|
|
Eğitimci,
akademisyen. İlk ve orta
öğretimini Kilis’te yaptı. 1967 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi'nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitildi.
1971-1973 arasmda doktora çalışmasını Paris'te tamamladı. 1974-1975'te
İspanyol hükümetinin bursuyla Madrit'e gitti, sekiz ay süreyle çeşitli
kütüphanelerde araştırma yaptı ve bu arada İspanyolca öğrendi. 1984'te
Romantik Fransız Yazınında Türkiye İmgesi (1830-1855) konulu teziyle doçent
oldu. İki kez Fransa, bir kez İspanya hükümetlerinin bursuyla Paris ve
Madrit'te araştırmalarda bulundu. 1984'te Bursa'ya yerleşti. 1989 yılında
profesörlüğe pikseldi. Üç yıl sonra (1992) Uludağ Üniversitesi Eğitim
Fakültesi'ne dekan olarak atandı. 1995'te aynı göreve yeniden seçilerek
atandı. Bu görevini 2000 yılına değin sürdürdü, yeni seçimlerde aday olmadı.
2001'de emekliye ayrıldı ve Fransa/Toulouse'a yerleşti. Burada da her ortamda ülkemizin gönüllü bir elçisi gibi hareket
etti. Türkiye Felsefe Kurumu, Bursa Türk-Fransız Kültür Derneği, Ankara
İbero-Amerika Dostluk Derneği üyesi ve Bursa Filarmoni Derneği kurucu üyesi
ve başkanı olan Özçelebi'nin öykü kitapları yanında, Fransızcadan bir,
İspanyolcadan dört çeviri romanı ve çeşitli araştırmaları yayımlandı.
Bunların yanı sıra TRT-2 için Avrupa'da Bin Yıl adlı belgeselin Fransa ile
ilgili bölümlerini hazırladı. 1991'de "Ömer Seyfettin Öykü Yarışmasında
üçüncülük ödülü aldı
Türk-Fransız Dostluğu Derneği başkanlığı gibi birçok derneğin ve projenin
yönetiminde aktif görev almıştı.Bursa Filarmoni Orkestrası’nın kuruluşunun
öncüleri arasında yer alan Özçelebi, 1995 yazında Uludağ Üniversitesi
bünyesinde Bursa'daki ilk Uluslararası Heykel Sempozyumu’nu
gerçekleştirmişti. 2006'da vefet etti. Sadece günlüklerini okumak, onun Bursa'nın kültür sanat
hayatındaki önemini ortaya koyabilir.
Bursa Günlükleri
9 Mayıs 2001
Bilgisayarımda “yazı taslakları” diye bir dosya var. Usuma gelen bir düşünce
ya da Bursa’da yaşadığım, izlediğim bir olayla ilgili gözlemlerim... yani
ileride bir yazıya dönüştürülebilecek her şeyi not ettiğim. Bir de üzerinde
çalıştığım, henüz son biçimini almamış yazılar bekler burada. Bursa
Hakimiyet’in cuma günleri yayımlanan sanat eki kapanmadan önce- nedense
her türlü tasarruf önlemi ilk önce kültür sanat işlerine uygulanıyor bizde-
bu dosya çok hareketliydi.
16 Mayıs 2001
Demirkapı’da
onarttığımız eski Türk evine taşındığımızdan bu yana çok farklı- benim
konumumdaki biri için çok farklı demek istiyorum- iki hobi edindim:
Fransızların “bricolage” dedikleri ufak tefek ev içi tamir işleri, bir de
bahçıvanlık. “Emekli olsam mı?” Başka nedenlerle üniversiteden soğuduğum şu
günlerde yazmak ve bu iki işi yapmak, yapmasam da yapabilme olanağına sahip
olduğumu düşünmek beni çok mutlu ediyor.
17 Mayıs 2001
Nilüfer Belediyesi, Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti ve üniversitenin
katkılarıyla, birkaç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında, sanat ve kültür
alanında inanılmaz bir katkı sağladı Bursa’ya. Belediye başkanı sayın
Mustafa Bozbey ve bu etkinlikleri kotaran Feza Soysal’a sağ olun diyeceğim
ilk karşılaşmada. Bu arada Büyükşehir dahil tüm belediyeler, sanatsal
etkinliklerin bir boyutunu savsaklıyorlar: Plastik sanatları.
