeşmenin çağrışımlarıyla, ovanın yeşili-göğün mavisiyle ve 
	mîmarîlerin en ‘ilâhi’siyle haşir neşirdir; yani ruh ve beden farklı farklı 
	zaman ve mekânlardadır. Bu da şairin ‘ben’i açısından düşünüldüğünde farklı 
	bir ‘eşik’ sembolünün ifadesidir. ‘Bir rüyadan arta kalmanın hüznü içinde 
	olan ihtiyar çınar’ sembolüyle, Osman Gazi’nin Edebalı’nın tekkesinde 
	misafirken gördüğü bütün bir Osmanlı tarihini şerh eden rüyaya ve bu 
	rüyadaki çınarın hâlihazırdaki durumuna gönderme yapılmaktadır. Şiirde, 
	Osmanlı’nın kuruluş yıllarında görülen ve bir millete önemli ufuklar işaret 
	eden rüyanın mühim bir parçası olan çınarın hâlihazırdaki hüznünün 
	tasvirinden hemen sonra çeşmelerden bahsedilmesinin önemli bir sebebi 
	vardır: Çünkü Tanpınar ‘çeşmeler’ ile ‘cihan devleti olma rüyası’ arasında 
	münasebet kurar ve Bursa’daki çeşmelerin ‘rüya ile hareketin el ele 
	yürüdüğü’ çağların hikâyesini terennüm ettiğini(16) düşünür. Bu rüya ile 
	hareketin el ele yürüdüğü çağlar da başlangıç ve bitişleri itibariyle diğer 
	çağlar arasındaki ‘eşiği’ sembolize etmektedir.      Şiirin baş tarafında 
	sayılan farklı çağrışımlara sahip isim, mekân ve nesneler; şairin şahsî 
	bilgi ve tecrübeleri ışığında zihninde bir kompozisyon meydana getirince, 
	birbirinden kopuk gibi duran zaman parçacıkları âdeta bütünleşmiş(17) ve 
	“Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim/Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın” 
	mısralarında da ifade edildiği gibi mazi ile ân şairin psikolojisi 
	doğrultusunda yeni bir şekle bürünmeye başlamıştır. Bu şekillenmenin 
	başladığı ‘eşik’ten itibaren ‘süre’yle ‘temâşa’nın (rüyaya benzer hâl) ortak 
	kaideleri işlemeye, çınar ile rüya arasındaki münasebette olduğu gibi nesne 
	kendi olarak değil, işaretleriyle mânâ kazanmaya başlamıştır. Bursa’da 
	tarihî hususiyeti haiz çeşitli nesne, mekân ve şahsiyetlerin dâhil edildiği 
	ve şiirin sondan ikinci bölüme kadar kesintisiz olarak devam eden bu temâşa 
	şöleninde (rüyaya benzer hâl), şairin ‘ben’i rüyalarda olduğu gibi 
	‘eşik’tedir. Çünkü nesne, mekân ve şahısları ait oldukları hakiki 
	kompozisyondan kopartarak temâşanın hüküm sürdüğü terkibe dâhil eden bizzat 
	şairin gözlem ve dikkatidir. Şahıs, mekân ve nesneler ancak temâşanın 
	iklimine dâhil edildikten sonra şairin sezgi ve psikolojisi doğrultusunda 
	renklere boyanmaktadır. Buradaki ‘eşik’ sembolü ‘rüya görmekte olan kişi’ 
	motifiyle izah edilebilir. Rüya gören kişinin vücudu yaşadığımız âlemin 
	şartlarına tâbiyken; ruhu, nizamı daha farklı bir âlemde seyahat etmektedir. 
	Dolayısıyla kişi rüyada, bilinen âlemle mahiyeti çok daha farklı bir âlem 
	arasındaki ‘eşik’tedir.      “Bursa’da Zaman” şiirinde ‘temâşa’nın (rüya) 
	içinde kendini gösteren başka bir ‘eşik’ motifinden de söz edilebilir. 
