R. ŞİNASİ ÇELİKKOL (1947- )


Günümüz Bursasında Karagöz

Bursa'da Geleneksel Sanatlar

Bursa'nın Kültür İnsanları

     

       Bursa doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Bursa’da tamamladıktan sonra İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdi. Babası ile birlikte ticaret hayatına atıldı. 1978-1993 arası 14 yıl futbol antrenörlüğü yaptı. Soğukpınar, Yunuseli, Yeni Mahalle takımlarını çalıştırdı. Babasının etkisiyle Bursa ve çevresine ait özgün etnografya örnekleri toplamaya başladı. Bursa ve civarı Türkmen, Yörük kıyafetleri, dokuma aletleri ve el işleri koleksiyonunu 9 yıl süreyle Rumeli kıyafetlerini üç yıl süre ile Bursa Karagöz Sanat Evi’nde sergiledi. Bursa’nın temel folklor değerlerinden biri olan Karagöz üzerinde yoğunlaştı. 04.10.1994 tarihinde Karagöz ustalarından Hadi Poyrazoğlu’nun elinden ahi geleneklerine uygun olarak peştamal kuşandı. Günümüzde müze lisansı alınan Karagöz Sanat Evi’nin Bursa’ya kazandırılmasında, önemli rol oynadı. Kapalıçarşı’da yürüttüğü ticari faaliyeti yanı sıra Karagöz sanatının yaygınlaştırılması için yoğun faaliyet gösteren Şinasi Çelikkol UNIMA(Uluslar arası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği) Bursa Şubesinin başkanlığını da yürütmektedir.
    Aile bireyleri ile birlikte kurduğu Bursa Karagöz Tiyatrosu Topluluğu gerek yurt içi gerekse yurt dışında gösteriler yapmaktadır. Aysel Çeklikkol ile evlidir, Aysun isimli bir kızı, Uğur isimli bir oğlu vardır.
                                     

                                                                                           Söyleşen: Nezaket Özdemir
Sayın Çelikkol Bursa’nın tanınmış bir ailesinden geliyorsunuz. Bursalılık kaç kuşaktır devam ediyor?
Baba tarafı Makedonyalı. Karaman’dan 1480’li yıllarda Fatih zamanında Kosova-Mitraviça’ya gönderilmişler. Aile soyağacına göre bildiğimiz en büyük dedemin ismi Mahmut. Babam Rafet Çelikkol 6. ben ve kardeşim Şenol Çelikkol 7. nesil oluyoruz. Babaannem ise Manastırlı. 1912’de, Balkan Harbi’nden sonra amcam Rahmi 12 günlük iken Manastır’dan ayrılıp Selanik’e gitmişler. Orada toplanan göçmenler gemilerle Türkiye’ye gönderilmiş. Benim büyükbabam da Mudanya’ya gönderilmiş. Bursa’ya geliş tarihleri 1913. Büyükbabama,“Baba Kamil” derlerdi, mesleği terzilikti. Sonradan “Çelikkol” soyadını almış. Yunan işgali sırasında, babamın dayıları Yusuf Ağa ve Haşim Ağa şimdiki İnönü Caddesi’nde yabancıların da kaldığı bir otel işletiyorlar. İsmi Bağdat Oteli. Şehre gelen yabancı subaylar genellikle bu otelde kalırmış. Büyükbabam otelin karşısında 12 makinası olan bir terzihane işletiyormuş. Büyükbabam da topladığı bilgileri yerel milis kuvvetlerine aktarıyor. Bu faaliyeti tespit edilmiş. Yakalanacağını anlayınca, hemen ailesini topluyor, trenle Mudanya’ya geçiyorlar. Oradan İstanbul’a gidiyorlar. İstanbul’da üç ay kaldıktan sonra İnebolu’ya geçiyorlar. Büyükbabam dikiş makinesini de yanında taşıyormuş demek. İnebolu’da da asker elbisesi dikiyor. Orada 2 yıl kalıyorlar. İngiliz tahtelbahirinin[=denizaltı] İnebolu’ya gelişini, bizim iki topçumuzun onu geriye püskürtüp kaçırtmasını bize büyük amcam Rahmi Çelikkol anlatırdı.
    Savaş bitince, Türk askeri zafere kavuştu diye bir çatanaya (Karadeniz'e özgü yelkenli kayık) binip İstanbul’a dönüyorlar. Oradan da Mudanya’ya geliyorlar. Kıyıda İngiliz gemileri bunların yolunu kesiyor. Meğer o gün tam 13 Eylül günüymüş. Mudanya’da mütareke binasının bulunduğu meydanda, Ziraat Bankası’nın yanında üç katlı bir ev veriyorlar onlara. Yunan askerleri esir edilmiş, Rumlar, Ermeniler kaçmış. Mudanya bomboş. İstedikleri evlere el koyabilirler, yerleşebilirler. Ama göçebelik hayatına öyle alışkınlar ki akıllarına gelmiyor. Mal mülk diye hırsları yok. Başlarını sokacakları bir ev, hepsi o kadar. Beklenti yok. O günlerde İsmet İnönü geliyor Mudanya’ya. Askerin üstü başı delik deşik. Terzi aranıyor. Bir tek büyükbabam var, başka terzi yok. Anadolu halkı gücenmesin ama Türkler meslek edinmemiş. Bütün meslekler Rumların, Ermenilerin elinde. Mütareke sırasında görev yapacak askerlerin elbiseleri için, “sen elbiseleri yenileyebilir misin?” diyorlar. Yenilerim diyor. Askerlerin içinden eli yatkın 10 kişi ayırıyor. Terk edilen evleri arıyorlar 12 tane dikiş makinesi buluyorlar. Mütareke heyeti Mudanya’ya gelene kadar elbiseler tamamlanıyor. General Harrington geliyor. Büyükbabam derdi ki, “İnönü bayrakları özellikle alçak astırdı. Generalin boyu uzun, her bayrağa geldiklerinde mecburen başını eğip geçti.” Büyükbabam böylece Mudanya’ya yerleşiyor. Sonra akrabalarını da çağırıyor. Giritliler, Mudanya’ya daha sonra 1924’te geliyor. Büyük annem Manastır’da doğmuş. Ailesi, fetihlerden sonra Anadolu’dan, Karaman’dan götürülen Türklerden. Büyükbabam Mudanya’da öşür vergilerini toplamağa memur ediliyor. Bu arada babam Rafet Çelikkol doğuyor. Büyükbabamın bir de zeytinliği var. Büyükbabamın zeytinliğe gittiği bir gün Mudanya’ya sünnetçiler geliyor. Sünnet olmamış çocuklar toplansın diyorlar. Babaannem de, büyükbabama sormadan amcamları götürüyor. Büyükbabam geldiğinde çok kızıyor, araları bozuluyor. Belki de bozulacağı mı vardı da sebep mi oldu bilmem!
   Büyükbabam, Mudanya’da mütareke sırasında Atatürk’e, İnönü’ye ve Fevzi Çakmak’a elbise dikmiş. Külot pantolon çok iyi dikermiş. Diktiği pantolonları yüksekten bırakınca kalıp gibi dururmuş. Herkes bunu söyler. Nasıl bir şeyse bilmiyorum. Birde çok iyi içermiş. Öyle üç beş şişe değil, meraklı. 1932 yılına kadar dedem vergi toplama görevini sürdürüyor. Sonra Bursa’ya yerleşiyorlar. Yıllar geçiyor. Babam askere gidiyor, geliyor. Bir gün, Tophane’de babasını buluyor “Hadi beraber hamama gidelim,” diyor. O gün, hamamdan sonra dedem ruhunu teslim etmiş. Baba-oğul son beraberlikleri.
   Anne tarafım, iç Ege’den, Rumeli’ye giden Türklerden. Son okuduğum bir kitaba göre, Karagöz Yörüklerinden. Tesadüfe bakın. Çünkü Dedem Bulgaristan’ın Makedonya bölgesindeki, Menlik Kasabası’nın Belitsa Köyü’nden. Oraya yerleşenler Karagöz Yörükleriymiş. Şimdi Kırklareli’ne gidin, Menlikli çoktur. Durumları iyi olan pek çok kişi iki adım, gidip oraları görmezler. Dedem Ahmet Üner. Berberlik yapıyormuş. Berber Ahmet derler. O zaman insanın adı, işi ile beraber anılıyor. Öyle tanınıyor. Balkan Harbi’ne jandarma olarak katılmış. Savaş sırasında Bulgarlar karakolu basıp, bunları esir alıyor, Serez’e götürüyorlar. Tepede bir yere hapis ediyorlar. Dedemler Bulgarlara “çorbacı” derlermiş. Kapıda bekleyen nöbetçiye diyorlar ki, “Çorbacı, bize izin ver sigaramız kalmadı, şu bakkaldan alıp gelelim.”Avucuna da bir mecidiye sıkıştırıyorlar, kaçış o kaçış. Serez’de bir hoca amcaları varmış, onu bulmaya çalışıyorlar. Her yer cesetlerle doluymuş. Diyorlar ki, Türkler katliam yaptı. Kimler katliam yaptı da bilinmiyor. Anlatılmıyor. Bir evden yaşlı bir amcayı çıkarken görüyorlar hemen o eve dalıyorlar, saklanıyorlar. Daha sonra o adamcağızdan aldıkları büyük sopalarla Struma Nehri yatağını yoklayarak geçiyorlar. Çünkü bazı yerler derin, yüzme bilmiyorlar. Serez’e böyle gidiyorlar ve orada 1,5 sene yaşıyorlar. Osmanlı geri gelir bizde evimize döneriz diye umut ediyorlar. Ama o yıllar Osmanlı’nın bittiği yıllar. Ne Osmanlı geliyor ne bir şey. Yalnız arkalarından nişanlısı geliyor, evleniyorlar. Hanımı birinci çocuğunu orada kaybediyor. Eşinin adı da Hanım. (Gündüz köyde İngiliz, Fransız askerleri dolaşır, gece olunca Bulgar çeteler basarmış. Aynı şimdiki barış gücü hikâyesi.) Bakıyorlar olacağı yok, Serez’den göçmen olarak gemilerle Tekirdağ’a geliyorlar. Hala geri dönme umudu var. Oradan Saray’a[=Tekirdağ'ın ilçesi
] geliyorlar. Gelirken yolda Çataka’da doğan çocukları vefat ediyor. Orada Bulgarların boşalttığı Saray-Vize arasında bir köye yerleşiyorlar. Köye yerleşmelerinden bir süre sonra oymak beyi geliyor;
—Siz ne yapıyorsunuz burada biz hepimiz, Kırklareli’nin kuzeyinde Poloz’­dayız,” diyor.