18 Mayıs
2001 Bugün akşamüzeri Müzeler Haftası etkinlikleri içinde
Arkeoloji Müzesi’nde, yıllardır biriktirdiğim, müzelerde açılmış sergi
kataloglarıyla bir sergi düzenledim. Daha önce de Büyükşehir Belediyesi
kütüphanesinde sergilemiştim. Gördüğüm müzelerin farklı yanları,
etkinlikleri üzerine “Dünya müzelerinden bir kesit” başlıklı bir de konuşma
yaptım. Beklediğimden çok insan vardı. Soru soran olur diye kısa kestim ama
sorulmadı. Yine de iyi geçti.
Arkeoloji müzesi
19 Mayıs 2001
Tomur
hanımlar gelecek bugün.
Esat (Uluumay) Bey haber almış bunu. Şair Ahmet Paşa
medresesini, kişisel koleksiyonunu sergileyeceği bir “Etnoğrafya Müzesi ve
Araştırma Merkezi”ne dönüştürmek için canı dişinde çabalıyor. Yeri
gelmişken, medresenin ona kiralanması konusunda valimiz A. Fuat Güven ve
emeği geçenleri kutlar, sayın
Ahmet Erdönmez’in de böyle bir yere
gereksinimi olduğunu anımsatırım.
Tomur Hanım’ın ressamlığı yanında
müzeciliği de vardır. Esat Bey onları buluşturmamı rica etmişti. Saat 16’da
medresede buluşmaya karar verdik. Gittiğimizde Bayan Uluumay oradaydı.
Üniversitenin karşısındaki eczanelerden biri, benim son zamanlarda
reçetelerimi yaptırdığım eczane, kızlarınınmış. Meğer gözüm oradan
ısırıyormuş. Esat Bey medreseyi gezdirdi. Epey yol alınmış.
Konuştular, sergileme, aydınlatma, ışığı yalıtma… Coşkuluydu Esat Bey, biraz
da kaygılı. Sorun her zamanki gibi para. sponsorlar, bürokrasi… Tomur Hanım
ona öğütler, adresler veriyor. Esat Bey konuklarımızı akşam evine çağırıyor,
gümüş takı birikimini göstermek istiyor onlara. İnanılmaz bir ev, müze gibi.
O kadar çok ki, medreseye yalnızca takıların sığabileceğini düşünüyoruz.
Üstünkörü bir bakışla bir saatten fazla sürdü görmemiz. Bizim evde yemeğe
gittik. Müzeden, takılardan, sanattan konuşmayı sürdürdük. Esat Bey yurt
içinde ve dışında açtığı ya da katıldığı sergilerden anılarını anlattı. ..
Daha ciddi bir başka konudan açtık sözü. Kentimizde bir Modern Sanatlar
Müzesi kurmak. 1995’teki Uludağ Üniversitesi Uluslararası Heykel
Sempozyumu’ndan beri düşlüyoruz bunu bir avuç insan. Eski rektörüm sayın
Ayhan Kızıl anımsar mı? Fabrikayı Hümayun’u düşünüyorduk. Yeni rektör sayın
Yurtkuran’a ve eşine de, aramız bozulmadan önce, sözünü etmiştim bu
fikirden. Bunu beklerken
Villa Biçen’in müzeye dönüştürülmesini önermiştim.
Şimdi beni üniversiteden çok kent ilgilendiriyor. Yapılabilir. Fabrikayı
Hümayun gibi korunmaya değer bir yapı önerilirse, Unesco’da, Avrupa
Birliği’nde harekete geçirileblecek fonlar var. Kimi sanatçılar, kişiler ilk
açılışta müzelere bağış veriyorlar.
Esat Bey belediye
başkanı sayın Bilenser’e açmış konuyu, bir yer bulmasını istemiş
Kültürpark’ta. Ben artık büyük yapılar düşlemiyorum. Nerede olursa olsun
herhangi bir bina yeterli olur başlamak için. Binaya “Bursa Modern Sanatlar
Müzesi” tabelası asılır, bir müdür, bir sekreter alınır. İçine ilk elden
bağış olarak alınacak yapıtlar konur. Kültür Bakanlığı’na gidilir, “biz bir
müze açtık, gelin size devredelim” denir. Bursa Bölge Senfoni’nin nasıl
kurulduğunu anımsayanlar ne demek istediğimi anlarlar.
