Ahmet Hamdi Tanpınar
Niçin Bursa’yı bu kadar seviyoruz? Bu sevgi
hayatın dışında bir oyun mudur? Kendimize bir güzellik dini, geçmiş zaman
kokulu bir alem, çinilerden, su seslerinden, kemer ve oymalardan, eski
kumaşlardan ve geçmiş modalardan, isim ve hatıralardan bir dünya yaratıp
onun içinde, o yapma cennette bir takım zihni uyuşturucular veya
coşturucularla yaşadığımız zamandan uzakta sarhoş olmak mı istiyoruz?
Böyle bir şüpheyi taşıyanlar elbette
yanılırlar.
Ne Bursa, ne de eski zevkimiz ve
sanatlarımız bizim için bu cinsten bir afyon hokkası değildir. Bursa’ya
zamanımızın gürültüsünden uzaklaşmak, bir hamam kubbesi çınlayışında
kendimizi kaybetmek için gitmiyoruz. Eskiyi zorla sanatkârca bir rüya temin
için sevenlerden değiliz.
Zaten şiir ve sanat hiçbir zaman bu cinsten
bir oymalı lahd uykusu yahut fildişi kule rüyası olmamıştır. Onun rüyası
daima en verimli ve devamlı hareket, daima yaratıcı ve kurtarıcı hamledir.
Çünkü asıl hareket dışta değil ruhtadır. Dışarıda seyrettiğimiz, bizi çabuk,
beklenmedik gelişmeleriyle, kudretiyle o kadar şaşırtan, hatta zaman zaman
büyüklüğüne haklı olarak hayran eden şey ya bu içerideki itişin bir aksi, iş
halinde tercümesidir yahut da onun yokluğu, o şifasız ruh fakirliği yüzünden
küçük realiteler tarafından zapt edilmenin, onlara kapanmanın, onlar
üzerinde küçük ve miskin huylalar kurmanın kendisidir.
Sanatta kaçış yoktur. Gayesine adeta dikine
kanatlanma vardır. Goethe “bidayette hareket idi” derken bu içten gelen
hamleyi söyler. Biyolojiden cemiyete ve ferde kadar bütün hamleler
içerdendir. İç zembereklerle kımıldanarak hayatı kurar ve fethederiz.
Bursa işte bu hareketin ta kendisi, büyük
rüyayı aksettiren çerçevelerden biridir. Onu ruhunun mizacına ermekte olan
bir millet, birdenbire kendisinde bulduğu hakikatlerin ifadesi olarak vücuda
getirmiştir.
Kuruldukları tepelerden kimi yelkenleri
zaman rüzgârıyla şişmiş bir gemi gibi yol almaya hazırlanan, kimi zengin bir
içe çekilişte uçurduğu habercilerin selameti için duaya benzeyen camiler, o
sarih şekil, aydınlık düşünce ve tam uzuvlaşma mucizeleri, her adım başında
bizi saran feyizli bahar sıtması, o yarı din masalı tarih, çeşmeler ve
selsebili onlardan coşkun akan ecdat isimleri, hulasa teker teker saymaktan
yorulduğumuz, yalnız Bursa kelimesinde hulasa ettiğimiz sade tılsım dünya
bizim büyük realitelerimizden biridir.Onda en saf şeklinde kendimizi
gördüğümüz için Bursa’yı seviyoruz. Kuruluş devrinin bütün şiiri, füsunu
Bursa’dadır. Bu füsunu, üstünde yükselttiği toprağı kavramasını bilen ve o
kadar asırdan sonra ilk günlerin tazeliği ile bizi saran mimari yapar. Bütün
hayat orkestrasını bir sanatın tek başına idare ettiği bir şehir görmek
isteyenler – hiç olmazsa vatanımızda – Bursa’yı görmelidirler. Evliya Çelebi
Bursa’ya
ruhaniyetli bir şehirdir
derken bu gerçeği anlatıyor. Bu mimari, kadim Tanrıların yetiştiği bir
toprağı yeni bir dünya görüşü, yeni bir hakikat adına bir asra yakın bir
zamanda zabteder.
Gelenek Osman Bey’in Gümüşlü adlı
Bizans’tan kalma bir yapıya gömüldüğünü söylüyor. Ne olduğu pek de
bilinmeyen bu binaya verilen isim Türk muhayyilesinin Bursa’da ilk
çalışmasıdır. Gümüşlü adıyla, keskiden ve çekiçten evvel Türkçe Bursa’yı
bizim namımıza fetheder. O, fetih ordusunun Bursa’yı sardığı tepelerden
şehre ilk bakışıdır. En ateşli visal kadar feyizli bakış… Çünkü bu bakıştan
bir medeniyet doğar.