Kalkıp oraya gidiyorlar. Hâlbuki oturdukları köy daha iyi bir yermiş. Ama savaş şartları. Birlikte olmak, birbirine tutunmak isteği galip geliyor. Bütün Menlikliler orada.
Neyse uzatmayalım, 1916 yılında, bir gün davullar çalıyor. Ne oluyor derken, bir de bakıyorlar, asker toplanıyor. Osmanlı ne ister.Ya asker ya vergi. Dedemi Filistin cephesine gönderiyorlar. Adana,’ya kadar trenle sonra talim yapa yapa Filistin’e gidiyorlar. Giderken babasına soruyor.
—Uzak ellere gideceğim sana ne getireyim, diyor.
Babası, "yemek yerken mendilini açıyorsun ya, bana orada biriken kırıntıları getir" diyor.
Gerçekten biriktirmiş kırıntıları. Beş altı torba olmuş. Bu arada Lawrens arkadan Arapları kışkırtıyor. Bizim asker zor duruma düşüyor. Aç susuz kalıyorlar. Bakın kırıntı istemenin kerametine, o zaman arkadaşları ile beraber, babası için biriktirdiği kırıntıları yiyorlar. Süveyş Kanalı’nın kenarında esir düşüyorlar. Esir kampında İngilizler ne yediriyorlarsa, geceleri görmüyorlarmış, körleşiyorlarmış. Fakat biliyor musunuz, Türk uçakları, kampın üzerinde uçuyor, onlara üzerinde “korkmayın arkanızdayız” yazan kâğıtlar atıyormuş. İngilizler makineli tüfekle ne kadar tarasa da bizim uçaklar yine geliyorlarmış. İki yıl esaretten sonra 1920 yılında bir yük gemisiyle İzmir’e getiriyorlar. İzmir valisi hastalık vardır, diye kabul etmiyor. Sonra İstanbul’da, Selimiye Kışlası’nda karantinaya alınıyorlar. Bir hafta karantinadan sonra serbestsiniz diyorlar. Büyük dedem, evden askere diye bir çıkmış, çıkış o çıkış, ancak 5 yıl sonra köyüne dönüyor. Ailesini bulamıyor. Diyorlar ki senin evin Elmacık Köyü’nde, evin önünde bir çocuk, kendisini görünce kendi oğlu kaçıp; “anne bir yabancı geldi,” diye içeri koşuyor. Anlıyor ki kendi oğlu. Yani dayım. Kısaca tarihimiz yürek parçalayıcı hikâyelerle doludur. Osmanlı’nın son yıllarında sanıyorum her ailede buna benzer şeyler yaşanmıştır.
   Annem Kırklareli’nde Poloz’da doğmuş. 1927 doğumlu. O yıllarda dedem Elmacık’ta bir ağanın yanında çalışıyor. 1922’de Yunan askeri bozulmuş kaçıyor. Ama onlardan önce yerli, Rumlar kaçıyor. Bir gün yerli Rumlardan biri Yunan askeri kıyafeti ile gelmiş ağadan bir araba istemiş. Ağa da babamı görevlendirmiş. Taşıma işi birkaç gün sürmüş son gün Rum’un annesi evinden ayrılmak istememiş. Bu da bir dram. Daha sonra Belitsa köyünden tanıdıkları Hacı Amca’nın yanına gelerek Gemlik’e yerleşiyorlar. Gemlik’te Hükümet Caddesi’nde otururmuş. Dedeme sen de kızları al gel diyor. Böylece Gemlik’e gelip yerleşiyorlar. Annem ve teyzem suni ipek fabrikasında çalışmaya başlıyorlar. Annem 14 yaşında. Çocuk sayılır ama çalışıyorlar. Çünkü savaştan yeni çıkmışlar memlekette erkek yok. Her işi kadınlar yapıyor. Annem ilkokul mezunu. Zamanına göre okumuş sayıldığından kısa zamanda baş usta oluyor. Bir gün 1946 yılı başlarında amcam Gemlik’e fabrikaya geliyor. Annemi beğeniyor kardeşi için kaçırmaya karar veriyorlar. Bir kaç gün Gemlik’te kaldıktan sonra, annemi kaçırıyorlar. O zaman Gemlik’te kaç tane araba var. Hemen kimin kaçırdığı anlaşılıyor. Jandarmalar yolu kesiyorlar. Arabayı karakola çekiyorlar. Amcam, jandarmadan kurtulmak için, ”Kız kendi geldi” diyor. Ama annemin bir şeyden haberi yok. Jandarma anneme soruyor. “Kızım sen mi istedin” diye, annem de “ben istedim” diyor. Böylece iş tatlıya bağlanıyor, evleniyorlar. Babam esnaflık yapıyor. Böylece Bursa’ya yerleşmişler.
Şimdi Sizin çocukluğunuza gelelim. Siz doğduğunuzda eviniz hangi mahalledeydi.
Doğan Bey Mahallesi, Yentürk Çıkmazı. Acemler Camisi’nin altında. Geçende gittim. Oraları dümdüz etmişler. Bir camiler kalmış ortada. Bu mahallede, bu camilerin etrafında hiç mi ev yoktu? Bir kaç Bursa evi bırakamazlar mıydı? Orada babamın teyzesinin evi vardı. Çıkmaz sokağın tam dibinde. Evlendiklerinde üç ay onun yanında oturmuşlar. O evin yanındaki tek katlı evde ben doğmuşum. Teyzemin evinin yanındaki, yan yana üç evde sırasıyla doğdum, sünnet oldum ve okula başladım. Hepsinde kiracıydık. En son okula başladığım evi hatırlıyorum, geniş odaları vardı. Babamın satın aldığı ilk evimiz Yahudilik’teydi. 1954 yılında, Arap Şükrü’den girince soldan ikinci aralıkta, çıkmazın içindeydi. 4500 liraya alınmış. O yıllarda Yahudiler Türkiye’yi terk ediyordu. Ev bakımsızdı, fakat dedem marifetli bir insandı. Sıvasını, boyasını yaptı, evi tamir etmemize yardım etti. Fakat Pınarbaşı’ndaki evi bulunca sattık. İlkokul üçüncü sınıfa başladığım yıl, Pınarbaşı’nda bayram yerinde, eski karakolun arkasında 85 basamakla çıkılan bir ev aldık. Ev küçüktü, iki odası vardı. Ama 430 metrekare arsası vardı. Ben Pınarbaşı’ndan, Hoca İlyas İlkokuluna geliyo­rum. Okul çıkışı babamın dükkânına gidiyorum. Babamın dükkânı pazar yerinde meyveci Ah­met’in dükkânının yanındaydı. Şapka, gömlek, iç çamaşırı falan satardı. Mallarını İstanbul’dan getirtirdi. Alışveriş yaptığımız adamın ismi Zil­bert Glayd. Çok iyi bir adamdı. Yeri Çakmak­çılar yokuşundaydı. Malları alırken peşin para istemezdi. Malları satar parasını gönderirdik.
   Pınarbaşı, Osmanlı zamanından beri Bursa’nın bayram yeriydi. Bütün dini bayramlar orada kutlanırdı. Fetih Kapısı’nın önündeki alan bayram yeriydi. Ama o zaman fetih şenlikleri falan yoktu. Bayramdan 15 gün önce oyuncaklar gelmeye başlardı. Devamlı gelen bir uçak vardı, salıncaklar vardı. Bir de telle kayılırdı. Sonra çok büyük çınarlar vardı. Birer birer kurudular. Kumpanyalar gelirdi. İçinde tiyatro topluluğu, dansözler, orta oyunu olurdu. Sirk gibi çadırlarda hayvanlar gösterilirdi. Aslanlar, yılanlar falan. Köfteciler, turşucular, dönerciler olurdu. Ben ortaokuldayken bayram okul zamanına denk gelmişti. Bayramdan sonra daha ilk derste öğretmen tabiat bilgisi dersinde tahtaya kaldırdı.“Çalışamadım” dedim.“Neden” diye sorduğunda “bayram yüzünden çok gürültü vardı” dedim. Öğretmen mazeretimi kabul etti.
O kadar gürültü olurdu yani.
Tabii çok gürültü olurdu. Patlamalar, müzikler, o zevkli eğlenceler arasında çalışmak mümkün mü? Bir kere bir cambaz gelmişti, hatırlıyorum. Tam üç ay kalmıştı. Bir bayramda 9 çadır tiyatrosu birden gelmişti. Halk rağbet ederdi. Bursa’nın köylerinden bile bayram günlerinde halk akın ederdi. Kadınlar feraceleri, erkekler kasketleri ile gelirdi. Kasket çok önemliydi. Babam 1958 yılındaki Kapalıçarşı yangınına kadar tuhafiyeciliği, şapkacılığı devam ettirdi. Köylüler gelir, şapkaları terden kirlenmiş, siperleri bozulmuş vaziyette, öyle kullanırlardı. Eskiden çok fakirlik vardı. Babam; “gel bakayım oğlum bir şapka vereyim,”diye seslenirdi.“Şapka alacağım ama param yok.” diyene “Gel bakalım bir şapka buluruz” der, adamın şapkasını kapar, dama atardı. Ondan sonra üç aşağı beş yukarı anlaşırlardı.
Birkaç bayram üst üste Hayri Küçük Çadır Tiyatrosu geldi. Hayri Küçük şimdi bilinmez ama o zaman ünlü bir menajerdi. Gönül Akkor’un kocasıydı. Sonra dansöz Babuş’u[=Hülya Babuş] hatırlıyorum. Dansöz Babuş’u halk çok severdi. Aile olarak gidilirdi. Çadır tiyatroları o kadar sevilirdi ki iki bayram arasındaki zaman süresince kalır, kurban bayramında da gösterilerine devam eder sonra dönerlerdi. Hayri Küçük, devlet tiyatrosunun altındaki eğitim araçları salonunu tutmuştu. Babuş da orada çıkardı. Bir de Asuman Çintay vardı. Öğleden sonra kadınlara ayrıca gösteri yapılırdı. Kadınlar matinesi. Kadınlar hem eğlenceye gidecek, hem dansöz Babuş’u seyredecek hem de akşama kocalarına yemek yetiştirecekler. Dolma tenceresini yanında götürür, dolmasını matinede sarardı. Bunlar 1956–58 yıllarında Bursa’da yaşandı. Orası sinema olarak da kullanıldı. Heykel’in yan tarafında şimdi Yapı Kredi Bankası olan yerde de Dilek Sineması vardı. Akşam uzak mahallelerden, Alaca­hırka’dan, Pınarbaşı’ndan gelenler evlerine rahatlıkla dönebilsin diye gece, belediye 12’yi on geçe bir otobüs koymuştu. Onu kaçırırsan, başka araç yok.
