|
|
Ali Osman DÖNMEZ
Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın bir Ramazan gecesi âdeta başkaları tarafından görülme
endişesi içinde yaşlı gözlerle Sultanahmet Camii'nin pencerelerinden içeriyi
seyrettiği rivayet edilir. Türk edebiyatının bu önemli şahsiyetini bir
Ramazan gecesinde ulu mâbedin eşiğine kadar getiren güçle, gözlerine
yansıyan büyük bir iç yangına rağmen içeriye sokmayan güç, mahiyetleri
itibariyle acaba nasıl bir farklılığa sahiptir? Batılılaşma süreciyle ortaya
çıkan, zamanla artarak devam eden ve son merhalede bir milletin aydınıyla
halkı arasında ciddi uçurumlara yol açan bu güç, sebep ve neticeleri
itibariyle önemlidir. Ülkemizin yaklaşık 250 yıllık problemlerinin
çözümünde, bu gücün sebep olduğu hastalıkların tedavisi önemli roller
oynayacaktır. Yukarıdaki rivayet, Tanpınar'ın
sanatında önemli bir kavrama -eşik- karşılık gelmektedir. Tanpınar'ın iç
dünyasının anahtarını veren bütün kavramların/kelimelerin gelip durduğu
yerdir eşik: Fert ve cemiyet, Şark ve Garp, eski ve yeni, tereddüt, rüya,
sis, ikilik, bitmemişlik, arta kalmak, tezat...(1) ‘Âraf'ta kalmanın da
farklı bir ifadesi olan bu kavramlar, onun eserlerinde farklı farklı
açılımlarıyla kendilerini devamlı hissettirirler.
“Ne içindeyim
zamanın Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.” mısralarında ‘zaman’ mevhumu üzerinde kendini
gösteren ‘eşik’ sembolü, Tanpınar’ın sevilen eserlerinden biri olan
“Bursa’da Zaman” şiirinde daha kompleks şekilde karşımıza çıkar:
“Bursa’da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan
zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor
dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde
gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili
göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.”
Şiirin
ilk dört mısraındaki tasvirde "eşik" hususiyetini hâiz bir sıralama
dikkatleri çekmektedir: Bursa’da bir eski cami avlusu, şadırvanda şakırdayan
su, Orhan zamanından kalma bir duvar ve ihtiyar çınar... Çeşitli açılardan
‘eşik’ olma özelliği arz eden bu tasvirler; bir yandan dinî olana (cami
avlusu), bir yandan maddî unsura (duvar); bir yandan maziye (eski cami
avlusu, ihtiyar çınar), bir yandan şimdiye (konuşanın konuştuğu an), bir
yandan tabiî olana (su, çınar) bir yandan insan elinden çıkmış esere (Orhan
zamanından kalma bir duvar), bir yandan da açık mekân (avlu) ile kapalı
mekâna (duvar) açılmaktadır. (2) "Bursa'da Zaman" şiirinin hemen başında
şairi, yukarıdaki rivayette olduğu gibi, bir tarihî caminin avlusunda
görüyoruz. “Bursa’da bir eski cami avlusu” mısraı birçok açıdan yoruma tâbi
tutulabilecek bir eşiği sembolize etmektedir. Şiirin daha ilk kelimesinde
ismi zikredilen ‘Bursa’, tarihî süreç göz önünde bulundurulduğunda cihan
devletine giden yolda Osmanlı için -başta coğrafî konum, din ve kültür olmak
üzere- birçok açıdan önemli geçiş noktası (eşik) olma özelliği arz eder.
Osmanlı açısından, İlâ-yı Kelimetullah mefkûresinin sevk ve idare ettiği
cihangirlik rüyasının ilk meyvelerinden biri olan Bursa, Tanpınar’a göre
tarih boyunca hangi felâketlere mâruz kalırsa kalsın, hep kuruluş çağının
ruhunu korumuş, şiirini teneffüs etmiştir. Ona göre, Bursa kadar muayyen bir
devrin malı olan başka bir şehir yoktur. Fethinden 1453’e kadar geçen 130
sene Bursa’nın dış çehresini bir Türk şehri yaptığı gibi, mânevî çehresini
de gelecek zamanlar için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir.
