Zeki Müren ve Bursa
                       (Zeki Muren and Bursa)

İşte Zeki Müren

Zeki Müren'in Yaşamöyküsü 

Zeki Müren ve Hünkar Köşkü

Bursa'da Türk Musikisi

 
   Zeki Müren çocukluk yıllarını şöyle anlatıyor:
“6 Aralık 1933 doğmuşum... İyi halt etmişim. Bursalı Zeki'nin, Zeki Müren oluşunu anlatacağım sizlere. Onun için bölük pörçük anılar zincirinin halkalarını koparmamalıyım. Sizleri 63 yıl öncesinin Bursa'sına götüreceğim, evlerin birbirine yapıştığı, Tophane Mahallesi'ndeki Ortapazar Caddesi'ne, 30 numaralı evimize gidelim en iyisi... 6 Aralık 1931. Uludağ eteklerine ikinci karı çoktan düşmüş. Bursa, sıfırın altındaki gecelerinden birisini yaşıyor. Dedem Hacı Mehmet Efendi, göbeğim kesildikten sonra o güzel sesiyle minicik kulaklarıma ilk ninniyi söylemiş: "Oğlan oğlan boynuma dolan...Kolum sana yastık, saçlarım yorgan..." Sabah ezanı okunurken, saat beşte dünyaya gelmişim. Rahmetli babaannem, "inşallah başarılı ve zeki bir çocuk olsun" diyerek adımı Zeki koymuş. Ortapazar Caddesi'nde oturanlar, o sabah ebemin sevinç çığlıklarına koşmuşlar. Güzel sesli dedem Mehmet Efendi çok ünlü bir hafızdı... Her gün Şehadet Camii'ne gider, ezan okurdu. O ezan okurken, herkes sokaklara dökülür, tüyleri ürpererek dinlerdi onu. Babam Kaya Müren ise, Bursa'nın en iyi giyinen erkeğiydi. Yaz-kış demeden ölünceye kadar o takım elbisesini ve kravatını hiç çıkarmadı. Babaannem, uzun beyaz entarisini üzerinden hiç çıkarmaz, saçları hep topuzlu dolaşırdı. O yüzden adı "Temiz Hayriye" ye çıkmıştı.
  Hayriye-Zeki-Kaya Müren