 Ben Pınarbaşı’ndaki evimizi çok severdim. Bahçesinde ceviz, incir ağaçları vardı. Annem evin önüne sümbüller, güller ekmişti. Babam bazı eklemelerle zaman içinde evimizi güzelleştirmişti. 1962 senesinde evimizin yanına daha büyükçe bir ev daha yaptırdı. Oraya geçtik. Babam musikiyi çok severdi. Amcamın oğlu Erdinç Çelikkol’un katıldığı bir gezek grubu vardı. Bizim eve de gelirlerdi. Mesela Kasım Hoca vardı. O zamanlar pek meşhurdu.
Sünnetinize Karagöz geldi mi?
Yok gelmedi. Ama Çengi İsmet geldi. O zaman Karagöz zengin oyunu idi. Herkes Karagözcü çağıramazdı. Sünnet düğünlerinde kadınlar ve erkekler ayrı eğlenirdi. Çengi gelirdi. Bir de sünnetten önce mevlit okunurdu ve sünnet olurdu. Mevlitten sonra aynı yerde yemek verilirdi.
Şinasi Bey mahallenizi anlatır mısınız?
Evler pek büyük değildi. Genellikle bir veya iki katlı. Üç katlı bir tane büyük ev vardı. Bizim sokak, ikili çıkmaz sokaktı. Yani bir yerden sokağa giriyorsun. Sokak ikiye ayrılıyor. İki ucu da çıkmaz. Yentürk Çıkmazı. Tabii sokaklar taşlık. Çocuklar sokakta oynardık. Ama kavga gürültü pek olmazdı. Mahallemizde Pınarbaşı suyu vardı. Evden eve geçerdi. Meşhur Bursa suyu, “mecari” denilen su şebekesi. Hatırlıyorum, bir kaç aile aynı evde oturanlar vardı. Şimdi otursunlar da göreyim. Kanaatkârlık vardı. Bazen çocuk yüzünden, tatsızlık olsa da barıştırırlardı. 1960’lı yıllara kadar böyleydi. İnsanların başka çaresi yok. Hep yüz yüzeler. Kadınlar kışlık erzakları hep beraber hazırlardı. Hıdırellezi hatırlıyorum. Bir küp hazırlarlardı. Herkes içine bir eşyasını koyardı. Küpü bahçeye şimşirlerin altına saklarlardı. Ertesi gün hep beraber toplanırlar, küpten bir eşya alınır ama gösterilmez, önce bir mani okunur. Sonra elinde kimin eşyası varsa okunan mani onun kısmeti olurdu. Hıdrellezde pikniğe giderdik. Soğanlı Köy’e, Dokuz Göz’e. Bir defa da at arabaları tutuldu Değirmenli Kızık’a, gittik. Orada bir şelale vardı. Mahallede bir samimiyet, yakınlık vardı. Her şey birlikte yapılırdı. Mesela camiye erkekler hep beraber giderdi. Sabah namazına giderlerdi. Camide sırayla ezan okurlardı, müezzine sıra gelmezdi. Bir gün ramazanda müezzin babama okutmamış, “ezanı ben okuyacağım”, demiş. Babam da kızmış, bir zaman camiye gitmedi. Bir gün baktık, yerde yarım metre kar var. Hoca efendi bizim evin 85 basamağını çıkmış, babamın gönlünü almaya gelmiş. Hep beraber camiye gittik.
Okul yaşantınızı anlatır mısınız?
Okula 1953 yılının Eylül ayında Hoca İlyas İlkokulunda başladım. O zaman Hoca İlyas İlkokulu en iyi okullardan biri. Zaten Bursa’da 6–7 tane ilkokul var. Öğretmenim Şeref Erler. İkinci sınıfta Neriman Hanım isminde genç bir bayan öğretmen geldi. Üçüncü sınıfta Emine Hanım geldi. Kocası Askeri Lise’de yüzbaşıydı. O zaman yüzbaşı olmak çok önemli. Büyük adam demekti. Sonra Rahşan Hocanım okuttu. Fakat Şeref Bey hep hocam oldu. Çok faal, hareketli bir insandı. Bu nedenle hep başka görevleri de olurdu. Bize başka hocalar bakardı. İlk defa 3. sınıfta yavru kurt olarak 23 Nisan bayramına katıldım. O zaman yavru kurtluk önemliydi. Sonra 4. sınıfta trampetçi oldum. Öğretmenimiz Ensar Bey bizi toplar geziye götürürdü. Şapkalarımızda yavrukurt işareti vardı. Üçüncü sınıftayken, çocuğuz daha. Bahçede sıradayken arkadaşımla konuşmuşuz. Ensar Bey geldi ikimizin de kulağını çekti. Bursa o kadar küçük ki, Bizi okulun bahçe parmaklıklarından izleyen bir hanım, öğretmenin benim kulağımı çektiğini görmüş, hemen çarşıda babama yetiştirmiş. Eve geldim babam, demek sen okulda konuştun, öğretmen de kızdı diye bir tokat da ondan yedim.
Karagözü ilk ne zaman izlediniz?
Okulda izledim. 1960’lı yıllara kadar merkez okullara karagözcüler geliyordu. Ben de ilk Karagöz oyununu Hoca İlyas İlkokulu’nda izledim. Okulumuza iki üç kez Karagözcü geldi. Dışarıdan İstanbul’dan geliyordu bunlar. Biz bunlara şimdi köşe başı karagözcüsü diyoruz. Ne oynattığını bilmiyoruz tabii. Oynattı, biz çocukken hoşlandık. Onar kuruş verdik. 57’li 58’li yıllardı. Okulumuzda salon yoktu. Koridorda oynattılar. Orası biraz loştu. Hademe odasının camında Karagöz oynattılar. Perde bile kurmamıştı. Arkadan bir ışık verilmişti o kadar. Yani böyle başladık Karagöze. Bu arada söyleyeyim, o zamanlar Hayali Küçük Ali’nin radyodaki ramazanda ve sahurda yaptığı programlar çok önemliydi. Sırf Hayali Küçük Ali’yi dinlemek için sahura kalkardık, çocuktuk. Bazen iftardan sonra da program olurdu. Mesela Kanlı Kavak olsun, Çifte Cadılar olsun Yazıcı oyunu olsun. Hep Hayali Küçük Ali’den dinledik.
Sizin Karagözle ilginiz nasıl başladı?
Daha sonraları, 1963–64 yıllarında turistler ilgilendiği için İstanbullu bir çocuktan Karagöz figürleri satın almaya başladık. Bu çocuk annesiyle gelirdi Bursa’ya. Babası Karagözcü imiş vefat etmiş. Kendisi yaptığı figürleri satıyordu. Pek iyi örnekler değildi. Çocuk üç beş figür biliyordu zaten. Biz o zamandan beri Karagöz figürleri satıyoruz. Bu nedenle Karagözle ilgim ticaretle de ilgili. Turistik eşya alım satımı yaptığımız için gelen yabancı turistler hep soruyordu, Karagöz nerede oynuyor diye. 1965’li yıllarda diyorduk ki “Karagöz ramazanda oynuyor”, ramazanda gelenlere de “bayramda oynuyor” diyerek idare ediyorduk. Turistlere cevap veremiyorduk. Bir boşluk vardı yani.
Sizin antikacı dükkânının adı o zaman da “Karagöz” müydü?
Karagöz değildi. Adı, “Rafet Çelikkol, Hediyelik ve Turistik Eşya ve Dağ Giyimleri”ydi. 1965 yılında Ticaret ve Sanayi Odası, artık turistlerde geliyor, “size bir unvan verelim, ticaret odasına kaydedelim” dediler. Biz de o zaman “Karagöz” unvanını aldık. Ticaret ve Sanayi Odası’nın isteğiyle yani. 1966–1967 yıllarında Cin Baba ile tanıştık. Sihirbaz Cin Baba, deri almak ve Karagöz oynatmak için Bursa’ya gelmiş. Bize uğradı. "Karagöz yapıyorum, alır mısınız?” dedi. Üç beş anlaştık ve sonra Karagöz figürlerini ondan almaya başladık. Figürleri Koza Hanı’nın kapısında ve zemin katındaki dükkânımızda satıyorduk. 1972 senesinde kardeşim sünnet oldu. Tabii Karagöz oynatmak lazım. Cin Baba’yı çağırdık. Hem sihirbazlık yaptı, hem Karagöz, hem de el kuklaları oynattı. Park Düğün Salonu’nda. İnanır mısınız, Bursa’da uzun zaman kimse Karagöz seyretmemiş, orada seyretti. 1978 senesinde oğlum sünnet oldu. Yine Cin Baba’yı çağırdık. Böylece bir sempati doğdu. Ama en önemlisi 1983 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Geleneksel Türk Tiyatrosu Festivali düzenledi. İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa’da aynı anda dört yerde birden başladı. Sanatçılar geldi Bursa’ya, fakat 30–40 kişiye Karagöz oynattılar. Okullar için organize edilmemişti. Çok başarılı olamadı. Bu festivalden önce Hayali Torun Çelebi’yi tanıdım. Hayali Küçük Ali’nin torunudur. O da bize birkaç figür verdi.”Benim figürlerimi satın” dedi. Ama o zaman turistler dışında pek alıcı çıkmazdı. Festival kapsamında Metin And, Metin Özlen, Hayali Torun Çelebi, Nevzat Açıkgöz, Orhan Kurt, Tacettin Diker, dükkânımıza geldiler. Karagöze ilgimiz olduğu için memnun oldular. Sanıyorum 1985 veya 86 yılı Tem­muz sonlarıydı; Akbank Kukla ve Karagöz Tiyatrosu Bursa’ya geldi. Ücretsiz olarak halka gösteriler yapıyorlardı. O zaman Tacettin Diker devamlı dükkânımıza gidip geldi ve bize ilk perdeyi de o yaptı. 1987’de Ağustos ayının 20’sinde ilk olarak Kent Otel’de perde kurduk. İlk oyuna 80 kişi geldi. Bütün bürokratlara davetiye gönderdik. Çok geniş bir tanıtım yaptık. Bunun 20–30 tanesi turist idi. Kent Otel’in genel müdürü Şevket Günay, çok destek vermiştir. O yıllarda turist sayısı daha fazlaydı. Üstelik Bursa’ya kültür turizmi için gelirlerdi, şimdiki gibi değildi. Şimdiki turizm kültür turizmi değil. Belki insanlar biraz da ekonomik nedenlerle kültür turizminden uzaklaştı. Kent Otel’den sonra Kapalıçarşı’da Karagöz gösterilerine devam ettik. Eski Aynalı Çarşı’nın alt kapısını kapatıyorduk. Turistlere ve halka açık gösteriler düzenliyorduk. 1988 yılı şubat ayında ilk Karagöz sergimi AVP Devlet Tiyatrosunun girişinde açtım. Tiyatro müdürü Feyha Çelenk idi. Sergi 20 gün sürdü. Daha sonra Bursa dışından sanatçılar davet ettik. Dışarıdan gelen ilk sanatçı Hayali Torun Çelebi oldu. Tacettin Diker, Orhan Kurt, Metin Özlen hepsi geldiler. Ücret almıyorlardı, ancak masraflarını biz karşılıyorduk. 90’lı yıllara kadar böyle devam etti.