Osmanlı’nın kuruluş devri bir keramet, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri
olduğundan, Bursa, Türk ruhunun en hâlis ölçülerine kendiliğinden sahiptir
denebilir.(3) Tanpınar, Evliya Çelebi’nin Bursa için kullandığı ‘ruhaniyetli
şehir’ tâbirini bu fikrine destek olarak zikreder. Bütün bu özellikleriyle
Bursa, beylikten cihan devletine giden yolda ‘Osmanlı ruhu’nun tetikleyici
unsurlarını bünyesinde barındıran bir ‘eşik’ olmuş; çeşitli problemlerin
yaşandığı daha sonraki dönemlerde ise, devletin kendine çekidüzen vermesi
adına hep bir mihenk teşkil etmiştir. Tanpınar’a göre, dedelerimiz Bursa’yı
zaferin kendilerine ilk gülüşü olarak görmüşlerdir. Bu yönüyle de Bursa,
Osmanlı tarihinde bir ‘eşik’ özelliğine sahiptir.
Şiirin ilk mısraındaki ‘eski cami avlusu’ tamlamasındaki ‘eski’; mazi ile
yeni arasında teşekkül eden bir ‘eşik’ sembolünü zihinlere düşürürken, ‘cami
avlusu’ da dinî mekânla dış dünya arasındaki ‘eşiği’ sembolize etmektedir.
Mustafa Durak, “Küçük şadırvanda şakırdayan su;” mısraındaki ‘şakı(rda)yan’
sıfat-fiiliyle ‘şakımak’ fiili arasındaki ses benzerliğinden hareketle, suyu
şakıması yönüyle bülbüle; şadırvanı da şekil hususiyetleri itibariyle kafese
benzetir.(4) Dolayısıyla mermerde şakırdayan ‘su’, kafesinden kurtulmuş
bülbül; şadırvan duvarları da esaret ile hürriyet arasındaki #8216;eşik’
olarak düşünülebilir. “Orhan zamanından kalma bir
duvar...” mısraında da çeşitli ‘eşik’ motifleri vardır. Tanpınar, Beş
Şehir’de Orhan Gazi’yi, bir başlangıç noktasını İmparatorluğa taşıyan kişi
olarak değerlendirir ve Osmanlı destanının asıl merkezinde yarı evliya
çehresiyle onun bulunduğunu belirtir. Orhan Gazi’yi Osmanlı’nın kuruluş
devrindeki ruh kuvvetinin kaynağı olarak gören Tanpınar, onu devletin
hamuruna rahm ve şefkatin derinliğini katan kişi olarak değerlendirir.(5)
Orhan'ın hakikatte Horasan erlerinin silâh ve keramet arkadaşı(6) ve bir
buçuk asır İmparatorluk için tek model(7) olduğunu belirten Tanpınar; 1.
Murad, Yıldırım, 1. Mehmed ve 2. Murad’ı, onun ileri zamanlara vurmuş
akisleri olarak düşünür. Tanpınar’a göre Orhan Gazi, gerek farklı toplum
katmanlarını meczedici kişiliğiyle, gerek kendinden sonraki bir buçuk asra
model olmasıyla ve gerekse bir başlangıç noktasını İmparatorluğa taşımasıyla
Osmanlı tarihi içinde ‘eşik’teki adamdır. “Orhan zamanından kalma bir duvar”
mısraındaki ‘duvar’, hem inşa tarihinin yaptığı çağrışımlar itibariyle hem
de cami avlusu ile dış arasındaki sınırı sembolize etmesiyle ‘eşik’
mefhumunun farklı bir ifadesidir. Şiirin ilk
bölümünde başlayıp diğer bölümlerinde berraklaşan farklı bir ‘eşik’ motifini
tam olarak anlayabilmek için, Tanpınar’ın sanatında mühim yerleri olan
"murakabe", "temâşa-rüya" ve "zaman" kavramlarının mahiyetlerine ve
birbirleriyle münasebetlerine dâir bazı hususları bilmek gerekir. Farklı
mânâ ve fonksiyonlara sahip olmakla birlikte, birbirlerini tamamlayıcı
yönleri de bulunan bu üç kavram, ‘eşik’le beraber Tanpınar’ın eserlerinin
belirleyici ve bütünleyici unsurlarındandır. Tanpınar’ın şiir estetiğinde,
varlığın özüne farklı bir yolculuk olarak da tarif edebileceğimiz
‘murakabe’nin(8) önemli bir yeri vardır. Onun eserlerinde ‘murakabe’,
‘rüya’ya (temâşa) varmak için mutlak geçilmesi gereken bir koridor gibidir.