23 Mayıs 2001
Bugün arkadaşımız Genevieve geldi. Öyküsü ilginç.
Asıl işi duvar ustalığı. Evet, Genevieve kadın adı. Diplomalı, sertifikalı,
birinci sınıf kadın duvarcı ustası. Çocuklarını büyütüp İspanyol kocasından
ayrıldıktan sonra işsiz kalınca mozaiğe merak salmış, okumuş araştırmış,
ufaktan başlamış. İtalya’da eğitim almış. Akdeniz havzasındaki eski Yunan ve
Roma kentlerini dolaşıyor. Zeugma’yı duyup televizyonda görünce Türkiye’ye
gelmeyi düşlemiş. Müzeye gidip Öcal Beyle tanıştıracağım onu. Bakalım neler
yapabiliriz onun için.
30 Mayıs 2001
Genevieve Kilis’e gitti. Dün Öcal Bey ve
arkadaşlarıyla Büyükorhan’da bir kazıya gitti. Tam da mozaik kazısına. Çok
mutlu döndü. Onu anayola çıkarıp bir minibüse bindirmişler. Tek sözcük
Türkçe bilmemesine karşın insanlarla ahbap olmuş. Ona bir torba çilek
vermişler. Bugün de tek başına Bursa’da gezmek zorunda kaldı. Adresimizi
gösterdiği birileri onu belediye otobüsüne bindirmişler. Bileti yokmuş
elbette, bir şey söylememiş şöför. Üstelik durak dışında durup bizim evin
tam karşısında indirmiş onu. “İnanılmaz bir ülke Türkiye” diyor,
“İstanbul’da adım başı kazıkladılar beni, çünkü turisttim” diyor. “Bursa’da
elimde bir Türk’ün adresi var, eceler gibi karşılanıyorum”. Nasıl anlatmalı
ona bu ülkenin insanlarını? En iyisi bırakalım, kendi öğrensin.
31 Mayıs 2011
Bugün okula gitmedim. Sabah çok erken kalktım,
romanımda küçük değişiklikler yapmaya. Odile kahvaltıya çağırmasa
sürdürecektim. Bugüne kadar 56 sayfa yazmışım. Adı kesinleşmedi henüz, büyük
bir olasılıkla ‘Üniversitede Öğretim Üyesi Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’
olacak. Biraz uzunca ama daha iyisi usuma gelmiyor.
Kahvaltıdan sonra biraz bahçede çalıştım. Biber
tarhını yaban otları sarmıştı, onları ve çakıl taşlarını ayıkladım. Sonra
yine bilgisayara döndüm. Değişiklik olsun diye çeviri yapmayı sürdürdüm. Can
Yayınları için İspanyolcadan bir kitap çeviriyorum: Soledad Puertolas’ın
Queda la Noche adlı romanı.
1.6.2011
Ne çok şey var görülecek! Bugün
Devlet Güzel
Sanatlar Galerisi’nde ve Tayyare Kültür Merkezi’nde ikisi bizim
öğrencilerin, biri hocalarından birinin olmak üzere üç sergi açılıyor,
neredeyse aynı saatlerde. Bir de 40. Uluslararası Bursa Festivali’nin
açılışı var. Önce eski öğrencim Nurhan Yeşil (Kolaylı)’nın sergisinden
başlıyoruz. Belli
bir sıra içinde yerleştirilmiş on büyük boy yağlı boya tablo. Nurhan bunlara
‘ikon’ diyor. Her biri bir şey anlatıyor ama tümü bir bütünlük. Çok erken
gittiğim için biraz bana anlattı sanatçı, ama ben önce gördüklerimi yazayım.