Festival düzenleme düşüncesi nereden aklınıza geldi?
Festival fikri 1989’da Hayali Torun Çelebi’den çıktı. Bursa’da bir yemekte bize bir ışık yaktı. Ben de “Yapalım ustam” dedim. Bize destek olmasını istedim. Önce bakalım gelen olacak mı diye devamlı oyunlar düzenledik. 1992 senesi Temmuz, Ağustos aylarında Kent Otel’de sekiz düzenli oyun yaptık. İlgi çok büyük oldu. Şevket Günay ile “Artık bunu festival haline getirelim” dedik.
1993’te 16–20 Kasım tarihleri arasında I. Bursa Ulusal Karagöz Festivali'ni düzenleyenlerdensiniz. Kent Otel’deydi değil mi? Festival kapsamında bir de sempozyum düzenlenmiş. Kimler katıldı, bildirileri bastırabildiniz mi?
Biz önce Karagöz Festivali Müteşebbis Heyeti oluşturduk. O sempozyumda hem sanatçılar hem de hocalar vardı. 19 Kasım 1993 günü Kent Otel’de yapıldı. Prof.Dr. Ali Özçelebi, Mevlüt Özhan, Dr. Bedri Yalman, Dr. Mustafa Cemiloğlu, Raif Kaplanoğlu, Tuncay Tanboğa, Mustafa Mutlu katıldılar. En iyi konuşmayı Hayli Torun Çelebi ve Prof. Dr. Ali Özçelebi yaptı. Bildirileri, saklıyoruz ama bastıramadık.
Şimdi ilk festivalden başka bir ilke geçmek istiyorum. İlk yardaklık ne zaman oldu. Karagöz oynatan sanatçının yardımcısına yardak deniliyor değil mi?
Yardak veya dayrezan deniliyor. Ben önce Metin Özlen’e, daha sonra Orhan Kurt, Hayali Torun Çelebi ve Tacettin Diker’e yardaklık ettim.
Peki seminer gördünüz mü? Yoksa Karagözü yardaklık yaparak usta-çırak çalışmasıyla mı öğrendiniz?
Seminer gördüm. 1994 senesinin Şubat ve Mart aylarında ilk “Karagöz Çıraklık Semineri”ni yaptık. Bu seminere 32 kişi katıldı. O zamana kadar Karagöz gösterilerini dışardan gelenler yapıyordu. Ben onlara yardaklık yapıyordum. Üstelik sadece ben değil, oğlum Uğur, eşim Aysel, kardeşim Şenol ve İbrahim Koca da yardaklık yapıyordu. Bu arada diğer Karagöz sanatçıları ile başka şehirlere de gidiyordum. Metin Özlen’le Antalya’ya Geleneksel Tiyatro Festivali’ne gitmiştim. 1993 yılında ustam Metin Özlen’le Beyaz Rusya’ya gittim. Beş oyun yaptık ve bir sergi açtık. Daha sonra yine Metin Özlen’le Aksaray’da düzenlenen Geleneksel Tiyatro Festivaline katıldık. Orhan Kurt ile iki defa Bandırma Festivaline katıldık. 1995 yılında Orhan Kurt ve ustam Metin Özlen’le Yunanistan’a gittik. Böyle Festivallerde daha çok şey öğreniliyor. Hepsinden bir şey kapmaya çalıştım. Ama Tacettin Diker’in stilini hiç bırakmadım. Metin Özlen’in bilgisi iyi. Yeni oyunlar falan yaratabiliyor. Tacettin Diker’in de ses tekniği çok iyi bence. En İyisi Metin Özlen. Tacettin Diker’le, Orhan Kurt birbirine çok benziyor. Fakat Orhan Kurt kendini dinletmeyi çok iyi biliyor, enteresan. İkinci Karagöz oynatım semineri 1995 yılının Kasım ve Aralık ayında yine Kent Otel’de oldu. Üçüncü Karagöz oynatım semineri ise 1997 yılının yine kasım-aralık aylarında, o zaman yeni açılmış olan Bursa Karagöz Sanat Evi’nde yapıldı. Kültür Bakanlığı ve UNIMA Bursa Şubesinin işbirliği ile beş hafta sürdü. Kursu 25 kişi tamamladı. 2000 yılı mart ve nisan aylarında yine beş hafta süreyle Karagöz Eğitim Semineri adı altında düzenlendi. Semineri 24 kişi tamamladı. 1994 yılında çok yaşlı bir ustamız vardı. Ustalar ustası Hadi Poyrazoğlu Atatürk’ün huzurunda Karagöz oynatmış. 2000 yılı Aralık ayında vefat etti. O bize 4 Ekim 1994 günü Devlet Tiyatrosu’nda ikinci festivalin açılış töreninde peştamal bağladı. Zaten siz de beni o zaman buldunuz. TÖMER’de ara sıra gösteri yapıyorduk. Sizde kütüphanede çocuklara gösteri yapmamızı istediniz.
Bu peştamal bağlamak ahi usulü müdür?
Evet, ahi usulüdür. Hatta kendisi Kapalıçarşı’ya gelmiş ve “ben iki peştamal alacağım” demiş. Bizim çocuklar vermek istemiş. Fakat dükkândan kabul etmemiş. Başka dükkandan kendisi almış, haber vermemiş kimseye. Sahneye çıktı ve “Ben iki kişiye peştamal bağlayacağım” dedi. Benim adımı söyledi. Haberim yoktu. Ankara’dan Mevlüt Özhan, (Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdür Yardımcısıydı. Şimdi emekli oldu) “Bakalım oynatabiliyorlar mı” dedi. “Oynatması önemli değil, ben onun dükkânını gördüm, neler yaptığını biliyorum. Bizi festival için ikinci defa buraya topladı. Bu yeterlidir.”diye cevap verdi. Bir de kuklacı arkadaş vardı. Mehmet Tahir İkiler. Genç bir çocuktu. Ona da peştamal bağladı. Bu hareket bizi teşvik etti. Çalışmalarımıza destek oldu. Hatalarımızı söylerdi, bu da çok iyi bir şey, Allah rahmet eylesin.
Peki festivale devam edelim isterseniz? Kimlerden destek aldınız, zorluklarınız neydi?
1993 yılında 11-15 Ekim tarihleri arasında I. Festivali kendi kendimize yaptık. İl Milli Eğitim Salonunda da gösteriler yaptık. Milli Eğitim destek verdi. 1994 yılı en iyisi idi. 4–7 Ekim tarihleri arasında düzenlendi, yardımlar oldu. III. Karagöz Festivali 27–30 Kasım tarihleri arasında düzenlendi. Fakat 1995’te ayıptır söylemesi 60 milyon cebimden harcadım. 1996 yılında Kültür Sanat Vakfı ile beraber yapacaktık. Fakat hem yakın, hem uzak durdular. Kararsızlık yüzünden festival yapılamadı. Tam destek veremediler. Zaten belediyenin bu işe girdiği duyulunca var olan sponsorlar da ortadan kayboluyor. Onlar girince insanlar belediye yapar diyor ve kaçıyor. Bu zihniyet var. 1999 yılında yapılmamasının sebebi Kültür Sanat Vakfında yeni değişikliklerin olması. Diğer yandan deprem olmuş, bütün yardımlar haklı olarak oraya yapılıyor. Hangi sponsoru bulursunuz? 2000 yılı daha beterdi.
Karagöz Festivallerini izninizle bir toparlamak istiyorum. Festival 1993 ve 1994’te I. Ulusal ve I. Uluslararası olmak üzere düzenlenmiş. 1995 yılında III. Daha sonra 18–21 Kasım 1997 tarihleri arasında IV. ve 16–20 Kasım 1998 tarihleri arasında V. kez düzenlenmiş. I. Uluslararası Karagöz Festivali aynı zamanda II. Festival oluyor değil mi?
Evet, gelelim 2000 yılına. 13–17 Kasım tarihleri arasında VI. Uluslararası Karagöz Festivalini Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Sanat ve Turizm Vakfı ile beraber düzenledik. Ticaret Odası, Ticaret Borsası hatta Amerikalı bir hanım Martha Banyas da destek oldu. Birçok sanatçı katıldı. “Dünya’da kukla, gölge oyunları ve Karagöz’ün yeri” konulu sempozyum yapıldı. Sergiler açıldı, atölye çalışmaları yapıldı. 2001 senesinde festivali 12–16 Kasım tarihleri arasına yine Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm Vakfı ile işbirliği içinde yaptık. Gösteriler Karagöz Sanat Evi’nde, Tayyare’de, Akpınar Kültür Evi’nde, Adile Naşit Kültür Merkezinde düzenlendi. Festivalimiz III. Yıldan itibaren UNIMA’nın takvimine girdi. Böylece her yıl kasım ayının ikinci haftasında yapılması takvime bağlandı. Fakat bazen imkânsızlıklar yüzünden kaymalar oldu. VIII. festival 10–14 Aralık 2002 tarihleri arasında düzenlendi. 2003 yılında Tayyare Kültür Merkezi salonları uygun olmadığı için dokuzuncu festival 8–13 Aralık tarihleri arasında oldu. O yıl çok kar vardı. Macarlarla, Sırpları karşılamak için UNİMA’dan bir arkadaşımız ta Edirne’ye, Kapıkuleye gitti. X. festival 22–27 Kasım 2004’te düzenlendi. Açılışı yine Tayyare Kültür Merkezinde yaptık. 2005 yılında bir yılgınlık geldi. Festivali yapmayalım dedik. Fakat o zaman Ahmet Erdönmez ve Raif Kaplanoğlu ısrar etti. Son anda toparlandık ve iki ay gibi kısa bir sürede festivali hazırladık. Böylece 29 Kasım–3 Aralık 2005 tarihleri arasında XI. Festivalde düzenlenmiş oldu. Uludağ Üniversitesinden Doç.Dr. Nurdan Tekerek “Karagöz ve soyutlama” konulu konferansı verdi. Uğur Çelikkol, “Karagöz ve Karagöz Evi” konulu dia gösterisi yaptı. Ankara’dan UNİMA’nın kurucularından Hayrettin İvgin “Geleneksel Türk Tiyatrosu” konulu konferans verdi. İstanbul’da Devlet Tiyatrosu sanatçısı, Cemal Ünlü Karagöz müziği dinletisi yaptı. 2006 yılında festival yapılmadı. Büyükşehir Belediyesi Karagöz Sanat Evini kendi tasarrufu altına almak istedi. Bazı olumsuzluklar yaşandı. Benimle ilgili değildi. Ben orada kalmaya devam edebilirdim. Ama UNIMA’yı istemediler. Ben UNIMA için mücadele ettim.
