|
|
Faik Bercai 1916’da Lübnan’da doğdu. Annesi Türktü, Babası Tevfik Mustafa
Bercavi Lübnanlıydı, İstanbul Hukuk’u bitirip yargıç olmuştu. 1918’de öldü.
O dönemde Lübnan işgal
altındaydı, Faik Bercavi annesiyle İzmir’e yerleşti. Liseyi İstanbul’da
okurken Nazım Hikmet’in şiirleriyle tanışı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
fakültesi 2. Sınıf öğrencisiyken bir aile dostunu ziyaret için Bursa’ya
geldi. Burada üniversiteden bir arkadaşının ihbarı üzerine komünizm
propagandasından tutuklandı, Bursa Cezaevi’ne kondu. 1933-36 arasında
cezasını tamamladı. Çıktığında İstanbul’da bir süre Nazım Hikmet’in yakın
çevresinde bulundu. 1963’te Fransa’da yaşarken Nazım Hikmet’in ölüm haberini
aldı. Onunla geçen günlerini yazmaya koyuldu. Bu bölümde bu kitaptan Bursa
Cezaevi ile ilgili bölümleri yayınlıyoruz.
1933
Gecenin koyu karanlığı Bursa’nın üzerine çoktan çökmüştü. Saat 11’i
geçiyordu. Sokaklarda hiç.ir hareket yok. Caddelerde tek tük lambalar, ancak
daracık bir alana soluk bir ışık serpiyor. Gece bekçilerinin ara sıra
duyulan düdük sesleri, ölüm uykusuna dalmış şehrin siyah sessizliği içinde
boğulup gidiyor. Bu derin uykunun ve karanlığın ortasında Bursa’nın tek bir
binasında ışık yanmakta.
Sorgu yargıcı bütün gün ifade almaktan, üstelik itiraflar koparmak amacıyla
baş vurduğu her türlü cambazlıktan yorgun ve bitkin bir halde. Zabıt
katibine gelince, sabahtan beri makineyle yazı yazmaktan parmakları tutmaz
olmuş, tuşlara bin bir zorlukla vuruyor.
İşte ifade vermeye karşısına götürüldüğüm sorgu hakimi yorgunluktan bezgin,
fakat hınçlı bir ruh haleti içindeydi. Elliye yakın, traşlı yüzü ve
gözlüklerinin arkasından insana çirkin çirkin bakan, hiç de sempatik olmayan
birine benziyordu.
Nazım’ın şiirlerini, 835 Satır ve diğer bir kısım eseri, ben daha
lise talebesiyken tanıyordum. Nazım’ın kendi sesiyle plağa alınmış Hazer
Denizi, Salkım Söğüt şiirlerini hepimiz ezbere biliyorduk.
Plakları kapış kapış satılmıştı. Hatta liseliler, 835 Satır şiir kitabı için
bir de hikaye uydurmuşlardı. Ankara’nın rakımı güya 835 metre, yani 835
sayısı Ankara’yı temsil ediyor. Satır kelimesini de çift manalı olduğu için
onu kesen alet olarak alıyor ve Ankara’ya düşecek ihtilali kastettiğini
yayıyorlardı. Mahpustayken bunu Nazım’a anlatınca uzun uzun güldü ve:
“İlahi çocuklar, pek yaman şeylersiniz. Doğrusu hiç aklıma gelmemişti” dedi.
Sorgu hakimi karşısına çıktığımda elinde bol delil olduğunu, suçumu hemen
itiraf edersem benim için daha iyi olacağını büyük bir kızgınlıkla,
sözlerine daha fazla tesir vermek niyetiyle, masaya vurarak söylemişti.
Tiksintime rağmen soğukkanlılığımı korumaya çalışarak:
“İkimiz de yorgunuz Hakim Bey. Ne itiraf edilecek ne de edilmeyecek bir suç
işlemiş değilim. Kararınız ben önünüze gelmeden önce zaten alınmış” dedim.
Mosmor oldu ve boğuk bir sesle, hırıldar gibi:
“Öyle olsun delikanlı. Kendini akıllı sanıyorsun galiba. Sana hayatı
cehennem edeyim de gör..” dedi. Böylece gece yarısından sonra üç süngülü,
tüfekli jandarmanın arasında, bileklerimde kelepçe, beni Nazım’a götüren
Bursa Hapishanesi’nin karanlık yolunda yürüyordum.
Önce beni hücreye koydular. Günde bir saat hava almaya çıkarıyorlardı. Bir
gün hücreme girmeden önce küçük pencereden içeri gazeteye sarılmış bir paket
atıldı. Hemen açtım, içinde bir iki Türkçe mecmua ile Fransızca bir dergi
vardı. Bu dergiyi karıştırırken birinin ortasında el yazısıyla yazılmış
Fransızca bir cümle gördüm: “Fayek kardeş, cesaretini kaybetme, kalplerimiz
seninle beraber…”
Yazıyı gözden geçirdim, Bu Nazım’ın el yazısıydı.