Doğrusu bu ki, ne Orhan ne de Hüdavendigar
devirlerinin mimarlık eseri yoktur. Halbuki isteseler yaparlardı. Bütün
Anadolu’da – İran, Suriye, Irak ve Mısır’la beraber çok kuvvetli, kıtadan
kıtaya, hatta bazen şehirden şehre az çok değişen – mesela Ürgüp ve Divrik
gibi – bir Türk mimarisi vardı. Fakat onlar yeni vatanın kendine mahsus bir
mimarisi olmasını istediler.
Filhakika bu on üçüncü asır sonunda Anadolu
bir vatan parçası olmaktan çıkar; bir vatan olur. Malazgirt’i İstanbul fethi
tamamlar. Fakat Bursa, yolun yarısından daha kuvvetli bir şeydir. Onunla
fethedilmiş bir toprak anavatan olur.
Orta Asya’da geçtiğimiz yollarda ve
dövüştüğümüz yerlerde bıraktığımız mimari eserleriyle Bursa ve İznik’te
başlayan mimarinin birbiriyle bir yığın münasebeti vardır.
Fakat Yıldırım’la Muradiye’yi ve Yeşil’i
yepyeni bir nisbet fikri, aydınlığı yeni bir kabul şekli onlardan ayırır. Bu
artık Akdeniz’i, Marmara’yı gören, onun dehasını benimseyen bir milletin
mimarisidir. Bu, güneşin dilini bilen bir konuşmadır.
Bu ayrılış ve yeniden başlayış her sahada
vardır. Başta dil olmak üzere bu devirde her şey yenidir. İstanbul Türkçesi
dediğimiz şey İstanbul’un fethinden evvel başlar.
Bursa, tarihimizin bir dönüm yerinde,
Anadolu fethinden sonra unsurlarının bütününe sahip olan ilk istikrar
devrimizde, Yıldırım zamanında hüviyetini bulur.
O vakitten beri ova aydınlığın billur
kadehi kaldığı için, Hüdavendigar, Yıldırım, Yeşil ve Muradiye bu düşünce
vekarlı ışık arasından yapıldıkları günün imanile bize göründükleri için hep
o büyük çağın dilini içimizde konuşurlar.
*
Malazgirt’le İstanbul fethi arasındaki
zaman içinde Türk iç dünyasının üç büyük merkezi vardır. Konya, Bursa,
Ankara. Büyük manasında ilk hareket Konya’da Mevlana ile başlar. Fakat
Selçuklu İmparatorluğunun sonu ile bu rol bitmiş gibidir. Selçuk sarayı
etrafındaki cemiyet dağılıp da daha sert, göklere daha yakın yeni insanların
dünyası başlayınca Mevlevilik sadece büyük bir zevk ve şiir kaynağı gibi
kalır. Bu ocak bütün tarih boyunca hayatı besler; fakat doğrudan doğruya
tesiri görülmez.
Bursa ise fethinden biraz sonra manevi
merkez olur. Bütün irşatlar oradan gelir. Zaten ananeye göre Horasan erleri
onu fethetmiştir. Eski müverrihlerde bu serhat şehrinin fethini anlatan
satırlar gerçekten dikkate layıktır. O zamana kadar sadece zühd ve takva,
sade kahramanlık mihverleri üzerinde dönen milli tarih birdenbire yaratıcı
bir hava ile dolar, birdenbire iç aleme kapılarını açar.
Selçuk tarihi bir destan havası ile başlar
ve devam eder. Sert, yürümeğe ve döğüşmeye hevesli, mesafeye susamış
insanlar birdenbire bendini kıran sular gibi taşarlar. Anadolu
Selçuklularının tarihi bu şehnamenin haçlı seferlerini karşılayan kısmı,
Osman oğullarının görünmesi bir aşiret hadisesi ve örfüdür. Fakat Bursa’nın
fethi bir din masalı olur. Birdenbire halk muhayyilesi coşar: Geyikli Baba,
Karaca Ahmet ve bir yığın evliya adı ortaya çıkar. Bu bir kültür karışması
mıdır? Çok iyi ve derin bir nadas gibi alttan gelen bir uyanma mıdır?
