İznik Üzerine

İznik- Genel bilgi 

Bursa'nın İlçeleri

   

                                                              Prof. Dr. Necmi GÜRSAKAL

SABIR KIRMIZISI

Siz hiç mercan kırmızısının sesini duydunuz mu? Makamı nedir bu şarkının, ağır aksak mıdır düzeni, sazlıklardan kesilen bir neyde mi duyulur melodisi… Ya kobalt mavisinin, çiçekli desenlerin, turkuazın, servi ağaçlarının, narların, incirin? Toprağı yoğurup onu ışıltılı çiniye dönüştürenlerin alnından düşen terin? Siz hiç Osmanlı döneminde çiniler sandıklara yüklenirken çıkan sessizliği duydunuz mu? Çini üretmenin bazen nasıl bir tutkuya dönüştüğünü, sonsuz bir karışımlar dünyasının dehlizlerine dalan bu insanların nasıl aklın kıyısında gezindiklerini düşündünüz mü? İznik’teki Çiniciler loncasında, Çin’den bolca ithal edilen porselenler ortalığa yayıldığında, yapılan hararetli konuşmaları hiç duydunuz mu? Eskiden bizim de aklımızın köşesinden geçmezdi bu sorular. Oysa şimdi İznik’e yaklaşırken, beynimizdeki sorular azalmıyor artıyor.  Yağmurla yıkanan yeşil, yekpare bir kütle gözümüzün önünden kayıp göle doğru akıyor. Zeytin ve incir ağaçları, sazlıklar, bulutlar ve kuşlar göle usul usul sokuluyor. İznik Gölü’nün dibinde bir albino yayın balığı av peşinde. Bir düş gölünün içine mi düştük, yoksa bunlar aklımızın bize danışmadan yaptığı oyunlar mı, artık ona da siz karar verin.

 ALBİNO YAYINLARININ GÖLÜ

Aslında bizim düş olduğunu sandığımız şey; Antik Çağdan Roma dönemine, Bizans’tan Selçuklulara ve Osmanlı dönemine bu gölün kıyısına ve çevresine yığılan tarih. Bunlar düş değil gerçeğin ta kendisi. İznik gölüne özgü Albino yayın balıkları, ateş, su, toprak. En önemlisi ise kardıkları çamurla dost olmuş insanların, estetiği, güzelliği üretirken işlerine her anlamda sır katmaları ve bu yaptıkları işte çok alçakgönüllü, toprak kadar sevecen olmaları. Şimdi gölün kıyısına yakın Adil Can Güven’in çini atölyesindeyiz. Oysa bir yarım saat önce, Osmanlı ordusunun seferden önce toplandığı Yenişehir ovasından hızla geçmiştik. Yenişehir’i yeni bir güne uyandırmış, uykulu yüzlerle okula giden öğrenciler, simitçiler, eşini kapıda işe gönderen kadınlar hep arkamızda kalmıştı. Evleri, meslek yüksekokulu gibi binaları ardımızda bırakıp kentin dışına, İznik yoluna çıkmıştık sabahın erken saatlerinde. Önce tepeler ve bir süre sonra da aşağıda İznik Gölü görünmüştü. Nedense göller bana hep içine kapalı insanları hatırlatır. Dertlerini ve sevinçlerini paylaşmayan ama gözlerinden çok şey bildiklerini hemen anladığınız insanlar gibidir göller. Günün parlayan ışıkları içinde, virajlarda kıvrıla kıvrıla aşağıya doğru inip, zamanının “bilginler kenti İznik”e Yenişehir tarafından girmiştik. Bilginler kenti İznik çünkü Osmanlı ilk medresesini 1331 yılında burada kurmuş.