Tüm tuvaller üçe bölünmüş, en altta Toprak (Yer), ortada Su mavi ve üstte
Hava (Gökyüzü). Bu üç elemente dördüncü bir boyut eklenmiş, bir çift insan,
daha doğrusu “zaman merkezinde insan”. Çok belirsiz birkaç çizgiden
oluşturulmuşlar. “Bu insanlar sırtlarını ışığa dönmüşler” diyor Nurhan, “iyi
bir şey değil”. Bu yüzden tam belirgin görünmüyorlar. “Çalışmalarımda söz
konusu olan insan, kendi özünde olması gereken her şeyden uzağa giden, ışığı
sürekli arkasına alan insandır. Oysa biz her zaman ışığı önümüze, rüzgârı
arkamıza aldığımızda varoluş sürecini tam anlamıyla yaşamış oluruz. Bu
projede on tuval resmi var. Bunlar bir insan figürüyle başlar ve son
karesinde bir yıldız gibi kayar gider. Beyaz olan ölümün ifadesidir ama onda
bile tutkular (kırmızı renk) vardır. Ölümden sonra yaşam beklentisi ve
inancıdır bu. Aradaki resim kareleri yaşamsal olgulardır. Soyutlama
etkilerini Worringer’in görüşlerine bağlı kalarak uygulamaya çalıştım”.
İçe dönük parmak uçları yukarı kalkık el,”dur”
der gibi. Sonrakiler sırasıyla yorgunluk, bıkkınlık, boyun eğme, bekleyiş,
umutsuzluk. Anlatmakla olmayacak, gidip görmeli, değer buna. Sonra da bu işi
anlayan birileri, doğru dürüst bir eleştiri yazısı yazmalı. Ne dersiniz,
artık Bursa’ya bir plastik sanatlar, resim, heykel, bir de müzik eleştirmeni
gerekmiyor mu?
2.6.2011 Bugün Rus
Ordu Korosu ve Dans Topluluğu’nu izledik. Duyardık televizyonda, filmlerde
görürdük Kızıl Ordu Korosu’nu. Açık Hava Tiyatrosu bu denli kalabalık olmuş
muydu? Ben ilk kez görüyorum. Ön sıralara, arka sıralara baktım, herkes
mutlu. Çünkü herkese göre bir şey var. Tarkan’ın şarkılarına değin.
Biliyorum, izlencedeki kimi şarkılar, danslar eleştirilecek, "bu eski Kızıl
Ordu Korosu değil denecek. Biz klasik koro dinlemeye geldik, üç farklı şeyi
karıştırmışlar, sulandırmışlar", denecek. Benim usuma de geliyor bunlar. Bu
akşam kim bilir kaç kişi klasik koro şarkılarını ilk kez duyuyordu. Kötü mü
oldu? Senfoni konserlerine hiç gitmeyen insanlar oradaydılar. İstiklal
Marşı’nı, Onuncu Yıl Marşı’nı böyle bir korodan dinlediler. Bir çoğu belki de
Rusların da bizim gibi insanlar olduğunu ilk kez gördü. Az şey mi bunlar?
Değerdi, düşünenleri kutlarım.
4.6.2001
Bir güne ne çok şey sığabiliyor, zaman iyi
kullanılırsa… Önce değişik ulustan bir grup çoğu genç insanla Misi köyüne
pikniğe gittik.
Bursa’daki Protestanlar pazar günleri toplanıyorlar. Odile
Katolik ama başka kilise olmadığı için arada sırada onlara takılıyor. İşin
ucunda piknik olunca ben de katıldım. Duaları biraz uzun sürdü, İngilizceydi
ama bizim dinimizin de onaylamayacağı şeyler söylemediler. Hatta bir ara
Peter (Pastör) Tanrının nimetlerinden söz ederken, “Bademli’de, başka
yerlerde kocaman beton evler yapmak için güzelim zeytin ağaçlarını
kesiyorlar. Pişman olacaklar” dedi. Doğrudur, yakında zeytinyağı da
yetmeyecek, Yunanistan’dan alacağız. Çünkü onlar delinmeyen bir yasayla
zeytin ağaçlarını çoktan beri koruma altına aldılar.
Yemekten sonra
toparlandık, Bademli Villaları’na Yannick’lere gittik yüzme havuzunda
yüzmeye. İlk kez bu kadar yakından görüyorum bu evleri. İnsan küçük dilini
yutacak neredeyse. Ne New York yakınlarında sayfiyelerde, ne de
California’da bunca çoğunu, bunca büyüğünü bir arada görmedim. Şimdi neden
Türkiye’nin yoksullaştığını, kriz üstüne kriz yaşadığını daha iyi anlıyorum.
