Semih Günver'in Bursa Anıları


Hasretlik Bursa




 

    Dışişleri konusunda Türkiye’nin önemli adlarından biri Semih Günver’dir. 1940 yılında Dışişleri Bakanlığına meslek memuru olarak girer. Sırası ile Zürih Konsolosluğunda memur (1944), Roma’da başkatip (1946), Brüksel’de müsteşar (1950), Dışişleri Bakanlığı Uluslar arası Ekonomik İşlere Genel Müdürü (1955), Moskova’da büyükelçilik müsteşarı (1962), Cezayir’de(1963) ve Kahire’de Büyükelçilik (1965), Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürlüğü (1972) ve Avrupa Konseyinde Türkiye Daimi Temsilcisi (1975) görevlerinde bulundu.1982’de emekli oldu. Daha sonra öğretim üyeliği ve köşe yazarlığı yaptı. Kitapları: Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü (1985) ve Bir Kiraz Ağacı Olsaydım (1986)

 Bursa (1923-1927)

      Yıl 1923. Cumhuriyetin ilan yılı. Yeşil Bursa. Babam Ali Haydar Bey Bursa Maarif Müdürü. Annem Hatice Talat Hanım Osmanlı İmparatorluğu’nun son sefirlerinden Abdülbaki Beyin kızı… Babamla annem Birinci Dünya Savaşı ortalarında Bursa’da tanışmışlar. Ali Haydar Bey Bursa Sultanisi müdürüymüş. Annem Talat Hanım, emekli babasının yanında, Bursa’da bir okulda Fransızca hocalığı ve müdirelik yapıyormuş. Tanışmışlar, evlenmişler. Ben 1917 ocağında Kütahya’da doğmuşum… Sonra birkaç parça eşyamızı denk yaparak Bursa’ya göç ettik.

      Bursa düşman işgalinden yeni kurtulmuştu. Geleneklerine, İslam dinine bağlı kalmış, tutucu, içine dönük, yeniliklere kapalı bir şehirdi. Yeşil ova, yeşil türbe, mezar taşlarının yeşil başları… Dar sokaklar, bozuk kaldırımlar, birbirlerine yapışık iki üç katlı ahşap evler, Cumhuriyet Meydanı, Vali Konağı, Setbaşı, Temenniye, Çekirge, Muradiye… Türbeler, camiler, bahçelerden buz gibi akan sular, meyveler, Kapalıçarşı Pazar yeri… Ulucami’nin içindeki fıskiyeli havuz, caminin karşısındaki köfteci dükkânı, Çekirge yolundaki köşkler, Çekirge’deki caminin önünden geçen yolun kıyısındaki teras bahçe, bu bahçedeki aptes muslukları ve alçak bir duvarın ötesinde ufka kadar uzanan Bursa Ovası… Ağaçlar arasından bir oyuncak gibi geçen Mudanya treni, şehri ikiye bölen ve dipteki kayalar arasından akan dere, bu derenin üzerindeki Setbaşı Köprüsü, köprüyü geçtikten sonra Temenni’ye doğru yükselen yokuşun dere tarafındaki iki kız ilkokulu ve bunların arasında içi harap Rum kilisesi… Çocukluğumda kafamın içine yerleşip kalmış, zamanla solmuş resimler…

    İlk evimiz Kız Muallim Mektebi’nin yanındaki küçük camiye bitişik bir tahta yapıydı. İki katlıydı. Çift tahta kapısı arnavut kaldırımlı bir sokağa açılırdı. Karşımızdaki evde haşarı beyaz bir fino köpeği olan tanıdık bir hanım otururdu. O evin arkasında kuyusu ve bahçesi vardı. Bizim kirayla oturduğumuz ev oldukça eskiydi. Yürürken tahtalar gıcırdardı. Sokak kapısının üzerinde iki göz pencere vardı.

    Daha sonra Ulucami’den yukarıya doğru çıkan caddenin ortalarında ve sol tarafında bahçeli, dışı beyaz boyalı bir eve taşındık. Bahçeden, komşulardan gelen bir küçük su kolu geçiyordu. Bu su, yan duvarın altından daha aşağımızdaki bahçeye akıyor, bahçenin sulanmasına yarıyordu. Bir kuyudan el pompasıyla soğuk su çekiliyordu. Kova içine konan kavun karpuzlar kuyuya indirilip soğutuluyordu… Babam her sabah erken evden çıkar, sağ kaldırımdan Ulucami’nin önüne kadar yürür, sonra cami ile Kapalıçarşı arasındaki Maarif Müdürlüğü binasına girerdi. Ben Bursa Lisesi’nin ilkokulunun birinci sınıfına yazılmıştım. Bursa Lisesi binasının ön cephesi bir eski eserler müzesini andırırdı. Demir parmaklıkların ardındaki dar ve uzun bahçe ağaçlarla süslenmişti. Bu ağaçların dibine eski mermer eserler sıralanmıştı… Sınıfta sert bir disiplin vardı. Hatta falaka bile o tarihte tamamen kalkmış değildi. Kuran dersinden başarılı olamayanlar cezalandırılırlardı.