Divan şairlerinden Naili’nin; “Mestâne nukuş-i suver-i âleme baktık/Her
birini bir özge temâşâ ile geçtik.” beytinde ifadesini bulan kadîm
kültürümüzün kâinata bakışıyla; Tanpınar’ın mekân, varlık ve nesneye bakışı
arasında bazı ortak noktalar vardır. “Hilmi Yavuz, bu beyitte anahtar
kavramlar olarak temâşa ve mestâne kelimelerini görür; ‘temâşa’ nesnenin
mânâsına (hakikate) nüfuz etmeyi, ‘mestâne’ ise, bu mânâya nüfuz etme
hazzını dile getirir. ‘Temâşa’ ve ‘seyretmek’ arasındaki farkı belirlemek
konumuz açısından önemlidir. Seyretmek; tabiat ve nesneyi yüzeyden
tanımaktır. Temâşa ise, nesneyi görünüşteki fânîliğinden soyutlayarak
hakikatine, özüne ulaşmayı ifade eder. Temâşa nesnesi, nesnenin bizzat
kendisi değil, işaretleridir."(9) Tanpınar’ın şiirlerinde 'murakabe'nin
getirdiği "temâşa" yani gittikçe derinleşen, kendi içinde bir nizama sahip,
ışık, renk ve seslerden müteşekkil parıltılı bir âlem; bu âlemle münasebette
olmanın getirdiği bir coşku hâli ve haz keyfiyeti (mestanelik) vardır.
Tanpınar’ın şiirindeki bu parıltılı âlem ve buna imkân sağlayan süreç, bazen
‘rüya’ kavramıyla; bazen de mekân ve eşya ile içten kaynaşan, bizim
münasebet hâlinde bulunduğumuz zamandan farklı ritme sahip bir ‘zaman’la
(süre) ifade edilmiştir. Ama şu bir gerçektir ki; Tanpınar, nesnenin görünen
yüzünün ötesine geçip, orada nesnenin işaretlerinden ve onlarla münasebet
kurduğunu tahayyül ettiği unsurlardan meydana gelen terkibi temâşadan büyük
haz alır.(10) ‘Murakabe’ koridorunun sonunda ulaşılan ‘temâşa’ ve bu
temâşanın insan ruhunda meydana getirdiği tesirlerin bir ifadesi olan
‘mestane’ hâliyle; 'uyku'da(11) ortaya çıkan ‘rüya’ ve rüyanın niteliğine
göre insan ruhunda oluşan hâller (sevinç, mutluluk, huzur; üzüntü, keder)
arasında mühim paralellikler vardır. ‘Murakabe’ kelimesiyle mânâ münasebeti
içindeki ‘dalma-dalış’ ile ‘uykuya dalma’; ‘temâşa’ kelimesinin mânâlarından
olan ‘nesnenin hakiki mânâsını görme’ ile ‘rüya görmek’ arasındaki semantik
münasebetler bu paralelliğin birer ifadesi olarak düşünülebilir. Burada şu
hususu belirtmekte de fayda vardır: Şiir anlayışını “En uyanık gayret ve
çalışma ile dildeki rüya hâlini kurma"(12) şeklinde özetleyen Tanpınar’ın
şiir telâkkisindeki rüyanın, hakiki rüyanın tuhaflıkları ile bir alâkası
yoktur.(13) Onun ‘dildeki rüya’ dediği şey, şuuraltının değil; şuur, hafıza,
sezgi ve bunlarla münasebeti bulunan çeşitli unsurların ürünüdür.(14)
Tanpınar'ın sanatındaki ‘murakabe’ ve bunun neticesi ortaya çıkan
‘temâşa’nın (rüyaya benzer hâl) nizamını Bergson’un ‘gerçek zaman’ olarak
tarif ettiği ‘süre’ belirler. Zaman aralıklarının kalkması sebebiyle
‘süreklilik’ ve ‘bütünlük’ içinde bir akış olarak tarif edilen, kişinin
hâlet-i ruhiyesiyle sıkı münasebeti bulunan ve ferdin kendini herhangi bir
şeye tam verişinde ortaya çıkan ‘gerçek zaman’ (süre); ‘sezgi’, ‘şuur’ ve
‘hafıza’yla irtibatlıdır. Geçmişle şimdinin bir bütünlük arz ettiği bu akış,
akılla değil, ‘sezgi’ ile kavranır. ‘Hafıza’nın, maziyi kişinin içinde
bulunduğu zamandaki ‘şuur’ ve psikolojisi doğrultusunda hâlihazıra
taşımasıyla farklı farklı tarihlerde gerçekleşen hâdiseler arasındaki zaman
aralıkları ortadan kalkar ve ‘geçmiş ile şimdi’ aynı şuur ve psikolojinin
şemsiyesi altında sezgiye açılır.(15) Tanpınar'ın
sanatında oldukça önemli olan bu kavramlar (murakabe, temâşa-rüya ve süre),
Bursa’da Zaman şiirinde ‘eşik’ motifinin farklı tarzlarda ortaya çıkmasına
zemin hazırlar. Bursa’da ‘Orhan zamanından kalma bir duvar’ın sınırlarını