Eski Yunan’dan beri temel erdemlerden olan ölçülü olmayı elden bırakınca
böyle oluyor işte. Buraya harcanan paralar ülkeye gelir getirici başka
yatırımlara dönüştürülseydi… aylık iki bin dolara kadar kiralanabiliyormuş.
“Ne güzel işte, yabancılar döviz bırakıyor” diyenleri duyar gibiyim. o
paranın yine bizim cebimizden çıktığını söylesem, ne dersiniz? Güzele,
konfora karşı değilim, yalnızca abartmamak, öncelikleri doğru saptamak gerek
diyorum. Eve dönüp
biraz dinlendikten sonra bu kez Parkan ve Fethiye Sanlıkol’ların akşam
yemeğine gittik. Filarmoni Derrneği üyeleri ve müzik öğretmenleri
ağırlıktaydı. Doğal olarak müzik, en çok da Rus Ordu Korosu konuşuldu. Yarın
akşam Afrika müziği konseri var. Perşembe akşamı da
Türk-Yunan müziği
birlikte söylenecek. Festival kapsamındaki sergiler haftaya başlıyor. Bu
hafta içinde de iki önemli sergi var. Biri yarın, 6 haziranda Kitap Evi’nde
açılacak Burhan Doğançay resim sergisi. Ötekisi Çarşı Sanat Galerisi’nde 9
haziranda başlayacak Nermin Bezmen sergisi. 16 haziranda ana bilim dalı
öğrencilerimizin mezuniyet yemeği, 23 haziranda Bursa
Türk-Fransız Kültür
Derneği’nin geleneksel yıl sonu yemeği var. Haziran yoğun geçecek.
9.6.2011 Az önce Tomur Hanımla konuştum.
Bursa Festivali'nin açılış kokteylinde Sayın Erdoğan Bilenser'e bu festivale
bir de Heykel Sempozyumu eklemek gerektiğini söylediğimde, yanımda Melek
Hanımla Ekrem Bey de vardı. "Ben de isterim, neden olmasın. Bir öneri, bütçe
getirin" demişti. Daha önce Melek Hanımla da konuşmuştuk bu konuyu. O zaman
da yanımızda İlhan (Özer) vardı. Klasik mermer heykel çalışmaları,
Yalova'nın, İzmit'in, Değirmendere'nin yaptıkları gibi. Ekrem Beyle bir
araya gelmeden önce İstanbul'daki arkadaşlarla konuşmak gerekiyordu. Tomur
Hanım katılmayı kabul etti. Meriç'in (Hızal) telefonlarını aldım. Geç olduğu
için yarın arayacağım. 8.11.2001 Dün sabah Duaçınarı'na bankaya
gitmek için evden çıktım. Aşağı, Muradiye'ye indiğimde cebimde 150.000
liradan başka paramın olmadığını gördüm ama otobüs biletim vardı. "Zararı
yok, otobüsle Heykel'e gidip para çeker, yola devam ederim" dedim ve gelen
ilk otobüse attım kendimi. Meğer Halk Otobüsü imiş, bendeki biletler
geçersizmiş. Biletçi genç bir çocuk, para istedi. "Param yok" dedim, "önemli
değil, buyurun oturun" dedi. İşimi hallettim, üniversiteye gitmek için yolun
karşısına geçtim. Batı garajına otobüs var mıdır diye düşünürken Heykel'e
giden bir otobüse bindim. Belki inanmayacaksınız ama bu da Halk Otobüsü
imiş. Yine bilet geçersiz. Çektiğim paralar on milyonluk banknotlar. Birini
ezile büzüle uzattım biletçiye. "Bozuk yok mu" dedi. "Yok" dedim boynumu
bükerek. Yine "önemli değil, buyrun geçin" dediler. Bunları niçin
anlattım? Önümüzdeki hafta emekli oluyorum. Bir ay içinde sürekli başka bir
ülkede yaşamak üzere Bursa'dan ayrılacağım. Dün gece kötümser bir dostum,
bir kez daha artık Türkiye'nin yaşanmaz bir yer olduğunu, gitmekle iyi
ettiğimi yineledi. Ben de, "o kadar da abartmayalım" dedim ve yukardaki
olayları anlattım. Fransa'da olanaksız bu. Belki metroya turnikelerin
üzerinden atlayarak binebilirsiniz ama otobüse biletsiz, kartsız binmeniz,
"özür dilerim, param ya da bozuk param yok" demeniz olanaksız. Daha bir
yığın şey olanaksız, ama burada olmayan bir yığın şey de olanaklı.