    Gözlüğüm kırılmasın diye yıkıcı, sert oyunları oynayamadım. Anneciğim "gözlüğün kırılır, aman taşlı topraklı sokakta oyun oynayan arkadaşlarının yanına sokulma" derdi. Ben de kapının eşiğinden çelik-çomak oynayan arkadaşlarımı imrenerek seyrederdim. Bir bez bebeğim vardı. Adı Tomris idi.
“39 İlkokul: Siyah önlük, beyaz yaka. Topluma ilk fiyaka.”
  Annem Tophane Mahallesi'nin tek ilkokulu olan Orhangazi İlkokulu'nda beni Nazire öğretmene teslim etti.....
“44 Orta mektep: Soluk beniz, kısa saç. Umutlardan kıskaç.”
  11 yaşımda ise Tahtakale (Tahirpaşa Konağı olup bugün yoktur) Ortaokulu'na yazıldım. Birinci sınıfta iftihar kitabına adım yazılınca dünyalar benim oldu...
Mahallede evcilik oynarken de Ayten zaten hep benim eşim olurdu. Herkes ikimizi birbirimize çok yakıştırır, anne babalarımıza takılırlardı: "Onları neden beşik kertmesi yapmadınız?" derlerdi. Ben de o pembe sözlere inanır, büyüyünce yeşil gözlü Ayten'le evleneceğim diye tuttururdum. Babamın iki atı vardı. Biri beyaz ,biri de doru dediğimiz renkte. O atlarla pazar günleri geziye çıkardı babam. Bir de Bubik adlı, iki tekerlekli arabamız vardı. Pazar günleri Geçit denilen derenin başına pikniğe giderdik. Babam her gece iki duble rakı içerdi.
    O zamanki komşuluk, şimdiki akrabalıklardan çok daha güzeldi. Evden eve ara kapılar vardı. Herkesin bahçesi birbirine açılırdı. Bizim bahçede iki güzel havuz vardı. Babaannem bu havuzların etrafına sardunya çiçekleri dizerdi. Benim ilk sahnem, o sardunyalı havuzlar oldu. Sandalyeyi havuzun başına minicik ellerimle taşır, üstüne çıkar, mahalleliyi başıma toplardım.
   Tuzla içmelerine gidilirdi. O zamanlar Marakaş, Sus ve Trak isimli üç vapur çalışırdı İstanbul'a. Bu köhne vapurlar 3.5 saatte Mudanya'da İstanbul'a giderlerdi. Babaannemle birlikte Sirkeci'de Viyana Oteli'nde kalırdık. Zaten Bursalılar hep o otelde kalırlardı. Tesadüf mü bilmem, her gelişimde o otelin üçüncü katında kalırdık.
   Ortapazar Caddesi'ne her yaz çadır tiyatroları gelir, boş arsalardan birine kurulurdu. Bayılırdım o çadır tiyatrolarına. Babama hep yalvarırdım, ne olur önden bilet al diye. Benim hatırım için evdekiler iki gecede bir çadır tiyatrosuna taşınırlardı. Sahneye önce bir saz heyeti çıkardı. Ardından şarkıcılar sırayla sahne alırdı. Oturduğum yerden onlarla birlikte mırıldanır, şarkılar söylerdim. Hele hele çadırın assolisti çıktığı zaman nefesim kesilirdi, heyecandan yerimde duramazdım. Sahne kokusunu ilk defa çadır tiyatrosundaki şarkıcıları izlerken hissettim. Ne garip bir kokuydu o. Şarkıcıların süründükleri esans, yaptıkları makyaj, hatta sahnenin arkasındaki tuvaletten yayılan koku! Bu rutubetli kokuyu ciğerlerimin ta derinliklerine kadar teneffüs ederdim. Ben o günlerde koyu bir Müzeyyen Senar hayranıydım. Müzeyyen Hanımın evimizde her plağı vardı. Okul dönüşü o plakları dinler, sonra ilk dersleri almaya başladığım Bursalı tambur üstadı İzzet Gerçeker beyefendiylen, Müzeyyen Hanımın şarkılarını birlikte geçerdik."

                                    Kaynak:Osmangazi Mahallesi-Osmangazi Belediyesi Yayınları

 
       

            Zeki Müren, eniştesi avukat Turhan Olgaç ve müzisyenler ile Tophane'de
--------------------------------------------------------------------------------------------------------

     Mete Akyol'un Zeki Müren ile söyleşisi

"Babamın bir genelev kadınıyla ilişki içinde olması ve hatta anneme aldığı nadide bir hediyenin aynını ona da hediye etmesi annemi ve beni şoke etmişti. Babam ikisine de aynı hediyeye alırken herhalde içkili olmalıydı. Ayrıca annemle o kadının bir gün karşılaşabileceklerini de düşünmemiş olmalıydı. Yolda karşılaşmaları bile mümkün değildi. Çünkü genelev kadınları sadece salı günleri öğleden sonraları izinliydiler ve faytonlara binip Çekirge'ye gezmeye giderlerdi. Bursa'da hiçbir aile  hanımı yapmazdı bunu. Hatta o kadınların bindikleri faytonlar geçerken çok kişi başlarını öte yana çevirir, onlara bakmazdı bile. Bu arada itiraf edeyim. Çocukluk arkadaşım Deniz Uyguner ile salı günleri biz bu hanımları uzaktan seyretmekten çocuksu bir zevk alırdık. Kendilerini kınamıyorum. Fakat onlar sanki ayrı bir mahlukmuş gibi gelirdi bize. Uzaktan hayretle ve merakla izlerdik Deniz'le. Sinemaya, Şafak Sineması'na giderlerdi. Onlar ayrı bir yerde otururlardı. Biz de gider onları seyrederdik. Öteki kadınlardan pek farklı bir tarafları yoktu ama boyaları çok değişikti. Giysileri renkliydi, yüzlerinin boyası, dudaklarının boyası, annelerimizin, komşu teyzelerimizin boyalarından farklıydı". .........