Festivali kurucusu olarak bu yola baş koyan Karagöz Festivali’ni var eden olduğunuzu görüyoruz. Ama bu sene festivalde yoktunuz.
Evet 2007 yılında yoktuk. Yani organizasyonda yoktuk. 2008 yılında UNIMA’nın VI. olağan kongresi gerçekleştirildi. Bütün üyeler oy birliği ile karar aldık. Festivalde aktif olarak yer almak istiyoruz. Madem bu işe biz başlamışız, senelerce yükünü biz çekmişiz, yine aktif olarak festival sorumluluğunu almak istiyoruz, dedik. Ankara’da bizim genel merkezimiz var. Hatta bunların birkaç tanesi de emekli bürokrat. Biz burada bir sürü faaliyette bulunduk, eğitimler yaptık, herkes bizi tanıyor. Hatta biz UNIMA merkezine dahi gittik. Uğur’u, 2006 senesinin Ekim ayında Fransa’ya gönderdik. Charlevill Mezires’e temsilci olarak gitti. Trenle Paris’e iki saat kırk beş dakika. Böyle faaliyetlerde bulunduğumuz için, Ankara’dakiler bizi çekemediler diye düşünüyorum.
Yani UNIMA Genel Merkezine temsilci göndermeniz, diğer etkinlikleriniz ile Ankara’daki UNIMA-Türkiye Genel Merkezinin canını sıktınız.
Evet. Çünkü biz Ankara’yı tanımıyoruz, bilmiyoruz dediler. İrtibat yok. Bu durumu ortadan kaldırmak için ne yapmak lazım. Ankara bürosuna bir sekreter lazım. Bu da bizim derneğin problemi. Her kongrede söylerim. Bir genç burada bulunsun diye, dinlememişlerdir. Bilmiyorum neden? Vardır bir sebepleri herhalde. Tabii bizim Karagöz evinden çıkarılmamız, biraz ses getirdi. Medya olaya karıştı. Medya olayı kendine göre yönlendirdi. Bize destek verdi. Bizi de kendine göre yönlendirdiler. Ama çabuk unuttular. Bazı kesimler de unutturmak için çaba sarf etti. Bursa’daki kültür hizmetleri ile ilgili bazı yöneticiler Ankara’ya gittiler. UNIMA Bursa Şubesinin bir kimliği var. Biz onu ayakta tutmaya çalıştık. UNIMA Milli Merkezi ona el uzatmadı. Son Karagöz Festivalinde de bizi dışladılar. En son olarak Eylül başında, bize bir yazı geldi. Siz de festivale katılın diye, gösteri yapmamızı istediler. Biz de yazıyı bütün üyelerimize gönderdik. ”Festival için davet alanlar katılabilir” dedik. Ben de bir gösteri yaptım. Gösteri yapmamda yarar olacağını düşündüm. Ama organizasyon aşamasında hiç görev almadık. Ramazan ayında yine Karagöz Sanat Evi’nde gösteri yapmak için Kültür AŞ’den davet alanlar gidebilir dedik. UNIMA’nın gösteri yapan 11 grubu var.
Şimdi bu konunun diğer boyutu olan Bursa Karagöz Sanat Evi’ne gelmek istiyorum. Orası sizinle var oldu.
Karagöz Sanat Evi’nde hem eğitim, hem gösterim yapılıyordu. Orası ayrıca müze özelliği gösteriyordu.1995 yılının ekim ayında Yunanistan’a gittik. Ben 7 metrelik bir duvarda sergi açtım. Son gün Spatharis geldi, 75 yaşlarında Yunanlı Karagöz sanatçısı. Bizi Karagöz Müzesi’ne davet etti. Maroussi diye bir yer. Atina’nın banliyösü, merkeze 10 km. falan. İki katlı, eski ama güzel bir ev. Camekânlar yaptırmış, arkadan ışıklandırmış. Sonra çizgileri de çok güzel. Güncel ve yeni figürler üretmiş. Karamanlis ve Pa­pan­dreu’nun figürlerini hazırlamış. Hatta bir Türk köşesi de var. Orada sadece Hayali Torun Çelebi’nin küçük bir çift figürü vardı. Biz de figürlerimizi armağan ettik. Yani bu müze bize örnek oldu. Resimlerini çektik, döndük. 1995 yılında düzenlediğimiz festivale Erdem Saker geldi. Festival açılışı Tayyare Kültür Merkezinde olmuştu, çok hoşuna gitmiş. Yolcu ederken bana bir şey lazım olup olmadığını sordu. Festivalin kapanışında misafirlere kestane şekeri ve havlu hediye etmemizi sağladı. Sayın Erdem Saker iki ay kadar sonra Karagöz Evi’nin yapımına başladı, kendi arzusuyla. Bizden ilgilenmemizi istedi. Elimizdeki fotoğrafları verdik. Fakat mimar bizi dinlemiyor, birileri de alt solonun galeri olarak kullanılması için ısrar ediyordu. Erdem Bey’e birkaç dilekçe verdik. O müdahaleler ile alt salon gösteri salonu oldu. Karagöz Sanat Evi 14 Haziran 1997 günü açıldı. Açılış yapıldı, sonra arayan soran yok. Erdem Bey bir gün beni aradı. Bana “Sen niçin oraya sahip çıkmıyorsun? dedi. O günden sonra bize vakıftan Karagöz Sanat Evi’nin anahtarını verdiler. O günden belediye terk etmemizi isteyene kadar (15 Kasım 2006) dokuz yıl orada hizmet verdik. Üst katta, Keles yöresi kıyafetleri koleksiyonumdan devamlı sergi açtık. İkisinin bir arada olmasının turistler üzerinde çok büyük etkisi oluyor. O kıyafetler, tekstilcilere bir de halk kültürleri araştırmacılarına ilginç geliyor. Sonra bir de Rumeli kıyafetleri sergisi açtık. Turistler için enteresan, bizim araştırmacılarımız için de kaynak.
2005 yılında Karagöz Sanat Evi’nin dış cephesinde değişiklikler yapıldı. Bu kimin fikriydi?
2005 yılında Kültür Sanat Vakfının yeni yönetimi Karagöz Sanat Evi’nin sergi düzenini beğenmedi. Eserler korumalı değildi, ortadaydı. Toz oluyordu, bakımı zordu. Bizim de bu yönden sorunumuz vardı. Biz de eserlerin korunabilmesi amacıyla sergi dolapları yapılabilmesi için belediyeye dilekçe verdik. Sabri Yalın ve Ahmet Erdönmez, Karagöz Evi’ne geldiler, dolaplar için bir durum değerlendirmesi yapıldı. Binanın dış yüzünün figürlerle kaplanmasını Sabri Bey önerdi. Hatta o bütün yüzeyi istemişti. Projeyi, Uludağ Üniversitesi’nden Doçent Merih Ercan üstlendi. Bize geldi, görüştük. Hangi figürlerin koyulacağına birlikte karar verildi. Binanın dış yüzü böylece yapıldı. Açılış yapılacak dediler, fakat biz dolaplar yapılacak diye eşyaları toplamıştık. 2006 Şubat ayıydı, oğlum Uğur Çelikkol Olay Televizyonunda spor haberlerini sunuyordu. Sabri Bey de bir nedenle oraya geliyor, karşılaşıyorlar. Beni soruyor, çalışmaların nasıl gittiğini soruyor. Uğur da dolapların hala yapılmadığını söylüyor. Neden yapılmadı, diye çok kızıyor. Ertesi gün belediyenin mimarları geldi. Hemen apar topar bir ihale oldu. Yapım çalışmaları 45 gün kadar sürdü. Sergileri yeniden düzenledik. Fakat ne olduysa ondan sonra bize çıkın dediler.
Bu yola baş koymuş birisiniz, Bursa’da herkes bunu teslim eder. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Belediyemiz olmasa, önce Erdem Saker, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı destek vermeseydi, Vakıf başkanları bizi desteklemeseydi bugünlere gelemezdik. Sonra Erdoğan Bilenser, 12 Nisan 2000 tarihinde Karagöz sanat Evi’ne geldi ve çalışmalarımızdan dolayı teşekkür etti. “Bu binayı Bursa’ya kazandıran Erdem Saker’e de teşekkür ederim” dedi. Bu siyaset üstü bir durum. Siyasi rakibi olmasına rağmen teşekkür etti. Karagöz evine bazen 15, bazen 150 kişi gelir. Bu önemli değil. Önemli olan gelmek isteyen için bir adres olması. 26 Haziran 2000’de Theatre Taptoe geldi. Çok güzel Karagöz oynatıyorlar. Hatta burada 1995’te festivalde Lük de Bruyker Karagöz peştamalı kuşandı. Karagöz’ün nasıl yapıldığını öğrenmek istediler. Hemen malzemeleri hazırladık, beraberce bir Karagöz-Hacivat figürü yaptık. Planları nedir biliyor musunuz? Hikaye şöyle: Karagöz 1965’li yıllarda Anadolu’da iş bulamamış. İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da da iş bulamamış, Belçika’ya gitmiş. Oyun orada başlıyor. Büyük bir çadır kurulacakmış, 200 kişilik, yalnız Karagöz figürleri kullanılmıyor. Bazen Karagöz gölge oyununun doğduğu Bursa (bilhassa Orhan Camii ve Karagöz Anıtı) slide olarak gösterilecek. Belçikalılara uygun figürler de var. Karagöz bir baş olarak çıkacak. Oradaki Türklerin hayatını anlatacak. Biz bunu düşünemiyoruz. Kültür Bakanlığı olayın çok gerisinde. Bursa’ya gelmek için bizden davet bekliyorlar. Ona göre sponsor bulacaklar. Bu tür işbirlikleri, çalışmalar için Karagöz Sanat Evi bir nimet. Yurt içinden, dışından Karagöz hakkında bilgi almak isteyen herkes başvurabilir. Eskiden böyle bir adres yoktu.
Sayın Çelikkol 2000 yılında sizinle Karagöz Sanat Evi, hakkında bir söyleşi daha yapmıştık. Ne oldu da Büyükşehir Belediyesi desteğini geri çekti. Karagöz Sanat Evi kayboldu yerine Karagöz Müzesi geldi. Bu konuda sizin kırgınlıklarınız olduğunu da biliyorum. Biraz bu konuya girelim mi?