belirlediği ‘avlu’daki ‘eski cami’, ‘küçük şadırvan’ ve ‘ihtiyar çınar’
(Çınar Osmanlı’nın sembolü kabul edilir); şairin hafızasındaki ‘Bursa’ ve
‘Orhan Gazi’ isimlerinin yaptığı geniş tarihî çağrışımlarla birleşince zihnî
bir odaklanmaya (murakabeye) zemin hazırlar. Bu murakabeye şair belirli
nesnelerden hareketle ulaşmıştır. Yani mekândaki nesneleri zihnî bir eleme
işlemine tâbi tutan şair, onlardan sadece üzerinde durduğu mana ve muhtevaya
uygun düşenleri seçip almıştır. Bu eleme faaliyeti şiirde ‘ihtiyar çınarın
sakin bir günü dört yana elemesi’ motifiyle anlatılır. Bu mısra aynı zamanda
‘murakabe’ ile ‘temâşa’ arasındaki geçiş noktasını -eşik- ifade eder. Çünkü;
“Bir rüyâdan arta kalmanın hüznü/İçinde gülüyor bana derinden./Yüzlerce
çeşmenin serinliğinden/Ovanın yeşili göğün mavisi/Ve mîmarîlerin en
ilâhisi.” mısralarından anladığımız kadarıyla şair, bedenen her ne kadar
cami avlusunda olsa da, ruhen bir rüyadan arta kalmanın hüznü içinde
kendisine gülen ihtiyar çınarın tedaileriyle, Bursa’daki Osmanlı yâdigârı
yüzlerce çeşmenin çağrışımlarıyla, ovanın yeşili-göğün mavisiyle ve
mîmarîlerin en ‘ilâhi’siyle haşir neşirdir; yani ruh ve beden farklı farklı
zaman ve mekânlardadır. Bu da şairin ‘ben’i açısından düşünüldüğünde farklı
bir ‘eşik’ sembolünün ifadesidir. ‘Bir rüyadan arta kalmanın hüznü içinde
olan ihtiyar çınar’ sembolüyle, Osman Gazi’nin Edebalı’nın tekkesinde
misafirken gördüğü bütün bir Osmanlı tarihini şerh eden rüyaya ve bu
rüyadaki çınarın hâlihazırdaki durumuna gönderme yapılmaktadır. Şiirde,
Osmanlı’nın kuruluş yıllarında görülen ve bir millete önemli ufuklar işaret
eden rüyanın mühim bir parçası olan çınarın hâlihazırdaki hüznünün
tasvirinden hemen sonra çeşmelerden bahsedilmesinin önemli bir sebebi
vardır: Çünkü Tanpınar ‘çeşmeler’ ile ‘cihan devleti olma rüyası’ arasında
münasebet kurar ve Bursa’daki çeşmelerin ‘rüya ile hareketin el ele
yürüdüğü’ çağların hikâyesini terennüm ettiğini(16) düşünür. Bu rüya ile
hareketin el ele yürüdüğü çağlar da başlangıç ve bitişleri itibariyle diğer
çağlar arasındaki ‘eşiği’ sembolize etmektedir. Şiirin baş tarafında
sayılan farklı çağrışımlara sahip isim, mekân ve nesneler; şairin şahsî
bilgi ve tecrübeleri ışığında zihninde bir kompozisyon meydana getirince,
birbirinden kopuk gibi duran zaman parçacıkları âdeta bütünleşmiş(17) ve
“Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim/Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın”
mısralarında da ifade edildiği gibi mazi ile ân şairin psikolojisi
doğrultusunda yeni bir şekle bürünmeye başlamıştır. Bu şekillenmenin
başladığı ‘eşik’ten itibaren ‘süre’yle ‘temâşa’nın (rüyaya benzer hâl) ortak
kaideleri işlemeye, çınar ile rüya arasındaki münasebette olduğu gibi nesne
kendi olarak değil, işaretleriyle mânâ kazanmaya başlamıştır. Bursa’da
tarihî hususiyeti haiz çeşitli nesne, mekân ve şahsiyetlerin dâhil edildiği
ve şiirin sondan ikinci bölüme kadar kesintisiz olarak devam eden bu temâşa
şöleninde (rüyaya benzer hâl), şairin ‘ben’i rüyalarda olduğu gibi
‘eşik’tedir. Çünkü nesne, mekân ve şahısları ait oldukları hakiki
kompozisyondan kopartarak temâşanın hüküm sürdüğü terkibe dâhil eden bizzat
şairin gözlem ve dikkatidir. Şahıs, mekân ve nesneler ancak temâşanın
iklimine dâhil edildikten sonra şairin sezgi ve psikolojisi doğrultusunda
renklere boyanmaktadır. Buradaki ‘eşik’ sembolü ‘rüya görmekte olan kişi’
motifiyle izah edilebilir. Rüya gören kişinin vücudu yaşadığımız âlemin
şartlarına tâbiyken; ruhu, nizamı daha farklı bir âlemde seyahat etmektedir.