                               Hayriye Müren

..... "Akşam üzerleri annemin pencere kenarına oturup babamı bekleyişini hiçbir zaman unutmadım. Ben de eşikte oturur, annemin üzüntüsünü seyrederdim. Mesela babam sekizde geleceği yerde dokuzda gelecek olsa, annem üzüntüden adeta erirdi. Oysa bilirdik ki babam o anda Tophane'nin karşısındaki bakkalda, ayakta iki kadeh bir şey içiyor. Yola çıksak, bir iki adım gidip köşeden dönsek bulacağız onu orada" ............ "Orta birinci sınıfta iftihar listesine geçmiştim. O yıllarda iftihar kitabı yayınlanırdı. İlk defa, vesikalıktan büyük bir boyda kendi resmimi görüyorum. Resmin altında, 'Kereste tüccarı Kaya Müren'in oğlu Zeki Müren' yazıyor. Bilseniz nasıl duygulandım. Nefes nefese eve geldim.  Babam çilingir sofrasını kurmuş, içkisini içiyordu. Baba, dedim. Çok ilgileneceğini sanmıştım. Açtım o sayfayı masanın üstüne, babamın hemen yanına bıraktım. Hani dizine oturtsun, saçlarımı okşasın diye bekledim. Babam ya çok içkiliydi ya da yorgundu. Şöyle bir baktı, dudak ucuyla, 'evet' dedi. Köşedeki bakkalı bir kadın çalıştırırdı. O nedenle bakkalın adı 'Kadın Bakkal' idi. 'Git bana kadın bakkaldan rakı al getir' dedi. Çok sarsıldım. Gidip geldiğimde kitap masanın kenarındaydı fakat benim açtığım sayfa, yani resmimin olduğu sayfa kapatılmıştı. Babama ilk kırgınlığım o an başladı. Babam çok saygıdeğer bir insandı, bütün Bursa bilir. Saygıda hiç kusur etmedim ama o gün, 11 yaşımda babama kırıldım ve anneme çok bağlandım. "

     Hitler'in kaz adımlarının Avrupa'da tutuşturduğu savaş alevleri etkisini Türkiye'de de gösterince Bursa'da önce ekmekler bozuldu."Ekmekler kara renkteydi, çoğu zaman içlerinden süpürge çöpleri çıkardı". Kaya Müren işlerini ancak akşam sekizde bitiriyor, eve o saatlerde dönebiliyordu. Evi Tophane'de kolordunun tam karşısındaydı. Kolordunun önünde askerlerle karşılaşırdı. Askerler, kendilerine bol verildiği için, fazla gelen ekmekleri komşu evlerin sahiplerine satardı. "Babamın askerlerden aldığı ekmekler buğday ekmeğiydi. Bembeyaz ve yumuşacıktılar. Öyle günlerde benim fırından aldığım kara ekmekleri yemezdik". Mürenlerin sofrasında her akşam beyaz ekmek bulunmazdı ama rakı hiçbir akşam eksik olmazdı. "Çok zaman bakkala gidip ben alırdım rakıyı. Bir husus dikkatimi çekmiştir. Babam şişeyi asla sonuna kadar bitirmez, dibinde bir parmak bırakırdı".   

Çocukken müsamerecilik oynadığınızı söylediniz Zeki Bey. Nasıl bir oyundur bu?