Muhakkak olan bir şey varsa o devirde milliyetimiz, Tanrısını kendisinde
taşıyan genç milletlerin yaratıcı heyecanı içinde idi. Timur istilasının
getirdiği otorite karışıklığından sonra bir nevi çiftçi ve esnaf hareketi
yapan Hacı Bayram’la Ankara’nın devri açılır.
Böylece Hacı Bektaş’tan, Horasan
erenlerinden sonra ikinci göbek teşekkül eder. Fakat devlet tekrar birliğini
kurunca Hacı Bayram müridlerinin en ateşli ocağı yine Bursa olur.
On beş ve on altıncı yüzyıllar boyunca
Bursa, hatta İstanbul’un karşısında bile bir manevi saltanattır. Ancak
Üftade’nin müridi Aziz Mahmud Hüdai’nin İstanbul’a gelişiyle ikilik ortadan
kalkar.
Bu kuruluş çağı velilerini burada beyhude
yere hatırlatıyorum. Onlar yaptıkları işi biliyorlardı. Onların murakabe ve
duaları yalnız cennetin kapısını, ölümden ötedeki hayatı zorlamıyordu. Böyle
olsa bile onu yaparken yeni bir hayatın, yeni bir insanın üzerinde idiler.
Bu iç alem mimarlarının bir bakıma en sonuncusu olan Hacı Bayram bir
ilahisinde:
Nagehan ol Şara vardım, ol şarı yapılır gördüm,
Ben dahi bile yapıldım, taş-ü toprak
arasında…
diye haykırır. Bu güzel beyitte
bir milletin kendi imanından yeni baştan doğuşunun bütün sırrı vardır. Yunus
Emre:
Taptuğun tapusunda, kul olduk kapusunda
Yunus meskin çiğdik piştik elhamdülillah
beyitiyle aynı şeyi tekrarlar.
Bu iki manzume ve benzerlerinin manası şudur: Zaman içinde bizim bugünkü
halkası olduğumuz bir devam zinciri dövülüyordu.
İşte Yıldırım devrinde başlayan, Çelebi ve
Murat zamanında kıvamını bulan Bursa mimarisi bu iç nizamın, insanı hedef
alan, onu içten yoğurup şekil veren bu coşkunluğun mahsulüdür.
Daha ziyade bir opera komik kahramanına
benzeyen Evliya Çelebi’ye Bursa’dan bahsederken birdenbire üslubunu
değiştirten, o septik, komik çizgiyi derhal bulan, çok defa eğlenmek için
eğlendiren adama birdenbire “hulasa ruhaniyetli bir şehirdir” dedirten şey
işte bu asrın ötesinden bizi kendisine çeken billurlaşmış ruh kasırgasıdır.
Evliya Çelebi’den daha septik olan, fakat zalim istihzası ve realizmi çok
defa onun safderunluğundaki zenginliğe erişemeyen Keçecizade Fuat Paşanın
meşhur yangın dolayısıyla: “Osmanlı tarihinin dibacesi yandı” çığlığı da
aynı hakikati ifade eder. Bursa, milletimizin en güzel kaynağıdır.
Tarihimizin zaruretleri bizi bir zaman için
bu güzelliklerden ayırdı. Bu ayrılış onları unuttuğumuz için değil, cansız
bir tekrar yüzünden onları kendimizde devam ettirmek imkanını kaybettiğimiz
içindi. Şimdi başka türlü kuvvetler ve başka türlü bir anlayışla onlara
dönmek istiyoruz.
Neyiz? Nereye gidiyoruz?
İşte her gün içimizde kilitlenen sual.
Yollarında dolaşırken, camileri
gezerken, çeşmelerinin sesini dinler ve ağaçlarının hışırtısında düşüncemi
uyuştururken bu suallerin cevaplarını, velev müphem bir ürperme şeklinde
olsa bile, kendimde duyduğum için Bursa’yı seviyorum. O içimizdeki
aydınlığın aynasıdır.
Bu aynaya ve benzerlerine
baktıkça sanatımız ferdi bir hüner veya küçük bir huyla olmaktan kurtulacak,
hayatın mucizesi olan devamı kendimizde bulacağız. Mimarimiz, resmimiz,
musikimiz, romanımız ve şiirimiz bizim olacak.
Bursa,
şimdiye kadar sakladığı el değmemiş mazi rüyasiyle içimizde konuşan en geniş
davettir.
|