Dolayısıyla kişi rüyada, bilinen âlemle mahiyeti çok daha farklı bir âlem
arasındaki ‘eşik’tedir. “Bursa’da Zaman” şiirinde ‘temâşa’nın (rüya)
içinde kendini gösteren başka bir ‘eşik’ motifinden de söz edilebilir.
Temâşanın içindeki bu ‘eşik’ ise, ‘rüyasında rüya gördüğünü bilen kişi’
motifiyle izah edilebilir. Olup bitenlere bütün benliğiyle katılamamak,
hâdiseleri bir tiyatro sahnesini seyreder gibi seyretmek, yaşananlardan
belirli bir üzüntü duymak veya haz almakla birlikte bunların fazla tesirinde
kalmamak, rüyasında rüya gördüğünü bilen kişilerin ortak özelliğidir. Bu
durum, tarihi yorumlayışta Yahya Kemal’in tesirinde kaldığı iddia edilen
Tanpınar’ın aslında ondan farklı bir anlayışa da sahip olduğunu
göstermektedir. “Bursa’da Zaman”a ve onunla bazı benzerlikler arz eden
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”na bu açıdan bakıldığında iki şair arasında bu
durumun ortaya çıkardığı farklılıklar kendini hemen hissettirir. “Bursa’da
Zaman” şiirinin aşağıdaki bölümleri “rüyasında rüya gördüğünü bilen” kişi
motifinin ışığında da okunabilir:
“Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın. Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler,
camiler, eski bahçeler, Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş
hengâmelerin Nakleder yâdını gelen geçene.
Bu hayâlde uyur Bursa
her gece, Her şafak onunla uyanır, güler Gümüş aydınlıkta serviler,
güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin. Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtısından Billûr bir âvize Bursa’da zaman.”
Şiirin yukarıdaki bölümünden anlaşıldığı kadarıyla, ‘temâşa’ nizamına sahip
bir Bursa tablosunu uzun uzun seyreden Tanpınar, “Başındayım sanki bir
mucizenin” diyerek rüyadayken rüya gördüğünü bilen bir kişi gibi kendini bu
tablonun ‘eşiğinde’ tutar. Yahya Kemal ise, “Süleymaniye’de Bayram
Sabahı”nda, Tanpınar’dan farklı olarak ‘eşik’te kalmaz, caminin içine girer,
Osmanlı’nın harcında kanı ve alın teri olan binlerce şehit, gazi ve erin
ruhuyla haşir neşir olur. Yahya Kemal, şiirinde, Tanpınar’ın -yanlış bir
kullanımla- “mucize” olarak nitelediği harikulade manzarayı seyretmekle
kalmaz, “Senelerden beri rüyada görüp özlediği cedlerin mağfiret iklimine
girer” ve onun âdeta bir parçası olur:
“Ulu mâbed! Seni ancak bu
sabah anlıyorum; Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; Bir
zaman hendeseden âbide zannettimdi; Kubben altında bu cumhûra bakarken
şimdi, Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim Cedlerin mağfiret
iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allâh’ı anarken bir
ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses; Yükselen
bir nakarâtın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at
yelesi!”
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nın son
bölümünde yer alan “Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine” mısraındaki
‘karıştım’ sözü ile “Bursa’da Zaman”ın “Başındayım sanki bir mucizenin,”
mısraındaki ‘başındayım’ ifadesi Yahya Kemal’le Tanpınar arasındaki maziye
bakıştaki anlayış/hissediş/ait oluş farkını net şekilde ortaya koyar.