"Mesela Tophane kızcılık oynardık. Bizim evimizden iki sokak ötede Tophane Meydanı vardı. Oraya saz gelirdi, saz heyeti yani. 'Saz geldi, saza gidelim' denirdi. Minicik bir çocuğum, yalnız başıma gidemem, babama rica ederdim. Gittiğimizde en ön masada otururduk. Sahnedeki okuyucu kızlar fasıl heyeti gibi yanımıza dizilirlerdi. En sağ baştaki en büyük solistmiş. Sola doğru daha acemiler yer alıyormuş. Ellerinde renkli mendiller, tek tek ayağa kalkıp okurlardı. Eve döndüğümüzde kırmızı, yeşil renkli şifon mendiller bulur, çocukları bahçeye toplardım. Oynayacağım oyunu biliyorum ama oyuna isim bulamıyorum. Tophane kızcılık diye bir ad taktım o oyuna. Bahçemizin iki küçük havuzu vardı. Pınarbaşı suyu diye bilinen bir su vardı. Evden eve geçen, içmekte kullanılmayan, hatta bazen sabunlu gelen, kirli ama buz gibi bir suydu. O devirde buzdolabı olmadığı için bu su havuzdan havuza geçirilir, havuzun içine bir yemek tenceresi oturtulur, tencere kapağına da ağır bir taş konurdu. Havuz bir çeşit buzdolabı vazifesi görürdü. O havuzun kenarında, çiçek saksılarının dizildiği bölüm benim sahnemdi. Elimde bir kibrit kutusu, ucunda bir sicim, o da mikrofon olurdu, elimde renk renk şifon mendil, Tophane bahçesindeki solist kızların yaptıklarını yapmaya çalışırdım. Mendil sallayarak şarkı söylerdim. 'Yeter artık, başka oyun oynayalım' diyen arkadaşlarıma da, 'Ne olur bir tane daha söyleyeyim' diye yalvarırdım.

Sahneye çıkmanıza karşı çıktı mı babanız?

"Gazino sahiplerinden astronomik rakamlarda teklifler geliyordu. Radyoda söylemeye başlamıştım. Muhabbet Kuşu adlı plağım beni Anadolu'ya tanıtmıştı. Buna rağmen babam sahneye çıkmama izin vermedi. 'Önce bana yüksek tahsil diplomanı getirirsin, ondan sonra sahneye çıkabilirsin' dedi. Sırf onun bu isteğini yerine getirebilmek için Güzel Sanatlardan mezun oldum ve diplomamı babama gösterip sahne izni alabildim".

"İstanbul'da Boğaziçi Lisesi birinci sınıfını bitirdikten sonra Bursa'ya gelmiştim. Bir yıllık anne, baba özleminin yanı sına Ayten'in özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Fakat Ayten'in bir hafta önce bir subayla nişanlandığı haberini alıyorum. Oysa o bir yıl boyunca her hafta mektuplaşmıştık. O kadar üzgündüm ki evdeki ecza dolabını açtım, antibiyotikten aspirine, gripine kadar akla gelebilecek tüm ilaçların hepsini alıp içtim. Beynim zonklayarak derin bir uykuya daldığımı hatırlıyorum. Sabah uyanmadığımı görünce beni götürüyorlar, midem yıkanıyor. Uyandığımda yeğenimin eşi avukat Turhan Olgaç'ın babası, sanat okulunun muhasebecisi Nuri Olgaç'ın kollarındayım. Babamın rengi kül gibi, annem bitkin. Sebebini hiçbir zaman anlayamadılar. Onlara da, başka kimseye de söylemedim bunu". 

                           Kaynak: https://www.meteakyol.com.tr/roportajlar/zeki-muren-roportaji.html

Zeki Müren'in Emirsultan'daki mezarı

-----------------------------------------------------------------------------------

Necati Akgün'den dinleyelim: Hayri Terzioğlu- İhsan Sabri Çağlayangil ikilisi 27 Mayıs ihtilaline kadar altı yıl müddetle Bursa'yı yönettiler diyebiliriz. Hemen her zaman beraber olan bu ikilinin içtikleri su ayrı gitmiyordu. Sadece bir noktada ayrılıyorlardı, Çağlayangil çapkınlığı ile tanınırken Terzioğlu Zeki Müren'i Türk musikisine hediye etmekle meşguldü. Gerçekten de Zeki Müren'in 'dayım' diye tanıttığı Hayri Terzioğlu'nun, onun Türk Sanat müziğinde sanat güneşi olmasında çok, hem de pek çok rolü vardır. (Son 100 Yılın Bursa Olayları ve Anılarım, N. Akgün, s. 196)