Sonraki günlerde Nazım bana korkunç bir katilden bahsetmişti. Bizimle
hapiste yatan bu adam Bursa köylerinden birinden, 30-35 yaşlarında, kısa
boylu, tıknaz, koyu renk gözlü biriydi. Bir miras yüzünden eniştesi ve kız
kardeşiyle aralarında kavgaya varan anlaşmazlık olmuş. Bir gece, Süleyman
denilen bu adam, herkes uykudayken kız kardeşinin evine baskın yapar. Önce
eniştesi ve ablasını öldürür, sıra üç küçk yeğenine gelince, eli ve yüreği
titremeden, gırtlaklarını keserek onları da anne ve babalarının yanına
yollar.
Ölüme mahkum edilmişken sonradan cezası ömür boyu hapse çevrilmiş. Bu
kalpsiz adamın çok sevdiği bir kedisi varmış. Bir gün koğuş arkadaşlarından
biri sinirlenerek kediye bir tekme atmış, hayvanın ön ayaklarından birini
kırmış. Kedisinin uğradığı bu hoyratlık karşısında- ablasının ve
çocuklarının katili- hüngür hüngür ağlamış ve, “aman yarabbi, ne katı
yürekli ve canavar ruhlu insanlar varmış” diye sızlanmış. Bunları Nazım’a
anlattığı zaman şunu da demeyi unutmamış: “Görüyor musunuz Nazım Bey, bu
küçük ve suçsuz hayvandan ne istiyorlar? İnsanın yüreği böyle bir şey
yapmaya nasıl dayanır?”
Bu olayı sonradan Nazım bana anlattığı vakit: “İnsanoğlu güç anlaşılır bir
varlık. Bu adam kılı kıpırdamadan ve bir dakika bile tereddüt etmeden
ablasını, eniştesini ve üç masım yeğenini kıtır kıtır kesiyor da, ayağı
kırılan, uyuz kılıkla kara kedisinin karşısına geçip günlerce hüngür hüngür
ağlıyor. Gel de bu işi anla” demişti.
Genç savcı yardımcısı Ferit Bey’i emniyette geçen bir haftalık tahkikat ve
azaplı anlar sorasında tanımıştım. Otuzuna henüz basmamış, beyaz-pembe
yüzlü, gözlüklü, çok temiz ve itinalı şekilde giyinen bir gençti. Dosyamın
incelenmesi ona verilmişti.
Bana karşı ileri sürülen itham ve suçlamalara pek inanır bir hali yoktu.
Fakat o sıradaki iç ve dış politika şartları onun en küçük bir insancıl jest
yapmasına müsait değildi. Komunistlik suçu (!) ile tutulanlara vebalıymışlar
gibi davranılır, kimse sokulmak veya onlarla meşgul olmak cesaretini
gösteremezdi.
Bu bakımdan Ferit Bey’in beni görmek istemesini çok cesaretli ve medeni bir
hareket olarak gördüm. Ferit Bey Nazım’a da çok ilgi ve dostça bir yakınlık
göstermiş, hatta hapishanenin en havadar olan batı yönündeki en üst katına
çıkmasını sağlamıştı. İşte bu yürekli adamla görüştüm. Elimi eski bir
arkadaş gibi sıktıktan sonra, “Nasılsınız. Mahkemeniz yakında başlıyor. Bir
avukata ihtiyacınız olacak, birini buldunuz mu” dedi.
“Bir avukata ihtiyacım olacağını inanmıyorum beyefendi. Çünkü ne savunacak
bir suçum var ne de müdafaayı gerektirecek bir durumum” dedim.
Acıyarak bana baktı. “Ne söyleyeyim. Madem böyle düşünüyorsunuz, Allah
yardımcınız olsun. İstanbul’daki mümessiliniz ve memleketteki otoriteler
size bir avukat tutmamın rica ettiler, o yüzden sizinle görüşmek istedim.
Bir ihtiyacınız varsa çekinmeden söyleyin.”
Dört beş kitap ismi verdim. Bir de çok ihtiyacım olan ve hapishane
bakkalında bulunmayan birkaç tuvalet eşyası- sabun, kolonya, diş macunu
gibi- yollamasını rica ettim.
Aradın yıllar geçti, hala bu cesur, temiz yürekli savcı yardımcısını sevgi
ve iyilikle anarım. Biz daha cezaevinden çıkmamıştık ki onun Anadolu’da
uzak, kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabaya atandığını duyduk ve bunda bizim
de payımız olduğunu düşünerek üzüldük. Aradan zaman geçince bu genç savcı
yardımcısının, Nazım’ın şiirlerine tutkun olduğunu ve onlardan çoğunu ezbere
bildiğini öğrenmiştik.