                             İstanbul Kapı

İZNİK’İN KADERİNİ MALTEPE BELİRLEMİŞ

İlk Çağ’ın ünlü coğrafyacısı Strabon’a göre, günümüzdeki adıyla İznik, İÖ 316 yılında İskender’in mirasını paylaşmak üzere birbiriyle kapışan iki komutandan Antigonos Monophthalmos (tek gözlü) tarafından kuruldu. Kentin adı “Antigonia” oldu. Onbeş yıl kadar sonra Antigonos Monophthalmos’un açgözlülüğüne karşı savaşan Lysimakhos İÖ 311’de Hypsos Savaşı’nı kazanarak kente eşinin adını “Nikaia”yı koydu. Gölün öbür yakasındaki tepelerin ardı deniz, denizi geçerseniz İstanbul yakınlarındaki Maltepe’ye fazla bir yol kalmaz. Şimdi biz kalkıp, İznik’in kaderini Maltepe belirlemiştir dersek de yalan olmaz. Bir gün süren ve sonunda Bizans’ın yenilgisiyle sonuçlanan önemli bir savaş Maltepe’de gerçekleşmiştir. Maltepe’den de biraz öteye, Bizans dönemi İstanbul’una bir bakalım. Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos telaş içinde bağırıp çağırıyor. Nasıl telaşlı olmasın ki, Bursa’nın alınması yetmiyormuş gibi Orhan Gazi İznik’i de kuşatmış, gelen haberler hiç de iyi değil. Bizans İmparatoru ordusunu toplayıp Anadolu yakasına geçiyor. Orhan Gazi İznik kuşatmasına bir miktar asker bırakarak, Anadolu yakasında İstanbul’a doğru yürüyor. Pelekanon’da (Maltepe) iki ordu karşılaşıyor. Bir günlük muharebenin ardından Bizans İmparatoru yaralanarak İstanbul’a zor kaçıyor. Bu muharebeden sonra, artık bugünkü adıyla İznik için yardım alma ümitleri de son bulmuş oluyor. Kente Osmanlı ordusu giriyor.

MATRAKÇI NASUH NEREDE DURDU?

1534 ve 1548’de Kanuni Sultan Süleyman Irak seferine çıktığında, İstanbul’dan İznik’e gelmiş ve oradan Yenişehir’e geçerek konaklamıştı. Kanuni’nin yanında minyatür sanatçısı, yazar Matrakçı Nasuh da vardır. Matrakçı Nasuh Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn adlı kitabında bu konaklamaları anlatır ve çizer. 1534’deki ilk seferdeki Yenişehir konaklaması Kurban Bayramına denk gelmişti. Matrakçı’nın Babasultan tepesine çıkarak çizdiği minyatürde Osman Gazi’nin sarayı, yanında saray hamamı, Ulucamii ve Kurşunlu Han görülmektedir. Ankara Savaşı sırasında Yenişehir’de bulunan Yıldırım Beyazıt’ın eşi ve çocukları da muhtemelen bu sarayda konaklamıştır. Matrakçı’nın İznik’ten İzmit’e giden yolu gösteren minyatüründe ise, bugün de gidip İznik’in 5 k m. kuzeyinde Elbeyli  yakınlarında görebileceğimiz Beştaş ortada göze çarpmakta. Anıtın Grekçe kitabesinden Nikaia Kapı’larını yaptıran Cassius Chrestus’un kardeşi veya yeğeni olan C.Cassius Philiscus’a ait olduğu anlaşılıyor. Yol kıvrıla kıvrıla yukarılara yönelmiş. Matrakçı Nasuh’a göre, İznik evlerinin damları kırmızı kiremitlerle kaplı. 1500’lü yılların ortasında Matrakçı Nasuh’un durduğu noktada durup, bugün oraların nasıl göründüğüne bakabilirsiniz.

“ÇİNİ” KELİMESİ NEREDEN GELİYOR?

“Çini” kelimesi ilk olarak Yavuz Sultan Selim’in (I. Selim) İran’dan dönerken, yanında Çin seramikleri getirmesiyle kullanıldı. Çin malı seramiklerin ünü ve Çin seramiğinin İznik seramiği üzerine olan etkileri yüzünden, İznik seramiğine “Çin’den gelen” anlamına gelen çini ismi verildi. 16. yüzyılda önceleri Çin etkisinde çiniler bezeniyor. Asma dallarındaki üzümler süslüyor meyve tabaklarını. Servi ağacına bir asma dolanıyor. Devrin saray nakkaşı Kara Memi çiçek tasvirleriyle çinileri etkiliyor, bahar dalları açıyor çinilerde. 16. yüzyılın ortalarında Osmanlı pazarlarını ithal edilen Çin porselenleri dolduruyor ve İznik’te işler kötüye gitmeye başlıyor. Çiniler Avrupa’ya, Kahire’ye gönderiliyor. İşin içinde Roma var, Bizans var ama Osmanlı’dan önce bir dönem İznik’i alan Selçuklular da var. Malazgirt seferinden (1071) dört yıl sonra, Kutalmış Beyin oğlu Süleyman Şah, İznik’i alarak Selçuklu devletini kurmuştu. Selçuklu devletinin başkenti olan kent, Batı Anadolu’da Selçuklu siyasi yapılanmasında çok önemli bir yer aldı. İznik, haçlılar tarafından alınışına (1097) kadar geçen sürede Batı Anadolu’da, Türkleri ve Müslümanları temsil etti. O nedenle İznik çinileri arasında Selçuklu tarzı da önemli bir yer tutar. 