	Temâşanın içindeki bu ‘eşik’ ise, ‘rüyasında rüya gördüğünü bilen kişi’ 
	motifiyle izah edilebilir. Olup bitenlere bütün benliğiyle katılamamak, 
	hâdiseleri bir tiyatro sahnesini seyreder gibi seyretmek, yaşananlardan 
	belirli bir üzüntü duymak veya haz almakla birlikte bunların fazla tesirinde 
	kalmamak, rüyasında rüya gördüğünü bilen kişilerin ortak özelliğidir. Bu 
	durum, tarihi yorumlayışta Yahya Kemal’in tesirinde kaldığı iddia edilen 
	Tanpınar’ın aslında ondan farklı bir anlayışa da sahip olduğunu 
	göstermektedir. “Bursa’da Zaman”a ve onunla bazı benzerlikler arz eden 
	“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”na bu açıdan bakıldığında iki şair arasında bu 
	durumun ortaya çıkardığı farklılıklar kendini hemen hissettirir. “Bursa’da 
	Zaman” şiirinin aşağıdaki bölümleri “rüyasında rüya gördüğünü bilen” kişi 
	motifinin ışığında da okunabilir: 
  “Bir zafer müjdesi burda her isim: 
	Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın 
	Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın. Güvercin bakışlı sessizlik bile 
	Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, 
	Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, 
	camiler, eski bahçeler, Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş 
	hengâmelerin Nakleder yâdını gelen geçene.
  Bu hayâlde uyur Bursa 
	her gece, Her şafak onunla uyanır, güler  Gümüş aydınlıkta serviler, 
	güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin. Başındayım sanki bir mucizenin, 
	Su sesi ve kanat şakırtısından Billûr bir âvize Bursa’da zaman.”
      
	Şiirin yukarıdaki bölümünden anlaşıldığı kadarıyla, ‘temâşa’ nizamına sahip 
	bir Bursa tablosunu uzun uzun seyreden Tanpınar, “Başındayım sanki bir 
	mucizenin” diyerek rüyadayken rüya gördüğünü bilen bir kişi gibi kendini bu 
	tablonun ‘eşiğinde’ tutar. Yahya Kemal ise, “Süleymaniye’de Bayram 
	Sabahı”nda, Tanpınar’dan farklı olarak ‘eşik’te kalmaz, caminin içine girer, 
	Osmanlı’nın harcında kanı ve alın teri olan binlerce şehit, gazi ve erin 
	ruhuyla haşir neşir olur. Yahya Kemal, şiirinde, Tanpınar’ın -yanlış bir 
	kullanımla- “mucize” olarak nitelediği harikulade manzarayı seyretmekle 
	kalmaz, “Senelerden beri rüyada görüp özlediği cedlerin mağfiret iklimine 
	girer” ve onun âdeta bir parçası olur:
  “Ulu mâbed! Seni ancak bu 
	sabah anlıyorum;  Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;  Bir 
	zaman hendeseden âbide zannettimdi;  Kubben altında bu cumhûra bakarken 
	şimdi,  Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim  Cedlerin mağfiret 
	iklimine girmiş gibiyim.  Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını  
	Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allâh’ı anarken bir 
	ağızdan herkes  Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;  Yükselen 
	bir nakarâtın büyüyen velvelesi,  Nice tuğlarla karışmış nice bin at 
	yelesi!” 
      “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nın son 
	bölümünde yer alan “Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine” mısraındaki 
	‘karıştım’ sözü ile “Bursa’da Zaman”ın “Başındayım sanki bir mucizenin,” 
	mısraındaki ‘başındayım’ ifadesi Yahya Kemal’le Tanpınar arasındaki maziye 
	bakıştaki anlayış/hissediş/ait oluş farkını net şekilde ortaya koyar. 