3.12.2001 Pazar akşamı Abdurrahim ve Esin (Korukçu) yemeğe davet
etmişlerdi. Salim ve Suzan'ı da çağırmış. İstanbul'dan dönüşte Salim (Erbaş)
aldı beni otogardan. Yağmur yağıyordu. O yemekte de iki üniversiteyi,
bizimkindeki rektörlük, dekanlık seçimlerini, döneklikleri, iki
yüzlülükleri, yanlışları konuştuk. Çanakkale'den söz edildi daha çok. Güzel
Sanatlar Fakültesi dekanının süresi bitiyormuş, beni düşünüyorlarmış. "Hayır
dedim, sağ olun ama istemem..." Gerçekten de istemezdim. Bursa'nınkini
önerseler, koşullarımı kabul etmeyeceklerini bildiğim için onu da kabul
etmezdim. Daha önce de belki abartarak değindim: yoruldum, tiksindim
üniversitelerden; hocalık ayrı bir şey, ama yöneticilik, üniversitelerdeki
sağlıksız hava, solunacak gibi değil artık. Bunları söyler ve yazarken
üzülüyorum elbet. * * * (Fransa'ya taşınma kararım
sebebiyle) Cumartesi gecesi bir veda yemeği düzenlenmişti, İstanbul'da
birkaç dostla. Gittiğimizde Kadri ve Nilgün Özayten oradaydılar. Sonra Tomur
ve Meriç hanımlar, eskiden İ.İ.B.F'de çalışan Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu
geldiler. En sonra da Meliha ve Vicdan'ın oğlu Ahmet Can ve kızım.
Böyle bir yemekte ne konuşulur sanattan, sanatçılardan, sergilerden,
müzelerden başka! Yedi yıl aradan sonra Kadri Bey'i adıyla
anımsadım. 1993'te Kirazlıyayla için tasarladığım ama gerçekleştiremediğim
Güzel Sanatlar Yaz Okulu için görüşmüş, daha sonra Uluslararası Heykel
Sempozyumu'nu (1995 yazı) görmeye çağırmıştım. Birçok şeyi anımsamama neden
oldular. Vasıf Kortun ve başkalarıyla Muradiye'deki Fabrika-i Humayun'a
onları da götürmüştüm, Modern Sanatlar Müzesi olur mu diye sormaya. Hepsi de
biçilmiş kaftan olduğunu söylemişlerdi.
* *(Fransa'ya taşındıktan sonra)
*
26.8.2003 Heykel'e yürüyerek gidip
geliyoruz değişik sokaklardan geçerek.
Fransız Kilisesinin kültür merkezi
olarak onarımı bitmiş, bahçe düzenlemesi kalmış. Erhan Kotar hocanın
kulakları çınlasın. İlk onun Türk-Fransız Dostluk Derneği başkanlığı
sırasında düşünmüş, sonra Erdem Saker Beye, vali Orhan Taşanlar'a
iletmiştik. Sık sık konuşuluyordu, çeşitli haberler geliyordu. Odile
İstanbul'a gittiği bir hafta sonu piskoposla konuşmuştu. Kilise olarak
onarılırsa Vatikan üstlenecekmiş; ama bunun için de en az elli kişiden
oluşan Katolik bir cemaat olmalıymış. İtalyanlar, İstanbul'dan papaz çağırıp
bir otelde, Protestanlar kiraladıkları bir dairede bir araya geliyorlarmış;
ama elli kişiyi bir araya getirmek zordu. Son olarak İstanbul'dan İtalyan
asıllı bir zenginin şu an unuttuğum adı geçti. Umudumuzu kesmiştik ki geçen
nisanda geldiğimizde onarımın başladığını, şimdiyse bittiğini görmek
sevindirdi bizi. Hemen üst tarafında büyük bir ev de onarılmış; yeşile
boyanmış ama olsun Ben Papazın Evi diye biliyordum, değilmiş.
Aşağıya doğru iki ev daha onarılıyor.
En
önemlisi de Fabrika-i Hümayun, yani Tekel Tütün Deposu. Üniversiteye
vermişti belediye. "Güzel Sanatlar Fakültesi olur mu?" deniyordu.