Tanpınar, Osmanlı tarihini ve ecdadı değerlendirirken ‘ben’-‘o, onlar’
arasındaki ‘eşik’te kalırken, Yahya Kemal âdeta ‘ben’in dar hendesesinden
sıyrılarak ‘biz’in engin okyanusuna yelken açar. 1901 yılında doğan ve
şahsiyeti Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyetin ilk yılları arasındaki
‘eşik’te şekillenen Tanpınar, ‘Osmanlı çınarı’nın nüvesi hükmündeki bir
mekân ve tarihi yoruma tâbi tutarken, mizacının veya aldığı eğitimin
doğurduğu bazı sebepler dolayısıyla ecdatla bütünleşmede ‘ben’-‘o, onlar’
‘eşiğinde’ kalırken; bir dönem ‘Mehlika Sultan’ âşığı olarak Garb’a açılan
fakat orada özünü keşfederek duyguda ‘eve dönen’ Yahya Kemal ise, tarihi
anlattığı şiirlerde zaman, mekân ve şartlardan kaynaklanan bütün ‘eşik’leri
aşarak ecdatla ‘biz’ ikliminde kaynaşır. Yahya Kemal’in tarihî şiirlerinde
ecdatla kaynaşmanın getirdiği bu ‘biz’ duygusu, “Mohaç Türküsü” ve “Akıncı”
şiirlerinden alınan aşağıdaki mısralarda da görüldüğü gibi oldukça
kuvvetlidir: “Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;/Bin atlı o gün dev
gibi bir orduyu yendik!/Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!/Bir yaz günü
geçtik Tuna'dan kaafilelerle.../Şimşek gibi bir semte atıldık yedi
koldan/Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan/Bir gün doludizgin boşanan
atlarımızla/Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla... /Cennet’te bugün
gülleri açmış görürüz de /Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!” (Akıncı)
“Bizdik o hücumun bütün aşkıyla kanatlı/Bizdik o
sabâh ilk atılan safta yüz atlı/Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek
hevesiyle/Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!/Fethin daha bir ülkeyi
parlattığı gündü/Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü/Dünyâya vedâ ettik,
atıldık dolu dizgin/En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!/Bir bir
açılırken göğe, son def'a yarıştık/Allâh'a giden yolda meleklerle karıştık.”
(Mohaç Türküsü’nden) “İsterdim bu eski yerde seninle/Başbaşa uyumak son
uykumuzu” mısralarından anlaşıldığı kadarıyla “Bursa’da Zaman” şiirinde de
vuslat arzusunun doğurduğu, Bursa’da medfûn ecdatla kaynaşmaya zemin
hazırlayabilecek bir ‘biz olmaya davet’ motifi vardır. Ancak burada da ‘biz’
kaynaşmasının önüne ‘ölüm’ eşiği çıkarılmıştır.
Estet (sanat eserlerinde güzelliği en yüce değer sayan kişi) bir şair olan
Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirindeki bazı dinî unsurlara bakışını (cami,
türbe) net olarak anlayabilmek; eşya, nesne ve kâinata bakışta onunla
mutasavvıf şairler arasındaki önemli bir ‘eşiği’ görmemize de imkân
sağlayacaktır: “Mutasavvıf şairler, doğrudan doğruya Mutlak Hakikat’in,
ilâhî aşkın, varlığın bütününün insicamından doğan hüsn-i mücerredin, lâtif
mânânın şiirini söylerlerken; estet şairler, sözle, çizgiyle, taşla veya
başka bir maddeyle inşa edilmiş estetik yapıların, somutun, somut güzelliğin
şiirini söylemişlerdir. Bu; bir mânâda ‘din’e karşı ‘estetizm’in veya daha
genel mânâda ‘sanata taparlığın’ öne çıkarılması girişimidir. Tanpınar gibi
estet şairler Osmanlı’dan günümüze kalan muhteşem sanat eserlerinin yalnızca
estetik değerini, somut güzelliklerini öne çıkarırlar. “Bursa’da Zaman”
şiirinde bunu görmek mümkündür. Bu şiirde cami ve benzeri diğer yapılar,
büyük dinî heyecanların yaşandığı, mânevî tekâmüllerin gerçekleştiği dinî
mâbetler olarak değil, mânevî ve dinî boyutundan tecrit edilmiş ‘sanat
mâbedi’ olarak algılanmıştır." Şiirin son bölümünde ‘ölüm’ü, “ilâh uykusu”
gibi pagan unsurlar ihtiva eden bir tamlamayla teşbih münasebetine sokan
‘tılsımlı ebediyet’ de, ilâhi dinlerin müjdelediği ebediyeti telmih
gâyesiyle değil, sanatın estetik dünyasını ifade için kullanılmıştır.
Meseleyi Bediüzzaman Hazretleri’nin penceresinden değerlendirecek olursak,
“Bursa’da Zaman” şiirinde esere yüklenen mâna “hakiki mânâ”yı, estetik
kaygılar da “hakiki gâye”yi perdelemiş gibidir. Bu husus, eşya ve nesneleri
yorumlama, onların mahiyet ve kaynaklarını gösterme bakımından Tanpınar’la
mutasavvıf şairler arasındaki önemli bir eşiğe karşılık gelmektedir.