	Tanpınar, Osmanlı tarihini ve ecdadı değerlendirirken ‘ben’-‘o, onlar’ 
	arasındaki ‘eşik’te kalırken, Yahya Kemal âdeta ‘ben’in dar hendesesinden 
	sıyrılarak ‘biz’in engin okyanusuna yelken açar. 1901 yılında doğan ve 
	şahsiyeti Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyetin ilk yılları arasındaki 
	‘eşik’te şekillenen Tanpınar, ‘Osmanlı çınarı’nın nüvesi hükmündeki bir 
	mekân ve tarihi yoruma tâbi tutarken, mizacının veya aldığı eğitimin 
	doğurduğu bazı sebepler dolayısıyla ecdatla bütünleşmede ‘ben’-‘o, onlar’ 
	‘eşiğinde’ kalırken; bir dönem ‘Mehlika Sultan’ âşığı olarak Garb’a açılan 
	fakat orada özünü keşfederek duyguda ‘eve dönen’ Yahya Kemal ise, tarihi 
	anlattığı şiirlerde zaman, mekân ve şartlardan kaynaklanan bütün ‘eşik’leri 
	aşarak ecdatla ‘biz’ ikliminde kaynaşır. Yahya Kemal’in tarihî şiirlerinde 
	ecdatla kaynaşmanın getirdiği bu ‘biz’ duygusu, “Mohaç Türküsü” ve “Akıncı” 
	şiirlerinden alınan aşağıdaki mısralarda da görüldüğü gibi oldukça 
	kuvvetlidir: “Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;/Bin atlı o gün dev 
	gibi bir orduyu yendik!/Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!/Bir yaz günü 
	geçtik Tuna'dan kaafilelerle.../Şimşek gibi bir semte atıldık yedi 
	koldan/Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan/Bir gün doludizgin boşanan 
	atlarımızla/Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla... /Cennet’te bugün 
	gülleri açmış görürüz de /Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!” (Akıncı) 
	    “Bizdik o hücumun bütün aşkıyla kanatlı/Bizdik o 
	sabâh ilk atılan safta yüz atlı/Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek 
	hevesiyle/Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!/Fethin daha bir ülkeyi 
	parlattığı gündü/Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü/Dünyâya vedâ ettik, 
	atıldık dolu dizgin/En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!/Bir bir 
	açılırken göğe, son def'a yarıştık/Allâh'a giden yolda meleklerle karıştık.” 
	(Mohaç Türküsü’nden) “İsterdim bu eski yerde seninle/Başbaşa uyumak son 
	uykumuzu” mısralarından anlaşıldığı kadarıyla “Bursa’da Zaman” şiirinde de 
	vuslat arzusunun doğurduğu, Bursa’da medfûn ecdatla kaynaşmaya zemin 
	hazırlayabilecek bir ‘biz olmaya davet’ motifi vardır. Ancak burada da ‘biz’ 
	kaynaşmasının önüne ‘ölüm’ eşiği çıkarılmıştır.     
	Estet (sanat eserlerinde güzelliği en yüce değer sayan kişi) bir şair olan 
	Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirindeki bazı dinî unsurlara bakışını (cami, 
	türbe) net olarak anlayabilmek; eşya, nesne ve kâinata bakışta onunla 
	mutasavvıf şairler arasındaki önemli bir ‘eşiği’ görmemize de imkân 
	sağlayacaktır: “Mutasavvıf şairler, doğrudan doğruya Mutlak Hakikat’in, 
	ilâhî aşkın, varlığın bütününün insicamından doğan hüsn-i mücerredin, lâtif 
	mânânın şiirini söylerlerken; estet şairler, sözle, çizgiyle, taşla veya 
	başka bir maddeyle inşa edilmiş estetik yapıların, somutun, somut güzelliğin 
	şiirini söylemişlerdir. Bu; bir mânâda ‘din’e karşı ‘estetizm’in veya daha 
	genel mânâda ‘sanata taparlığın’ öne çıkarılması girişimidir. Tanpınar gibi 
	estet şairler Osmanlı’dan günümüze kalan muhteşem sanat eserlerinin yalnızca 
	estetik değerini, somut güzelliklerini öne çıkarırlar. “Bursa’da Zaman” 
	şiirinde bunu görmek mümkündür. Bu şiirde cami ve benzeri diğer yapılar, 
	büyük dinî heyecanların yaşandığı, mânevî tekâmüllerin gerçekleştiği dinî 
	mâbetler olarak değil, mânevî ve dinî boyutundan tecrit edilmiş ‘sanat 
	mâbedi’ olarak algılanmıştır." Şiirin son bölümünde ‘ölüm’ü, “ilâh uykusu” 
	gibi pagan unsurlar ihtiva eden bir tamlamayla teşbih münasebetine sokan 
	‘tılsımlı ebediyet’ de, ilâhi dinlerin müjdelediği ebediyeti telmih 
	gâyesiyle değil, sanatın estetik dünyasını ifade için kullanılmıştır. 