          Derslerimde başarılı olduğum zaman babam beni Ulucami karşısındaki şiş-köfteciye götürürdü. Bu, küçük bir dükkândı. Bir asma ağacı, köfteci dükkânının önüne konulmuş iki masayı gölgelendirmeye çalışırdı… Üçüncü sınıftan itibaren Setbaşı Köprüsü’nün sağ tarafındaki yükseklik üzerinde, etrafı boş, sarı bir bina olan Hoca Ali Zade Mektebi iptidaisine yazıldım. Önce Bursa Lisesi’ne kadar yokuşu çıkar, sonra sağa döner, lisenin önünden geçen yolu takip ederdim… Mektebin önündeki arsaya gelen bir satıcı, üç ayaklı tahta tezgâhını yerleştirir, parçası yüz paraya tepsi içinde üstü bademli şam tatlısı satardı. Şam tatlısını çok severdim, ama paramı saklar, Perşembe günleri şehre iner, kitapçıdan o hafta çıkan Şark Masalları veya Peyami Safa’nın Server Bedii imzası ile yayımladığı Cingöz Recai (Arsen Lüpen’in taklidi) veya Kartal İhsan’ın maceralarını beş kuruşa satın alırdım. Karagöze de çok meraklıydım. Her hafta kapalıçarşının Ulucami’den yana olan çıkış kapısı yakınlarındaki bir dükkândan mukavvadan yapılmış bir Karagöz alırdım.

   Hoca Alizade Mektebindeyken üçüncü defa ev değiştirdik. Galiba ikinci evin kirası yüksek gelmişti. Bu defa İstasyon yakınlarında bir ara sokakta büyük bir bahçe içinde bulunan, daha eski fakat daha büyük bir Bursa evine geçtik. Mektep daha da uzakta kalmıştı. Yol 30-40 dakika çekiyordu. Gidiş gelişte Hükümet Meydanı’ndan Setbaşı Köprüsü’ne giden ana caddeden geçiyor, kitapçı dükkânlarının vitrinlerini, Şark ve Milli sinemaların afişlerini seyrediyordum. Milli sinemaya iddialı filmler geliyordu. Köprünün yanındaki Şark Sineması ise daha ziyade vurdulu kırdılı filmler gösterirdi.

          Babam sık sık kazalara, köylere teftişe giderdi. Bazen yeni yapılan bir ilkokul binasının açılışını yapardı. Bursa ile kazaları arasında yollar bozuk ve tozlu idi. En iyi toprak yol Bursa ile Mudanya arasındaydı. Gezileri bir çift atın çektiği faytonla yapardık.

          Amcam Mehmet Emin Bey Bursa Kız Muallim Mektebi müdürüydü. Mektep binasında bir dairede otururlardı. Ara sıra amcama gider, uzaktan genç öğrenci kızları seyrederdim. Mutaassıp Bursa’da bu kadar çok genç kızın bir arada yalayıp, gülüp oynaşmaları benim için yepyeni bir dünyanın ufuklarını açmaktaydı. Mektep müsamereleri de düzenleniyordu. Safiye Ayla mektebin en güzel sesli ve en haşarı öğrencilerinden birisiydi. Bir gün mektepten kaçmış, amcam Mehmet Emin Bey Safiye Ayla’yı Çekirge’de bulup mektebe getirmişti.

    23 Eylül 1925’te Gazi Mustafa Kemal Mudanya üzerinden Bursa’ya geldi. Bu ziyaretle Bursa temellerinden sarsıldı, dünyamız değişti… Gazi ile beraber Batı medeniyeti de bir bakıma Bursa’ya ilk çıkışını yaptı. Bursa halkı ilk defa otomobil gördü. Gazi 23 Eylülde Türk Ocağı’nda Şapka Devrimi konuşmasını yaptı. Babam kalpaklarımızı dolaba kilitledi. Gazi’nin ziyareti dolayısıyla Zeki Beyin başkanlığında Ankara’dan senfoni orkestrası, İstanbul’dan Darülbedayi, kadrosunda Bedia Muvahhit ve kocası dahil, Bursa’ya geldiler. Setbaşı’nın sol tarafındaki yokuşun ortalarında bulunan harap Rum kilisesi acele tamir edilmiş, mihrap kısmına bir sahne yapılmış, perde takılmış, arka taraftaki balkon da temizlenip iskemleler konularak şeref tribünü haline getirilmişti. Hayatımın ilk orkestra konserini ve tiyatro temsilini, Atatürk’ten iki sıra arkada, bir iskemle üzerine oturmuş, tertemiz, uslu uslu izlemiştim. Darülbedayi artistlerinin sergiledikleri eser galiba bir Fransız komedisi idi. Bedia Muvahhit zarif ve inceydi, şivesi Fransızcaya çalıyordu.

          Mustafa Kemal 3 Ekimde belediyede verilen ziyafette sanat ve kültür konularına temas etti, Bursa’daki konseri ve tiyatro temsilini beğenmişti. Yaptığı konuşmada sanatçıları övdü ve “Memlekette bunevi sanatkarlar, ihtiyaç ile mütenasip şart ve miktarda yetiştirilememiştir” dedi.

          1927 yılında babamın İstanbul’a tayin olması üzerine Bursa’dan  taşındık.

                                                        Yazarın Bursa Defteri, sayı 18 (2003)'teki yazısından kısaltılarak alınmıştır.