Başka bir "eşik" hususiyeti de "Bursa'da Zaman" şiirinin yapısında
görülmektedir. Şiir ilk olarak “Bursa’da Hülya Saatleri” ismiyle
yayımlanmıştır.(19) “Bursa’da Hülya Saatleri”ndeki ‘saat’ de, “Bursa’da
Zaman”daki ‘zaman’ kelimesi gibi zamana vurgu yapmakla birlikte ‘zaman’
kelimesinin kuşatıcılığı karşısında daha zayıf kalmaktadır. “Bursa’da
Zaman”ı Bursa’daki Osmanlı tarihini anlatan bir şiir olarak kabul edersek,
‘saat’i de ancak fertle alâkalı bir ‘zaman dilimi’ için kullanabiliriz.
Şiirin ilk başlığındaki ‘hülya’ kelimesi de kişiye dâir hayalî bir macerayı
akla getirmesiyle bu hususu kuvvetlendirmektedir. Nitekim bu gözle
incelendiğinde şiirin ‘ferdî bir şiir’le ‘cemiyete dâir bir şiir’ olma
arasındaki ‘eşik’te gidip geldiği görülmektedir. “Bursa’da Hülya
Saatleri”ndeki “Senden böyle uzak kalmanın hüznü” ve “Sanki bir hatıra
serinliğinden” mısralarının; “Bursa’da Zaman”da “Bir rüyâdan arta kalmanın
hüznü” ve “Yüzlerce çeşmenin serinliğinden” şeklinde değiştirilmesiyle geri
çekilen bu şahsî macera,(20) ilerleyen bölümlerde “Yeşil türbesini gezdik
dün akşam/Duyduk bir musikî gibi zamandan/Çinilere sinmiş Kur’ân
sesini/Fetih günlerinin saf neşesini/Aydınlanmış buldum
tebessümünle/İsterdim bu eski yerde seninle/Başbaşa uyumak son uykumuzu”
şeklinde tekrar ortaya çıkmıştır. İki ayrı nüshadaki farklılıklardan
hareketle “Bursa’da Zaman”ın ferdî tarihle cemiyet tarihi arasındaki
‘eşik’te gidip geldiği söylenebilir. Tanpınar,
“Bursa’da Zaman” şiirinde Osmanlı tarihine, ‘eşik’ özelliği taşıdığını
düşündüğü bir mekân ve zamanın penceresinden bakmış; bu mekân ve zamanı
anlatırken de yine kendi düşünce dünyasında ‘eşik’ hususiyetini hâiz isim,
nesne ve kavramlara başvurmuştur. Bu husus, şiirin gerek muhtevasında,
gerekse yapısında birbirinden farklı iç içe helezonik ‘eşik’lerin ortaya
çıkmasına zemin hazırlamıştır. Tanpınar’ın
eserleri incelendiğinde onun genellikle fert ile cemiyet, Osmanlı ile modern
Türkiye, Şark ile Garp, yeni ile eski, ölüm arzusu ile hayat, tarih ile ân,
madde ile mânâ, rüya ile hakikat arasındaki ‘eşik’te sıkışıp kaldığı ve bu
unsurlar arasında bir tercih yapamamanın getirdiği trajediyi oldukça
derinden yaşadığı görülür. “Bursa’da Zaman” şiiri birbirine tezat olan bu
hususları uyumlu birlikteliğe dönüştürme gayretinin bir ürünü olarak
değerlendirilebilir. Eserlerinde kendini tereddüt, rüya, sis, ikili ruh
hâli, bitmemişlik, arta kalmak ve tezat şeklinde gösteren bu trajik durum,
yazının başındaki rivayetten de anlaşıldığı gibi Tanpınar’ın şahsî hayatında
da kendini bir şekilde göstermektedir. “Bursa’da Zaman” şiirindeki ‘eşik’
motifinin bazılarının (özellikle “ben” “biz” ve cami avlusunda durma
meseleleri), şiirin 1941’de yayımlandığı düşünüldüğünde, dönemin şartlarıyla
izahı söz konusu olsa da, bu izah elbette sığ ve eksik kalacaktır. Ancak
şairin Sultanahmet Camii’nin penceresinden yaşlı gözlerle içeriyi
seyrederken yaşadığı başkası tarafından görülme endişesinin önemli sebepleri
olmalıdır. Tanpınar herhangi bir akademik kademelerden geçmeden (elbette
Tanpınar yaptığı çalışmalarla bu unvana lâyıktır) 15 Kasım 1939'da Tanzimat
Fermanı'nın yüzüncü yılı dolayısıyla İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde açılan kürsüye Yeni Türk
Edebiyatı profesörü olarak atanır. Bu endişenin sebeplerinden biri de acaba
“Burada görülürsem unvanımı elimden alırlar” korkusu olabilir mi?