	Meseleyi Bediüzzaman Hazretleri’nin penceresinden değerlendirecek olursak, 
	“Bursa’da Zaman” şiirinde esere yüklenen mâna “hakiki mânâ”yı, estetik 
	kaygılar da “hakiki gâye”yi perdelemiş gibidir. Bu husus, eşya ve nesneleri 
	yorumlama, onların mahiyet ve kaynaklarını gösterme bakımından Tanpınar’la 
	mutasavvıf şairler arasındaki önemli bir eşiğe karşılık gelmektedir.     
	Başka bir "eşik" hususiyeti de "Bursa'da Zaman" şiirinin yapısında 
	görülmektedir. Şiir ilk olarak “Bursa’da Hülya Saatleri” ismiyle 
	yayımlanmıştır.(19) “Bursa’da Hülya Saatleri”ndeki ‘saat’ de, “Bursa’da 
	Zaman”daki ‘zaman’ kelimesi gibi zamana vurgu yapmakla birlikte ‘zaman’ 
	kelimesinin kuşatıcılığı karşısında daha zayıf kalmaktadır. “Bursa’da 
	Zaman”ı Bursa’daki Osmanlı tarihini anlatan bir şiir olarak kabul edersek, 
	‘saat’i de ancak fertle alâkalı bir ‘zaman dilimi’ için kullanabiliriz. 
	Şiirin ilk başlığındaki ‘hülya’ kelimesi de kişiye dâir hayalî bir macerayı 
	akla getirmesiyle bu hususu kuvvetlendirmektedir. Nitekim bu gözle 
	incelendiğinde şiirin ‘ferdî bir şiir’le ‘cemiyete dâir bir şiir’ olma 
	arasındaki ‘eşik’te gidip geldiği görülmektedir. “Bursa’da Hülya 
	Saatleri”ndeki “Senden böyle uzak kalmanın hüznü” ve “Sanki bir hatıra 
	serinliğinden” mısralarının; “Bursa’da Zaman”da “Bir rüyâdan arta kalmanın 
	hüznü” ve “Yüzlerce çeşmenin serinliğinden” şeklinde değiştirilmesiyle geri 
	çekilen bu şahsî macera,(20) ilerleyen bölümlerde “Yeşil türbesini gezdik 
	dün akşam/Duyduk bir musikî gibi zamandan/Çinilere sinmiş Kur’ân 
	sesini/Fetih günlerinin saf neşesini/Aydınlanmış buldum 
	tebessümünle/İsterdim bu eski yerde seninle/Başbaşa uyumak son uykumuzu” 
	şeklinde tekrar ortaya çıkmıştır. İki ayrı nüshadaki farklılıklardan 
	hareketle “Bursa’da Zaman”ın ferdî tarihle cemiyet tarihi arasındaki 
	‘eşik’te gidip geldiği söylenebilir.      Tanpınar, 
	“Bursa’da Zaman” şiirinde Osmanlı tarihine, ‘eşik’ özelliği taşıdığını 
	düşündüğü bir mekân ve zamanın penceresinden bakmış; bu mekân ve zamanı 
	anlatırken de yine kendi düşünce dünyasında ‘eşik’ hususiyetini hâiz isim, 
	nesne ve kavramlara başvurmuştur. Bu husus, şiirin gerek muhtevasında, 
	gerekse yapısında birbirinden farklı iç içe helezonik ‘eşik’lerin ortaya 
	çıkmasına zemin hazırlamıştır.      Tanpınar’ın 
	eserleri incelendiğinde onun genellikle fert ile cemiyet, Osmanlı ile modern 