Evet Karagöz Sanat Evi bizimle, bizim derneğimizle var oldu. Kırgınlığım şöyle. Ben şahsımı hiçbir zaman ön plana sürmedim. Derneğimizin UNIMA’nın Karagöz Sanat Evi’nden çıkması gerekmiyordu. Kanunen gerekmiyordu. Belediye isteseydi, çıkartmayabilirdi. Biz bunu dernekler bürosundan öğrendik. Bizi çağırdılar, “televizyonlara çıkıyorsunuz, bu durum nedir” dediler. Oturup konuştuk. Bize çıkardılar İç İşleri Bakanlığı’nın genelgelerini gösterdiler. Bu genelgelere göre, bizim gibi uluslararası kuruluşlar resmi bir kurum içinde bulunabiliyormuş. Resmi dairelerin binalarında, sosyal tesislerinde uluslararası dernekler, kurumlar kalabiliyormuş. Kira mukaveleniz olmadığı için çıkarabilirler ama dernek olduğunuz için çıkmanıza gerek yok dediler. Yani bir kira mukavelesi yaparak orada kalmamız mümkündü. Bunu belediye ile de konuştuk. İki avukatları vardı. Benim şahsi kanaatim şu. Avukatlar bu genelgeyi görmemiş. Çünkü Büyükşehir Belediye’sinin bize çıkın dediği tarih 1 Eylül, genelge 23 Ağustosta çıkmış. Biz gösterince de, kira kontratınız yok dediler. Hâlbuki kontrat yapılabilirdi. Ama yapmadılar. Tam son gün çıkacağız, siz çıkın, eşyalar dursun dediler. Böyle bir şey olabilir mi? Biz yokmuşuz gibi davranıyorlar. Mesela şimdi Orhan Kurt Tayyare Kültür merkezinde sergi açtı 55 tane figür koymuş. Bizde 355 tane figür var. Kimse gel sergi aç demedi.
Sayın Çelikkol, Karagöz Sanat Evi’ne sizi bir Büyükşehir Belediye başkanı davet etti. Bir diğeri takdir etti, ondan sonra gelen de çıkarttı. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Evet öyle oldu. Ben burada şunu görüyorum, kültür kademelerindeki devamlı değişen yetkililerin bu konudaki bilgisizliği, insanların yeteneksizliği bu durumu doğurdu. Kültüre sahip çıkılmıyor. Kimse de onlara bir şey diyemiyor. Daha doğrusu toplum da umursamaz oldu. Çok kimse “Aaa! Karagöz Evi’ne ne oldu” diyor ama bir şey yapalım demiyorlar. Ama orada ne olup bitiyor, diye yine de bize soruyorlar. Biz orda değiliz, çıkarıldık. Buna rağmen bize soruyorlar.“Karagöz Evi ne olacak” diyorlar. Çünkü biz oraya çok emek verdik. İnsanlar bize alıştı. Ben kendi gurubum adına söylüyorum. Biz orada üç kişiye, beş kişiye karagöz oynatıyorduk. Parayla ilgisi yok, zaten para kazanmak gibi bir derdimiz yoktu. Bunu kimse yapmaz. Her şeyden önce vakit kaybı. Program var, ilan edildi, belki gelen olur diye, gece demez, soğuk demez giderdik. Kalorifer olmadığı zaman bile, sorduk gelenlere; “kalorifer bozuk yine istiyor musunuz” diye. İsteyenlerin, biz de kaç kişi olduklarına bakmadık. Karagöz oynattık. Çarşamba 11.00’de, Cuma gecesi 20.00, Cumartesi 11.00’de düzenli oyunlarımız vardı. İnsanlar buna alışmışlardı. Derneğimizin üyesi bazı gruplar programa gelmiyor ya da son anda işim var diye telefon ediyorlardı. Program ilan etmişiz, mecbur hissediyordum kendimi, ben oynatıyordum. Sene sonunda, 2006’da oyunları 150’ye kadar çıkarmıştık. Bakıyorsunuz, 80 tanesini ben yapmışım. Neden? Mecburiyetten. Ama bu defa, “Aaaa, hep Şinasi bey oynatmış” diyorlar. Bizi çağırdı da gitmemiştik, demiyorlar. Ben sırtlamışım, götürmüşüm.
   Bize yapılan bu harekete yurt dışından bile tepki geldi. UNIMA genel merkezinden, İspanya’dan, Amerika’dan, Avusturya’dan, Avustralya’dan belediyeye tepki geldi. Nereden biliyoruz? Bilgi için bize de gönderdiler. Ayrıca bize, Ankara’dan UNIMA milli merkezinden bir yazı gönderdiler. Üyeleriniz tek tek olayı protesto etsin diye, arkadaşlara yazıyı ilettik. Bu defa bizim üyelerimiz teker teker belediyeye protesto yazıları yazdı. Bu belediyeyi kızdırdı. Çünkü o sırada biz zaten olayı kapatmıştık. Kendimize başka yer bulmuştuk. Bizim merkez olayın üzerinden bir ay geçtikten sonra neden böyle bir şey yaptı? Bilmiyoruz. Benim kişisel bir problemim yok. Çıkmamızı istediler, ben de kabul ettim. Şimdi yeniden başarılı gösteriler oluyor. Biz Karagöz Sanat Evi’nde, Karagöz sanatının düzgün ellerde, denetimli olarak yaygınlaşmasına hizmet ediyorduk. Derneğin işlevi budur. Bursa’nın önemli bir kültür değeri için güvenilir bir adrestik. Gölge Oyunları Derneğine en çok yakışan yer neresidir? Karagöz evinde olmaz da nerede olur? Karagöz Evi ve dernek birbirini bütünlüyordu. Konuyla ilgili olarak gelen orada bir muhatap buluyordu. Şimdi dolaşıp, dolaşıp yine bizi yine buluyorlar. Neyse zaman içinde ilişkilerimizin yavaş yavaş gelişeceğini düşünüyoruz. Bize en son 11.02. 2007 tarihinde Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden bir yazı geldi. Bütün UNIMA Bursa şubesi üye gruplarının istekte bulunarak Karagöz Müsezi’nde gösteri yapma imkânına sahip olduklarını bildiriyorlar.
Başkan biraz da dolduruşa mı geldi diyorsunuz? Çünkü bir sürü rivayet de dolaşıyor.
Olabilir. Şimdi orayı müze yaptılar. Kültür Bakanlığından belge aldılar. İyi de oldu. Ama henüz yetersiz. Bilinçli, donanımlı bir yönetim yok. Metin And hocanın 61 tane figürü var. Mart 2007’de satın aldılar. Nevzat üst camlara kendi figürlerini koymuş. Olacak şey mi? Nevzat’ın koleksiyonu ile Metin Hoca’nınki bir mi? Alt katlar tamamen boş. Sanatçılardan bu festivalde bir şeyler istediler. Verdiler mi, bilmem. Vermezler. Biz parayla satın alıyorduk. Kimse bedava bir şey vermez. Yani kısaca, pasif orası.
Belediye Karagöz Sanat Evi’ni kullandığımız 9 sene zarfında bir badana yaptırıldı, bir de damı akıyordu, onu aktardılar. Karagöz Evi’ne bir kere hırsız girdi, Allah’tan giren hırsız Karagözden anlamıyormuş, koleksiyonlarımıza da dokunmamış. Kendine göre değerli şeyler aramış. Bu olaydan sonra demir parmaklıklar yapıldı. UNIMA o zaman masrafların yarısını üstlendi. Ses düzeninin masraflarına da katıldık. Ama artık sadece gösterimizi yapıp çıkıyoruz. Oranın tasarrufu tamamen belediyede, gece bekçileri ile beraber 6 eleman çalışıyor. Sanat tarihçi bir hanım çalışmaları organize ediyor.
Şimdi başka bir soruya geçelim. Gölge oyununun kökeni Çin ve Japonya olarak biliniyor. Oralarla bağlantınız var mı?
Hayır. Tayland ile bağlantı kurmak için çok çalıştık, ama olmadı. Çin’den bir grup gelmişti. 2000 yılında festival kapsamında Çin balesi geldi. Ankara’dan kültür ataşesi de geldi, grupla beraber. Gölge oyunundan haberi yok. Çin’de böyle bir şey olduğunu bilmiyor.
Acaba onlar da bizim Karagözü unuttuğumuz gibi unutmuşlar mı?
Onlarda gölge oyunu var. Bir grup kurulmuş ama devlet yapıyor bunu. Halktan kopuk. Biz onları Almanya’da izledik. Figürleri 50–60 cm. boyutlarında, iki kişi taşıyor. Hintlileri de davet ettik. UNIMA’nın ikinci başkanı Hindistan da çok zengin biri. 1997 ve 1998 festivallerine onun kanalı ile bir grup davet ettik. Ankara’da tanışmış olmamıza rağmen hiç cevap gelmedi.
Bize UNIMA’dan söz eder misiniz?
UNIMA (Union International de la Mario­netta = Uluslararası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği) İlk kez Fransa’da kurulmuş, UNESCO’nun katkılarıyla, merkez hala orası. Türkiye’de 1991 senesinde Ankara’da kuruldu. Hatta faydası olur diye aralarına Fransız’la evlenmiş bir Türkü de aldılar. Başlangıç çok iyiydi. Metin And başlarındaydı. 2 Temmuz 1997’de Bursa Şubesini açtık. Ben, Şevket Günay, Mehmet Örnekal kurucu üyeleriz. Daha sonra Raif Kaplanoğlu, Ergin Horasanlı, Necdet Hakgüden, Nezaket Özdemir, Ahmet Karaman, Mustafa Noyan, Mehmet Gümüş, İmre Erten, Ali Meriç ve Selim Gürata katıldı. Ticaret Borsası bize bir oda tahsis etti. Başkan Rıza Aydın ve Genel Sekreter Nurşen Günaydın hemen üye oldular. UNIMA ve festivallere destek verdiler.
Karagöz oynatmak için komple bir sanatçı olmak gerekiyor galiba. Zor bir sanat; yaratıcılık gerekiyor, bir tiyatro sanatçısının ezber yeteneğine sahip olacaksınız ve sesinizi ustalıkla kullanabileceksiniz. Diğer yandan motif çizme ve oynatma ustalığına sahip olacaksınız, bu da sanıyorum el sanatlarına giriyor. Bir de Karagöz oynatma kabiliyetiniz olacak. Şu anda Karagöz sanatçılığı açısından Bursa hangi noktada? Siz oyunlarda kullandığınız tasvirleri kendiniz mi yapıyorsunuz?