Üniversitedeki kültür sanat kurulunun üyesi olduğum sırada bütün üyeler
birlikte gezmeye gitmişik. Aslında öyküsü uzun. 1995-96 yıllarında buranın
Modern Sanatlar Müzesi yapılmak üzere üniversiteye alınmasını ilk ben
önermiştim. Elbette bunu yapmadan önce İstanbul bienallerinden birinin
küratörü Vasıf Kortun'a, Kadri Özayten ve eşine, Tomur Atagök'e
gezdirmiştim. Kortun çok uygun olduğunu söylemiş, o zaman "onarım için on
milyar yeter" demişti. Daha sonra 1995 Heykel Sempoyumu'na katılan yabancı
sanatçıları da götürmüştüm. Amerikalı ünlü sanatçı Les Levine çok
heyecanlanmıştı. Üniversitenin Kükürtlü'deki yerinde, kimilerinin
dedikodusunu yaptığı yemeklerde bunu da konuşuyorduk. Les Levine, tüzüğünde
yabancı ülkelerdekilerle sanatsal amaçlı ilişkiler kurulabileceğinin yazılı
olacağı bir dernek kurmamı, o derneğin içinde de uluslararası bir komite
oluşturmamı öneriyordu. Bu komite dünyadaki önemli sanatçılara yazacaktı.
Gelenekmiş, ilk açılan müzeye birer yapıt bağışlarlarmış. O
zamanki rektör Sayın Ayhan Kızıl'a söz ettim. Her zamanki gibi olumlu baktı,
"ne yazmak gerekiyorsa sen kaleme al, biz rektörlük başlıklı kağıda aktarıp
ilgili yerlere gönderelim" demişti. Göndermişti de; ama o zamanki vali
Rıdvan Yenişen cesaretimizi kırmıştı. Nedense dün gibi anımsıyorum. Opel'in
Yalova yolundaki yerinin açılışındaydık. Sayın Kızıl, Sayın
Saker,
Sayın
Yenişen bir araya geldiğinde hep yaptığım gibi konuyu açtığımda Yenişen,
"zırnık alamazsın bakanlıktan, bakan verse müşteşar işi bozar.." demişti.
Üniversite de benzer bir olayı Hürriyet'teki Tarım Okuluyla yaşadığı için
Sayın Kızıl bırakmıştı işin peşini. Sonra Erdem Bey belediyeye aldı
Fabrika-i Hümayun'u, Bilenser de üniversiteye devretti. Umarım
yanılmıyorumdur. Demirkapı'daki evden dönerken önünden
geçtim bir kez. Öndeki bina yıkılmış, büyük bina onarılmış. Buna da
sevindim. Ne yapılacağını kimse bilmiyor ama ne yapılırsa yapılsın,
kazançtır. 14.9.2003 Ayhan Kızıl
Trilye'de balık yemeye
götürdü beni. Sonra Korukçu Hocayı da çağırdık. Ne konuşulur? Geri dönmemden
söz edildi. "Dönsem bile bu, Uludağ Üniversitesi olmazdı" dedim. İkisi de
Çanakkale'yi övdü, önerdi. Nasıl olacağını ise kesin bilemediler. Suzan
Erbaş'ı arayıp sorduk. Önce kendi üniversiteme başvurmam gerekiyormuş,
oradan beni isteyen üniversiteye naklen atamam olacakmış. Bu iş yatar, büyük
konuşmayayım ama, Uludağ Üniversitesi'ne hiçbir zaman hiçbir şey için
başvurmam. 16.9.2003 Kitaplarımı Büyükşehir Belediye
Kütüphanesine bağışlamımı yadırgadı arkadaşlarım. Verdikleri sözü
tutacaklarını, fişleme işinin üstesinden gelebileceklerini ummuyorlar.
Gerçekten de o gün öğleye doğru Cogito dergisinin bir sayısına bakmak için
Cemal Beye uğradım. Kitaplardan hiç söz etmedi, ben de sormadım. Neredeyse
iki yıl olacak, kitapları bağışladığım. İyi gazeteciler için iyi bir haber
olurdu.
Bursa Defteri'nin 10.,11.,18.,23. sayılarından kısaltarak alınmıştır. |