	Türkiye, Şark ile Garp, yeni ile eski, ölüm arzusu ile hayat, tarih ile ân, 
	madde ile mânâ, rüya ile hakikat arasındaki ‘eşik’te sıkışıp kaldığı ve bu 
	unsurlar arasında bir tercih yapamamanın getirdiği trajediyi oldukça 
	derinden yaşadığı görülür. “Bursa’da Zaman” şiiri birbirine tezat olan bu 
	hususları uyumlu birlikteliğe dönüştürme gayretinin bir ürünü olarak 
	değerlendirilebilir. Eserlerinde kendini tereddüt, rüya, sis, ikili ruh 
	hâli, bitmemişlik, arta kalmak ve tezat şeklinde gösteren bu trajik durum, 
	yazının başındaki rivayetten de anlaşıldığı gibi Tanpınar’ın şahsî hayatında 
	da kendini bir şekilde göstermektedir. “Bursa’da Zaman” şiirindeki ‘eşik’ 
	motifinin bazılarının (özellikle “ben” “biz” ve cami avlusunda durma 
	meseleleri), şiirin 1941’de yayımlandığı düşünüldüğünde, dönemin şartlarıyla 
	izahı söz konusu olsa da, bu izah elbette sığ ve eksik kalacaktır. Ancak 
	şairin Sultanahmet Camii’nin penceresinden yaşlı gözlerle içeriyi 
	seyrederken yaşadığı başkası tarafından görülme endişesinin önemli sebepleri 
	olmalıdır. Tanpınar herhangi bir akademik kademelerden geçmeden (elbette 
	Tanpınar yaptığı çalışmalarla bu unvana lâyıktır) 15 Kasım 1939'da Tanzimat 
	Fermanı'nın yüzüncü yılı dolayısıyla İstanbul Üniversitesi Edebiyat 
	Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde açılan kürsüye Yeni Türk 
	Edebiyatı profesörü olarak atanır. Bu endişenin sebeplerinden biri de acaba 
	“Burada görülürsem unvanımı elimden alırlar” korkusu olabilir mi?     
	Batılılaşma süreciyle başlayan ve 1900’lü yılların ilk yarısında oldukça 
	artan Türk aydınının Tanpınar misâlinde yaşadığı ‘eşik’te kalma hâli, 
	sonraki yıllarda genellikle ‘eşik’ten de uzaklaşma şeklinde kendini 
	göstermiştir. Sevindirici olan şu ki, son yıllarda kafası ve gönlü 
	milletinin millî ve manevî değerleriyle donanmış ‘altın bir nesil’, bir 
	zamanlar ecdadın üstlendiği misyona benzer şekilde medeniyet ve kıtalar 
	arasındaki ‘eşik’leri hızla aşmakta ve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” 
	şiirinde zikredilen mekânlardan daha geniş bir coğrafyada ecdadın gâye-i 
	hayaline uygun işler yapabilmenin gayretini sergilemektedir. Bu gayretlerin 
	neticesi olarak son birkaç asırdır eşikte kalan, eşikten de uzaklaşan, 
	camiye penceresinden bakan aydınımızın camiye girip mihrabına yöneleceği 
	ümidini taşıyoruz. 