Bunun üçünü bir arada çok iyi yapan çok iyi bir sanatçı bulmak çok zor. Ben Karagöz tasvirleri yapmaya çalışıyorum. Tabii Orhan Kurt gibi değil. Hele Metin Özlen ile hiç kimse yarışamaz. Ben Orhan Kurt’un ve İ.Hakkı Özömek’in tasvirlerini kullanıyorum. Karagöz sanatçısına gelince, geleneksel oyunlar, dünyada değiştirilmiyor. Geliştiriliyor ama değiştirilmiyor. Biz de öyle değil. Türklerde bir adet var; “Hemen biz bunu modernleştirelim” diyorlar. Karagöz’ün dili böyle, kendi şöyle, başlıyorlar eleştiriye. Bizde böyle bir rahatsızlık var. Tabii öyle olacak, biz bir eğlence kültürünü yaşatıyoruz. Gölge oyunları, Mısır’da, Amerika’da, Endonezya’da, Tayland’da hep geleneksel biçimde oynatılıyor, aynı şekilde. Değiştirmiyorlar. Bizimkiler çıkıp gitar çalıyor. Sen git gitar konseri ver istiyorsan. Ama Karagöz’ün özgün müziği var. Karagöz sanatçısı önce kültürlü olacak, sanata saygılı olacak. Bakın benim resmim kuvvetli değil. Vaktim de yok figür yapmaya. Ama İsmail Hakkı arkadaşımız var, İsmail Hakkı Özömek, çok başarılı, ressam çünkü.
Karagözün bir de teorik emekçileri var. Metin And, Sabri Esat Siyavuşgil, Nurettin Sevin, Selim Nusret Gerçek, Cevdet Kudret Solok. Bunlardan hiç biri Karagöz sanatçısı değil ama araştırmaları ve yazdıkları eserlerle Karagöze çok katkıda bulunmuşlar. Benim dikkatimi çeken bir de Karagöz’ü profesyonel olarak yaşayan Karagöz sanatçıları var, sizin gibi. Ama bunlar pek yazmıyor, anılarını bile. Bir kaç makale, röportaj var o kadar. Tekniğini bile yazanlar teorisyen Mesela Mustafa Mutlu Karagöz sanatçısı mıdır? Bütün seminerlere katılan, bildiriler veren o. Son zamanlarda Ünver Oral bir çıkış yaptı, yazıyor. Hakkını vermek lazım. Teorisyenler ve profesyoneller, böyle bir paylaşım mı var?
Bence bunun sebebi şu; yardaklar ustasından bir şeyler öğrenebilmek için çok çabalıyor. Usta bir şey vermiyor, siz kapacaksınız. Hatalarınızı söylemiyor. Enteresan bu bir kıskançlık mıdır? Mustafa Mutlu devlet tiyatrosu sanatçısı, yalnız tekniği zayıf. Biz bekliyoruz. Neden devlet sahip çıkmıyor, üniversite sahip çıkmıyor diye şikâyet ediyoruz. Neticede bu bir halk kültürü. Ama anlaşılıyor ki bizim de yazmamız lazım. Benim şu an işlerim pek elvermiyor ama inşallah yazacağım.
Belki Karagöz insanları geçindirecek boyutta bir uğraş değil. Sanırım onun da etkisi var. Akademik boyutta Karagöz’e sahip çıkan bir tek Metin And var. Belki de eserleri nedeniyle Türkiye’de Karagöz denilince o akla geliyor.
Hayır o da şimdi bıraktı. Artık hiç ilgilenmiyor. Kaç kere Bursa’ya davet ettik. Cevap bile vermiyor. Görünüşte ilgileniyor gibi. Ama altı defa festivale, seminere davet ettik, cevap bile vermedi. UNIMA’yı da bıraktı. Figür koleksiyonunu da biliyorsunuz belediyeye sattı. Küskün yahut şimdilerde illüzyona merak sardı.
Şehrimizde Karagöz’ü temsil eden, Çekirge’deki Karagöz anıtı bulunuyor. Hemen karşısında Karagöz Müzesi. Bunlar çok yeni, Cumhuriyet dönemi eserleri. Sizin eskilerden hatırladığınız, Karagöz’ün maddi varlığı ile ilgili bir takım eserler var mıydı Bursa’da?
İsterseniz önce anıtlardan söz edeyim. Bizim çocukluğumuzdaki Karagöz anıtı çok farklıydı. Şimdiki anıtın bulunduğu yerdeydi. Ama onun figürleri saçtan kesilmişti, üzeri boyalıydı. Bu anıt bile Karagöz’ün Bursalı olduğunu anlatmaya yetiyor. Bizden öncekiler bunu böyle düşündükleri, kabullendikleri ve sahip çıktıkları için bu anıtı yapmışlar. Koza Hanın içinde Sait Ete vardı, ipekçiydi. Ete Mensucat’ın sahibi ve babamın arkadaşıydı. Babam işyerine Karagöz adını alınca, bir gün o anlatmıştı. 1934–35 yıllarında yukarıda anlattığım, Bursa’da Karagöz Anıtı’nı yaptırmak için bir komite kurulmuş. Şimdiki anıt 1981 yılında belediyemizin isteğiyle Uludağ Üniversitesinden Gönül Akıncı tarafından yeniden seramik olarak yapıldı. Karagöz Müzesi ile bir bütünlük oluşturuyor. Bu yüzden Belediye başkanımız Erdem Bey’in yer seçimi ve eski trafo binasını Karagöz Müzesi olarak değerlendirmesi çok isabetli.
Şimdiki anıtın bulunduğu yer, Karagöz’ün mezarının da bulunduğu yer değil mi? Anıtın arkasında saklanmış gibi, Karagöz, Hacivat ve Şeyh Küşteri’ye ait üç mezar var. Çok eski seyyahların kitaplarında anlatıldığına göre Karagöz’ün mezarı olarak tarif ettikleri yer de aynı yer.
Orada bulunduğu söyleniyor.

Hacivat’ın mezarı nerede?
Bir efsaneye göre, şimdiki Ankara yolunda Hacivat Hanı’nın bulunduğu yerde. Aynı yerde Hacivat Köprüsü de bulunuyordu. Hacivat Köprüsü’nün yanında bir benzin istasyonu vardı, o da kapandı şimdi. Efsaneye göre, kaçtıktan sonra Hacivat’ı o handa yakalamışlar. Sol tarafta da bir tek servi ağacı vardı. Boynunu orada vur­muşlar ve gömmüşler. Oradaki mezardan şimdi bir tek servi ağacı var. O da kaybolursa hiç bir şey kalmayacak. Diğer bir efsane, Bursa’dan kaçıp Mekke’ye gittiği şeklindedir. Fakat ben o Ankara yolundaki Hacivat Köprüsü’nün boş yere Hacivat Köprüsü olmadığına inanıyorum.
Bir de Hükümet Caddesi ya da Büyük Cadde dedikleri yerde, yani şimdiki Atatürk Caddesi’nde bir mezar taşı olduğu, hatta Yunanlı işgal subayının işgal sırasında mezar taşını kırdığı konusunda değişik kaynaklarda bir takım rivayetler var. Böyle bir mezar taşı hatırlıyor musunuz? Kime aitti?
Sizin söylediğiniz sanıyorum Şeyh Küşteri'nin mezarı. Çünkü Şeyh Küşteri’nin mezarı Atatürk Caddesi’nde idi. Bugünkü Tayyare Kültür Merkezi’nin tam karşısında. Hatta biz küçükken bir akşam sinema seyrettik Atatürk Caddesi’nde. Belediye sinema kurmuştu. Belediye binasının bulunduğu tarafta seyirciler oturur, yolun karşısında perde kurulurdu. Yıl 1954, trafik yoktu o zaman. Ahşap üç katlı bir ev vardı tam orada. Evin bahçe duvarı gibi bir yerde, bahçe duvarında demir parmaklıklı bir pencere vardı. Oraya mum dikerlerdi. Parmaklıklı camın üzerinde bir mezar taşı vardı. Camın üzerinde eski yazı ile bir levha vardı. O zaman ben 7–8 yaşlarındaydım. Acaba ne var diye hem merak eder, hem korkardık. Onun yanında Şehir Lokantası ve Kafkas Pastanesi vardı. Bütün bunlar 1960’larda yıkıldı.
Peki, bu mezar taşının nerede olduğu konusunda bir bilginiz var mı?
Belediye kaldırmış. Daha sonra müzeye teslim etmişler. Muradiye’de mezar taşlarının arasında diye biliyorum. Muradiye’de böyle toplanmış bir sürü mezar taşı varmış, onları arasında. Aransa bulunur, uzmanların bakması lazım. Yunanlı komutanın kırdığı mezar taşına gelince, bence o Karagöz’ün mezar taşı. Çünkü Karagöz’ün mezar taşının ön tarafı düz, arkası ovaldir. Şu anda da Türk İslam Eserleri Müzesi’nde duruyor, bir parçası da kırık. Köşesi. Tam söylediğinize uyuyor. Yunanlı komutanın kırdığı taş o olabilir.
Şimdi başka bir konuya geçmek istiyorum. Yunanlıların Karagöz’ü bizden alıp taklit ettikleri ve bunun ötesinde sahiplendikleri yolunda yaygın iddialar var. Bu iddiada bulunan araştırmacılardan biri de Metin And hoca. Gölge oyunu Karagöz’le başlamadı elbet. Çin’de, Japonya’da, Hindistan’­da ve eski Türklerde gölge oyunu olduğu biliniyor. Karagöz’ü ancak Şeyh Küşteri ile başlatabiliriz. Daha önce saydığımız gölge oyunu karakterleri ile Karagöz arasında bir benzerlik de görünmüyor. Ama Yunanistan’da oynatılan Karagöz’le bizim Karagöz’ün benzeşen yanları çok. Yunan Karagözünü de izleyen bir Karagöz sanatçısı olarak bu konuda yorum yapar mısınız?
Tipleme olarak Karagöz’leri bizimkine benzemiyor. Hacivatları da öyle. Apayrı bir figür. Hatta kolu çok uzun. İsimleri benziyor ama. Tabii bizden etkilenmemiş olmaları mümkün değil, Türkler 350 sene Atina’da, 450 sene Selanik’te kaldı. Biz de Bursa’ya 1912’de Selanik’ten geldik
Peki bu sahiplenme midir sizce, yoksa etkilenme mi?
Etkilenmedir. Sahiplenme değil. Onlar hiç bizim gibi düşünmüyorlar. Çünkü Spatharis’in müzesinde başka milletlerin gölge oyunu sanatçıları ile karşılaştık. Hollandalı, Endonezyalı ve Taylandlı. Onlar Karagöz’ü nerden öğrendiğini sordular. “Dedemden” dedi. Dedesinin nereli olduğunu sordum. Ön Asyalı olduğunu söyledi. Ön Asya dediği yer İzmir’miş. Bazı benzer tipler olduğu doğru. Paşa var, paşanın kızı var. Tuzsuz Deli Bekir karşılığı, Baba Yorgo var. Ancak bizden önemli bir farkı var. Onlar kendilerini yeniliyorlar. Yeni figürlerle geleneksel figürler bir arada.