                                      

BAHTİYAR USTA RAHMAN USTA VE DİĞERLERİ

Çok sayıdaki ustanın başında, padişah fermanıyla atanan ve görevinden alınabilen, çiniciler loncasını yöneten bir “Kaşicibaşı” olurdu o günlerde. Desenin ürüne çizilmesine “tahrir” denilirdi. Kırmızı demir oksitten, mavi kobalt oksitten, turkuaz bakırdan elde ediliyor. Her atölyenin kendine göre reçeteleri var. Boyaların gövdeye iyi tutunmasını ve cam gibi görünmesini sağlamak için sır katıyorlar. Bahtiyar adlı bir çini ustasının çok yaşlı olduğu bir dönemde bile nasıl hâlâ ölümüne çalıştığını, Adil Can Güven’in yazdıklarından okuyoruz: “Bir ara Kaşicibaşı avluya girdi. Bütün herkes ayağa kalkarak buyur ettiler. ‘Bahtiyar Usta nerede?’ diye sordu Kaşicibaşı. Odasını işaret ettiler. Çinicilerin başı olan bu insan hiç o soruyu sormamış gibi bir masanın kenarına çekilip tahrircilerin kaç parça bezediklerini liste halinde çıkardı. Ayranlar geldi, masalar kuruldu, yemekler yendi. İki Milet çanak, kemiklerle beraber küçük fırının en dibine atıldı. Bereketi kaçmasın diye. Bezemeler yapıldı bütün boyalar sürüldü. Aniden kapı açıldı. Bizim Bahtiyar Usta, yüzünde zafer kazanmış komutan edasıyla bahçeye çıktı. Önce gözlerini ışığa alıştırdı, sonra Kaşicibaşıya selam verdi ve elindeki boya kabını tahrirciye uzattı. ‘Çiçekleri boya çocuk, boyaya acıma, çok kalın sür meret alazada uçuyor’ dedi. Kaşicibaşı hafif toparlandı. Bahtiyar Usta’yı yanına çağırdı. Yüzüne baktı O’na çok solgun olduğunu, zayıfladığını, kendine bakması gerektiğini söyledi. Ama çok iyi biliyordu ki o Bahtiyar hiçbir zaman yılmamış, ölümü bile göze alacak kadar mücadele etmişti.” (Güven Can Adil, İznik Hikayeleri. http://iznikgazetesi.com/yazar.asp?yaziID=611) Çini işi sabır işi. Hele çinide mercan kırmızısı, domates kırmızısı ancak sabırla olacak bir iş. Sabırlı olmayan, aklı varsa çini işine yaklaşmasın. Bahtiyar usta ömrünün sonuna kadar kalitenin, en güzel renklerin peşine düşmüş, adeta üretimin içinde kaybolmuştu: “Bütün renkler oluyor da neden kırmızı olmuyor diyordu. Her şeyi deniyor, başaramıyordu. Kırmızılar yüksek ateşte uçuyor, kayboluyor, yanıyordu. Bahtiyar Usta’nın kandil ışığına yakınması da onun içindi. Durgunlaştı usta heyecanı bundan sonra başlıyordu. Sırçalar taş değirmende öğütülmüş, incecik tülbentlerden elenmiş, arap zamkı ve pekmezle karıştırılıp sulandırılmıştı. Kalfa ile beraber komşu atölyenin iki ustası da sırlamada yardım ettiler. Sırların akan kısmının rötuşları yapıldı. Sonra akşam ezanına kadar sessiz bir bekleyiş başladı. Geceleri hava daha temizdi, oksijen daha boldu. Onun için fırın gece yakılacaktı. Fırının ateşlik kısmına altı basamakla iniliyordu. Bu arada çömlekçi çamuru ile fırının çatlamış duvarları sıvandı. Bir kısım çamur yoğruldu hazırlandı. Kâse ve tabaklar fırına dizildiler. Fırının kapısı çömlekçi çamuru ile örüldü. Sıvandı. Kapının ortasında bir gözetleme deliği vardı. Bahtiyar Usta bu deliğin tam karşısına, fırının içerisine çeşnisini koymuştu. Zamanı gelince delikten bir tel sokup onu oradan alacaktı. Ceviz kadar bir çamur altlığın üzerine saplanmış, bir deliği olan çini parçasıydı bu. Üzerine boyalar sürülmüş sırlanmıştı. Tabii kırmızı da vardı. O zamanın derece aracı bu çeşni idi. Delikten bakarlar, bir telle dışarı alırlar, eğer çeşni üzerindeki sırça oluşmuş ise, ateşi çekerlerdi. Odunlar Karamürsel çamlarıydı. Sarayın özel fermanları ile getiriliyordu. Her şey iyi hoştu, çiniye verilen özen güzeldi de Bahtiyar Usta hastaydı. Yanan ateşin karşısındaki peykede, altında pöstekisi, seyrek sakallı, çekik gözleri, soylu burnu ile farklı bir çehre idi. Büyük dedesi Semerkant’tan gelmişti” ( Güven Can Adil, a.g.k.). Bakın işin hammaddesi, nerelerden nasıl geliyor. Toprağa sevdalı, sabır yolcusu bir usta toprağı nasıl kokluyor, nasıl tadıyor: “İznikli Rahman Usta ocaklardan gelen toprağı avuçladı, sıktı bıraktı. Tekrar avuçladı, kokladı, sonra bir çimcik toprak aldı, başparmağı ile işaret parmağının arasında öğüttü, toprak su oldu aktı, toz oldu uçtu. Parmaklarına bulaşmış toprağı diliyle yalayıp yuttu Çini Ustası Rahman Usta.