Batılılaşma süreciyle başlayan ve 1900’lü yılların ilk yarısında oldukça
artan Türk aydınının Tanpınar misâlinde yaşadığı ‘eşik’te kalma hâli,
sonraki yıllarda genellikle ‘eşik’ten de uzaklaşma şeklinde kendini
göstermiştir. Sevindirici olan şu ki, son yıllarda kafası ve gönlü
milletinin millî ve manevî değerleriyle donanmış ‘altın bir nesil’, bir
zamanlar ecdadın üstlendiği misyona benzer şekilde medeniyet ve kıtalar
arasındaki ‘eşik’leri hızla aşmakta ve “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”
şiirinde zikredilen mekânlardan daha geniş bir coğrafyada ecdadın gâye-i
hayaline uygun işler yapabilmenin gayretini sergilemektedir. Bu gayretlerin
neticesi olarak son birkaç asırdır eşikte kalan, eşikten de uzaklaşan,
camiye penceresinden bakan aydınımızın camiye girip mihrabına yöneleceği
ümidini taşıyoruz.
Dipnotlar:
1. İnci, Handan. "Eşikte Bir
Yazar", Eşik Cini, Mayıs-Haziran 2006. 2. Durak, Mustafa. Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman Şiirinde Anlam Boyutu 3. Tanpınar, A. Hamdi.
Beş Şehir, Dergâh yay., s. 107, İst., 2001. 4. Durak, Mustafa. Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman Şiirinde Anlam Boyutu 5. Tanpınar, A.
Hamdi. Beş Şehir, s. 113. 6. Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, s. 113. 7.
Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, s. 114. 8. ‘Murakabe’ bu yazıda çeşitli
unsurlar vasıtasıyla nesne-eşyadaki odaklanma ve derinleşmeyi ifade için
kullanılmıştır. Meseleyi üç boyutlu resimlerdeki gibi düşünürsek, murakabe,
çeşitli unsurlar arasındaki münasebetin fark edilmesinden görüntünün ortaya
çıkışına kadarki süreci ifade eder. Temâşa ise bu noktadan itibaren başlar.
9. Çalışır, Deniz; Ögel, Semra. Osmanlı Resminde Mimesis: Şeker Ahmed
Paşa’nın Resimleri Bağlamında Bir Değerlendirme, İTÜ Dergisi/b Sosyal
Bilimler, Cilt:2, Sayı:1, 69-79, Aralık 2005. bknz: Yavuz, Hilmi.
Osmanlılık, Kültür, Kimlik, Boyut Kitapları, İstanbul. 1998. 10. Daha
geniş bilgi için bknz: Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve
Bursa Algısı Işığında Bursa’da Zaman Şiirini Okuma Denemesi”, Edebiyatın
Penceresinden Bursa, s. 17-44, Osmangazi Belediyesi Yay., İst., 2007.
11. Rüya elbette uykuda ortaya çıkar, burada ‘uyku’ kelimesi ‘murakabeyi’
daha da belirgin hâle getirmek gâyesiyle kullanılmıştır. 12. Tanpınar, A.
Hamdi. “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Tanpınar’ın Mektupları, (Haz. Zeynep
Kerman), Dergâh yay., İst. 1992. 13. Tanpınar, A. Hamdi. A. Hamdi.
Antalyalı Genç Kıza Mektup, age. 14. Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın
Şiir Estetiği ve Bursa Algısı Işığında Bursa’da Zaman Şiirini Okuma
Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden Bursa, s. 17-44, Osmangazi Belediyesi
Yay., İst., 2007. 15. Daha geniş bilgi için bknz: Dönmez, Ali Osman.
“Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve Bursa Algısı Işığında Bursa’da Zaman Şiirini
Okuma Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden Bursa, s. 17-44, Osmangazi
Belediyesi Yay., İst., 2007. 16. Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, s. 111.
17. Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve Bursa Algısı Işığında
Bursa’da Zaman Şiirini Okuma Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden Bursa, s.
17-44, Osmangazi Belediyesi Yay., İst., 2007. 18. Sönmez, Murat.
“Risale-i Nur'da Roman ve Şiir Düşüncesi”, Köprü Dergisi, 55. sayı, Yaz 96.
19. Tanpınar, A. Hamdi.Bütün Şiirleri, (Haz: İnci Enginün) Dergâh yay.,
Notlar ve Farklar, s. 165, İst. 1994. bknz:Tasvir-i Efkâr, nr.4645, 8 Mart
1941. 20. Dönmez, Ali Osman. “Tanpınar’ın Şiir Estetiği ve Bursa Algısı
Işığında Bursa’da Zaman Şiirini Okuma Denemesi”, Edebiyatın Penceresinden
Bursa, s. 17-44, Osmangazi Belediyesi Yay., İst., 2007
Kaynak:
Yağmur Dergisi Sayı 36 (Temmuz 2007)
|