Yunanlılar Karagöz’ün Türk kökenli olduğunu kabul ediyorlar mı? Bizim araştırmacılarımız, Türk gölge oyununun asıl kökeninin Orta Asya’dan kaynaklandığını, Çin Tayland, Endonezya ve Hindistan oyunlarından etkilendiğini, ama Karagöz’e gelindiği andan itibaren özgün bir kimliği olduğunu söylüyorlar. Türkçede gölge oyunun değişik adları var. Zılli Hayal, Chadar Hayal, Hayal-i Zıll, Hayal Gölgesi gibi. Ama Karagözden sonra bunlar pek kullanılmıyor. Şimdi ise hiç kullanılmıyor. Yunanistan’da nasıl bir tarihçe ileri sürülüyor biliyor musunuz?
Yunanistan’da Karagözün adı Karagiozis. Jason Melissinos’un dediğine göre, Karagöz Adriyatik kökenliymiş. Spatharis de Karagözün Ön Asya’dan geldiğini söyledi. Bir de rivayet var kitaplarda. İstanbullu bir Rum Vrahalis, Pire Limanı’nda işsiz kalmış. Yanında da Karagöz figürleri varmış, bir kahveye ya da meydana perde kurmuş oynatmış, denir. Bu pornografik bir Karagözmüş. Sonra, Pattaslı Mimarosla yeni bir Karagöz yaratmışlar. Geçen yüzyıldan önce Yunanistan’da Karagöz diye bir şey bilinmiyor. Bizden etkilenmemeleri mümkün değil. Yunanistan’dan sonra mesela İtalya’da yok. Fakat ben buna sahiplenme demiyorum. Bunu bizim medyamız söylüyor. 1995’deki festivalde Özbekistan da kukla oyunlarının bir bölümünde gölge oyunu oynattı. Etkilenebilir, oynatabilir.
Sayın Çelikkol, biliyoruz ki Karagözün çok eskilerden intikal eden belli metinleri var. Ancak Karagöz sanatçısı bunlara birebir uymak zorunda değil. Zaman zaman kendi yaratıcılığını kullanabilir ve oyuna ilaveler yapabilir. Bu esneklik Karagöz’ü zaman zaman siyasi bir mizah aracı haline getirmiş. Yine Yunanistan diyeceğim. Orada Karagöz siyasi mizah malzemesi olarak kullanılabiliyor. Bizde de 1908’den itibaren yayımlanan “Karagöz” isimli siyasi içerikli bir mizah gazetesi var. Bir de erotik Karagöz var. Bu konularda neler söyleyebilirsiniz?
Ben Türkiye’de Karagöz’ün siyasi mizah aracı olarak kullanıldığına inanmıyorum. Eğer padişahı eleştirseydi zaten yaşamazdı, yasaklanırdı. Bir kez geçen yüzyılda şeyhülislamın pornografik Karagöz’ü yasakladığını biliyoruz. Onları Galata’da oynatıyorlarmış. Bence o yönü de pek kullanılmadı, gelişmedi. Ama Yunanistan’da farklı. Orada günümüzde bile yaygın. Karaman­lis’in, Papandreu’nun ve diğer siyasetçilerin figürleri var.
Kendiniz oyun üretiyor musunuz?
Benim şimdilik buna vaktim yok, böyle bir çalışmam olmadı. Ama eski oyunların kaybolmaması için çaba göstermek gerek. Bunları da ayakta tutmak gerekiyor diye düşünüyorum. Hem eski oyunların unutulmaması, hem de yeni oyunlar üretilmesi gerekiyor. Mesela bir Alpay Ekler iyi, hem de orta oyunu var. Bursa’ya ortaoyunu grubunu da getirdi. Adana’da bir Hazım Kısakürek var. O da meraklı kukla oynatıyor.
Bursa geleneksel kültürü içinde Karagöz’ün önemli bir yeri var. Karagöz Bursa ile birlikte anılıyor. Bursa’nın Karagöz kültürünü yeterince değerlendirebildiğini ve bu kültürel zenginliği ekonomiye tahvil ettiğini düşünüyor musunuz?
Bursa Karagöz’ü bence değerlendiremiyor. Sadece lafta kalıyor. Mesela şimdi. İpek yolu film festivali düzenleniyor. Ödül simgesi olarak Karagöz’ün kolsuz bir heykel figürünü yaptırmışlar, Oscar gibi, onu veriyorlar. Neden kolsuz. Ben UNIMA temsilcisi olarak üzüldüm. İlla ki Oscar’a benzemesi gerekmiyor. Karagöz’ün kolları var. Biz Karagöz’ü sadece hayalde kullanıyoruz. Karagöz bizimdir. Film festivalinde verelim. Folklor festivalinde verelim. Folklor gurubuna adını verelim. Ama daha derinliğine inmeyelim. Ama Yunanlılar bir şey yaptı mı? Oooo Yunanlılar Karagöz’ü sahiplendi diye haydi bir vaveyla! Hâlbuki Yunanlıların oynattığı ne Karagöz, ne Hacivat. Kendilerine göre bir şey oluşturmuşlar. Bizden izler yok mu? Var. Ama bizimkinin aynısı değil.

Bursa’nın Karagöz’ü değerlendirebilmesi için neler önerirsiniz?
Her şeyden önce, broşürler olmalı. Keşke kitaplar da olsa, ama şimdilik öncelik tanıtmak. Ama ben yaptım oldu değil. Ben hazırladım oldu değil. Biz de bir hata var. Birisi çıkıyor, hemen ben yaptım diyor. Tamam yaptın ama. Çok yetersiz kitaplar çıkıyor. Yazık, zaman ve para israfı. Yeterince araştırılmıyor. Denetlenmiyor. Dikkat edilmiyor. Dışarıdan gelen her gurubu, programında vardır, yoktur, Karagöz Müzesine yönlendiremezsin, ama büyük otellerde salonların bir köşesinde Karagöz tanıtımı olması lazım. Bu bizim kentsel özelliğimiz. İsteyen turist seyretsin. Mesela folklor olsun. Ama Bursa Folkloru olsun. Böyle şeyler yapılabilir. Bu arada bir stantta otantik giysiler, figürler, kestane şekeri, havlu, Bursa’nın nesi varsa satışa sunarsın. Biz bu sene Mahfel Sanat Galerisi’nde Şubat-Aralık 2007 tarihleri arasında 90 gösteri yaptık. Bunların içinde 14 Alman turist grubu vardı. Yabancı gruplar için acentalar zaten önceden başvuruyorlar. Biz falanca gün, falanca saat geleceğiz, diye. Çok önceden program yapıyorlar. Üstelik ön bilgili geliyorlar. Karagöz’ün ne olduğunu biliyorlar. Biz bunları yapalım, ama yavaş yavaş, otursun her şey yerli yerine. Öyle, çarçabuk değil. Programlı ve düzenli gitsin. İstikrarlı olsun. Okullarla da program yapalım. Çocuklarımız kendi kültürünü tanısın. Önce öğretmenlere tanıtalım. Onlar da bilinçsiz. Çocuklara ödev veriyorlar. Burnundan getiriyorlar. ”Karagöz yapın getirin,” demişler. Neyle yapacak çocuk. Koskoca insanlar o figürleri yapmayı öğrenmek için seminerlere katılıyor. Yap getir, diyorlar. Çocuklar bize geliyor. Ne yapalım diye. Önce Karagöz Müzesine getir, gezdir. Bir oyun seyretsin. Sonra otursun çocuk resmini çizsin, mesela.
Sizin bir de Halk Kültürü çalışmalarınız var. Karagöz Sanat Evi’ndeki serginizden de söz etmiştiniz. Bu merak nerden kaynaklanıyor?
Bana babamdan kaldı. Daha 1963’lü yıllarda dağ köylerinden babama bir şeyler getiriyorlardı. Babam da alıyordu. Babama “Ne yapıyorsun Rafet, ne yapacaksın bunları” diyorlardı. Babam el işlemelerine meraklıydı. Bursa çevreleri, yağlıkları geliyordu. Babam onları alırken, başkaları karpuz lambalar alıyordu. Porselen, seramik lambalar. Tabaklar, fincanlar alıyorlardı. Babam da el işlerini alıyordu. Bu tavır ben de yer etti. Sonra baktım dağ köylerinden çok şeyler gelmeğe başladı. Folklorcular bunları giymeğe başladı. Ben de iyilerini elemeye başladım, ayırdım. Sonra, Rumeli’den gelen göçmenlerin eşyalarından da ayırmağa başladım. 1989’da bir patlama oldu. Bulgaristan’dan göçmenler geldi. Bu defa da Bulgaristan Türklerinin kıyafetlerini toplamaya başladım. Büyük bir koleksiyon oluştu. Ama bugün bu koleksiyonun kıymetini bilen yok. Karagöz evinde bunları da sergiliyorduk. O zaman Kültür, Sanat ve Turizm Vakfına bağlıydı. Sayın Ekrem Barışık’a söyledik. Sergiyi düzenledik. Çok beğendi. Bana, “Ben seni başka düşünmüştüm. Bunlar çok güzel şeyler, beni mahcup ettin” dedi. Çok yere başvurdum, Ticaret Odasına, Borsa’ya, Osmangazi Belediyesine gittim. Bu kıyafetler için, Karagöz için 70–80 tane sunum dosyası hazırladım, dağıttım. Gazetecilere verdim. Bu koleksiyonlar Bursa içim büyük değerdir, ama umursamadılar. Artık vazgeçtim.
Galası da Bursa’da yapılan Ezel Akay’ın Karagöz filmini izlediniz mi?
İzledim iyi bir çalışma. Ezel Akay, Bursa’lı bir sanatçı zaten. Kültür Bakanlığı da destek verdi. Böyle bir çalışma bir daha kolay kolay yapılmaz. Bazı şeyler var ama bu sanatçının bakış açısı saygı duymak gerek. Zaten yönetmen de açıklama yapmıştı; “Bu bir belgesel değil” diye. Karagözün değişik bir yanını gördük. Orada öyle bir hava estirildi ki, sanki sultan başlarını vurdurmadı gibi. Bize böyle anlatılmamıştı. Ama ben size daha önce de söylemiştim, sultan insanlar çok konuştu diye başlarını vurdurmaz. Hele cami inşaatında çalışan insanların kafalarını hiç vurdurmaz. Karagözün bir entrikaya kurban gittiğini öğrendik.

http://www.karagoztravel.com/sayfa.aspContentID=Icerik&id=sinasicelikkolroportaj 'den kısaltarak alınmıştır