-Işte bu, dedi, çininin anası bu toprak… ben bu toprağa sevdalıyım, bu toprağın çinisine sevdalıyım…hey mevlam sen nelere kadirsin.. deyip sakalını sıvazladı. Kağnı arabaları, kenarları tahta ile yükseltilip, toprakla doldurulmuş, peş peşe dizilmiş, kopmuş geliyorlardı. Çıkardıkları gacur gıcır sesler boşluğu dolduran doğal nameler gibi inliyordu. Atlar, katırlar eşek ve develerin de semerlerine ikişer küfe yerleştirilmiş, bölük bölük toprak katarı oluşturmuşlardı… Dere yataklarını, dağ eteklerini elek elek eliyerek, kuartz madeni ve mis kokulu çini toprağı taşıyorlardı.” (Gülden Nurettin, “Rahman Usta”, 1 Aralık 2009, http://nygulden.blogspot.com.tr/2010/01/12rahman-usta. html) Üretim sürecine yakından bakınca, çinide geleneksel üretimin son derece zor olduğunu, hızlı sonuç almak, kolay para kazanmak isteyenlerin bu işe yanaşmamaları gerektiğini hemen anlıyoruz. Geleneksel çini üretiminin yüzde 40’ı ıskarta olduğuna göre, herhalde bu sayı, bu tür üretimin ne kadar riskli ve zor olduğunu açık bir şekilde gösterir:

“Çini toprağına, ayrıca kırklar toprağı, kırmızı çömlek kili, çamaşır kili, çakmak taşı, kuvars, tebeşir ve maya ilave edilir, harman yapılır, iyice karıştırılıp öğütülür, havuzlarda iki gün bekletilirdi. Sonra, bez elekten geçirilip, yirmi yirmibeş gün dinlendirilir, teknelerde hamur yoğurur gibi çamur karılırdı. Rahman Usta her teknenin başında duruyor, çamura selam verip, iki elini koynuna sokar gibi çamura gömüyor, üstüne abanıp, kulağını veriyor, onu dinliyor, konuşuyor, dertleşip, halleşiyordu iki dost gibi… Suyuna bakıyor, kıvamına, tadına bakıyor:

-Yaratılışımızın mayası bu, diyor Tevfik Kalfa’ya… Çamurdan yaratıldık, dönüşümüz de gene toprağadır… Onun için toprağa, ‘toprak’ deyip geçmeyeceksin. Toprağı seveceksin, ona sevdalanacaksın, ona gözün gibin bakacaksın ki o da sana baksın, koynuna alıp koruyup saklasın seni… ‘Çamura ruh üflendi adem oldu’ bunu da aklından çıkarma… heç çıkarma…” (Gülden Nurettin, a.g.k.) Çamurla, çamur tekneleriyle ustaların konuşmasına, iletişimine söylenecek söz yok, “konuşup, dertleşip, halleşiyor”lar çamurla, toprakla. Sanki dünyada topraktan başka bir şey yok ustalar için. “Allah’ım bu nasıl bir tutku!” diye bağırmak gelmiyor mu içinizden… O çamur teknelerinde böyle pırıltılı bir güzelliği üretmeye uğraşmak, sır ve sabır olmadan olacak bir iş değil Yoksa güzellik de neredeyse bu akıl dışı dostluktan, anlaşmadan, inançtan, toprağa, çamura insan gibi davranmaktan oluşmasın…                                                                    Kaynak: Bursa'da Zaman dergisi, sayı 11: 54-57

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 23/10/22