  Dipnotlar: 
  1. İnci, Handan. "Eşikte Bir 
	Yazar", Eşik Cini, Mayıs-Haziran 2006. 2. Durak, Mustafa. Ahmet Hamdi 
	Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman Şiirinde Anlam Boyutu 3. Tanpınar, A. Hamdi. 
	Beş Şehir, Dergâh yay., s. 107, İst., 2001. 4. Durak, Mustafa. Ahmet 
	Hamdi Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman Şiirinde Anlam Boyutu  5. Tanpınar, A. 
	Hamdi. Beş Şehir, s. 113. 6. Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, s. 113. 7. 
	Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, s. 114. 8. ‘Murakabe’ bu yazıda çeşitli 
	unsurlar vasıtasıyla nesne-eşyadaki odaklanma ve derinleşmeyi ifade için 
	kullanılmıştır. Meseleyi üç boyutlu resimlerdeki gibi düşünürsek, murakabe, 
	çeşitli unsurlar arasındaki münasebetin fark edilmesinden görüntünün ortaya 
	çıkışına kadarki süreci ifade eder. Temâşa ise bu noktadan itibaren başlar. 
	9. Çalışır, Deniz; Ögel, Semra. Osmanlı Resminde Mimesis: Şeker Ahmed 
	Paşa’nın Resimleri Bağlamında Bir Değerlendirme, İTÜ Dergisi/b Sosyal 
	Bilimler, Cilt:2, Sayı:1, 69-79, Aralık 2005. bknz: Yavuz, Hilmi. 
	Osmanlılık, Kültür, Kimlik, Boyut Kitapları, İstanbul. 1998. 10. Daha 
	geniş bilgi için bknz: Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve 
	Bursa Algısı Işığında Bursa’da Zaman Şiirini Okuma Denemesi”, Edebiyatın 
	Penceresinden Bursa, s. 17-44, Osmangazi Belediyesi Yay., İst., 2007.  
	11. Rüya elbette uykuda ortaya çıkar, burada ‘uyku’ kelimesi ‘murakabeyi’ 
	daha da belirgin hâle getirmek gâyesiyle kullanılmıştır. 12. Tanpınar, A. 
	Hamdi. “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Tanpınar’ın Mektupları, (Haz. Zeynep 
	Kerman), Dergâh yay., İst. 1992. 13. Tanpınar, A. Hamdi. A. Hamdi. 
	Antalyalı Genç Kıza Mektup, age.  14. Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın 
	Şiir Estetiği ve Bursa Algısı Işığında Bursa’da Zaman Şiirini Okuma 
	Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden Bursa, s. 17-44, Osmangazi Belediyesi 
	Yay., İst., 2007.  15. Daha geniş bilgi için bknz: Dönmez, Ali Osman. 
	“Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve Bursa Algısı Işığında Bursa’da Zaman Şiirini 
	Okuma Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden Bursa, s. 17-44, Osmangazi 
	Belediyesi Yay., İst., 2007.  16. Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, s. 111. 
	17. Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve Bursa Algısı Işığında 
	Bursa’da Zaman Şiirini Okuma Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden Bursa, s. 
	17-44, Osmangazi Belediyesi Yay., İst., 2007.  18. Sönmez, Murat. 
	“Risale-i Nur'da Roman ve Şiir Düşüncesi”, Köprü Dergisi, 55. sayı, Yaz 96. 
	19. Tanpınar, A. Hamdi.Bütün Şiirleri, (Haz: İnci Enginün) Dergâh yay., 
	Notlar ve Farklar, s. 165, İst. 1994. bknz:Tasvir-i Efkâr, nr.4645, 8 Mart 
	1941. 20. Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve Bursa Algısı 
	Işığında Bursa’da Zaman Şiirini Okuma Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden 
	Bursa, s. 17-44, Osmangazi Belediyesi Yay., İst., 2007  
	                                                             
	Kaynak: 
	
	 Yağmur Dergisi Sayı 36 (Temmuz 2007) 
     |