Cezaevi günlük hayatın o kadar da sıkıcı değildi. Nazım’la arkadaşları
aralarında sık sık futbol, voleybol ve birdirbir oynuyorlardı. Hepse de
neşeli ve canlı mektepliler gibiydi. Nazım’a gelince, hepsini bir baba gibi
gözetiyor, onlarla oynuyor ve her birine ayrı ayrı oyun hakkında direktifler
veriyordu.
Oyun faslı bitince Nazım, Nail’le beraber bir duvar dibine çekiliyor ve
Nail’e yazılarını dikte ettiriyordu.
Martın üçü, duruşma günüm. Bursa Ağır Ceza Mahkemesi salonu. Nice haksız
kararların verildiği yer. Duvarları, utançtan olmalı, çoktan kararmışlar.
İddianame bir sayıklama şaheseriydi. Bir sürü, olduğundan… bulunduğundan… ve
bundan dolayı… ve mucibince’ler ve saireden sonra, benim tehlikeli bir
ihtilalci olduğumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru rejimini devirmeye
teşebbüs etmiş bulunduğumdan, suçumun Ceza Kanunu’nun filan sayılı maddesine
uymakta olduğundan, benim bu maddenin a ve b fıkraları mucibince muhakemem
icap ettiğini….
İlk duruşmam böylece bitti. Beş gün sonra savcılık emriyle beni hapishanede
siyasi suçluların bulunduğu üçüncü kata çıkardılar. Nazım ve arkadaşlarına-
hepsi otuz dört kişiydi- hapishanenin batı kanadının son katı verilmişti.
Diğer mahpuslarla bir arada bırakılmaları yasaklanmış olduğu için, iki yüz
tutuklunun oturup yatmasına yeterli olan bu kat, sadece 34 kişiye
hasredilmişti. Ben de gelince 35 kişi olduk.
Malta boyuna bakan, dört büyük ve beşer kişilik iki koğuş bulunuyordu.
Koğuşların içinde yerden bir metre yüksekte, yüzün üçte ikisini kaplayan
tahta kerevetler vardı. Mahpuslar geceleri bu kerevetin üzerinde yatmak için
şiltelerini yayıyor, gündüzleri ise şilteleri toplayıp oturmak için yer
açıyorlardı.
Katta yıkanacak yer yoktu ama altı musluk bulunuyordu. Üstelik altı adet WC
mevcuttu. Yıkanmak isteyenler kova veya gaz tenekeleri içinde, mangalların
üstünde su ısıtıyorlardı. Bu konforla bu kat diğerlerine göre bir köşk
sayılırdı.
Mart ayının ilk haftası. Saat on yedi. Ders zamanı. Herkes Nazım’ın
bulunduğu dipteki büyük koğuşta. Bu koğuşta Nazım, Nail, Tornacı Ahmet,
Bulgar Gavritch ve Ufak Ali gelip yatıyordu.
Nail, Nazım’ın en yakın arkadaşı sayılıyordu, o da şairdi. Küçük bir şiir
kitabı da neşretmişti. Şiirlerinde içli ve dokunakla taraf yok değildi.
Yirmi beş yaşlarında, orta boylu esmer bir gençti. Grubun içinde, Nazım’dan
sonra en okumuş olanı. Konya Lisesi’ni bitirdikten sonra Moskova’ya, yüksek
tahsil yapmaya gönderilmiş. Üniversiteyi bitirip bitirmediğini bilmiyorum.
Nazım
onu küçük bir kardeş gibi yanından ayırmazdı. Hastalık geçirdiği, belki de
hala o canavar verem hastalığından büsbütün yakasını kurtaramadığı için,
Nazım ona özel bir ilgi göstermekte haklıydı.
Sabahları erkenden kalkılıyordu. Bana, Bursa’nın kuzey kısmına bakan küçük
koğuşu vermişlerdi. Ali Galip ve Gavritch’in yardımıyla burasını iyice
temizleyip kendime göre yerleştirdim. Bol bol yerim vardı.
Nazım’la arkadaşları küçük bir “Communaute” halinde yaşıyorlardı. Gelirin
büyük parçasını, Nazım’ın kitaplarından ve dostlarından gelen ppara
oluşturuyordu.
Günlük işler bölünmüştü: Alışveriş, yemeğin pişirilmesi bu işleri bilen üç
arkadaşa verilmişti. Bulaşık ve koğuşların temizliği istisnasız ve sırayla
herkes tarafından yapılıyordu. Bol olan yalnız ekmekti. Her gün adam başına
verilen kiloluk tayının hepsini yemek imkansızdı. Kalan ekmekler
biriktiriliyor ve Pazar günleri gelen ziyaretçi ailelere veriliyordu.
Kahvaltı çay ve zeyti. Genellikle menüde büyük değişiklik olmazdı. Öğle
yemekleri fasulye veya mercimek ve patates. Gelir bol olduğu zamanlar
fasulyeye bir pilav ilave ediliyordu. Akşamları kasaptan alınan kemikler
kaynatılıp onların suyuyla sebze veya un çorbası yapılıyordu. Tatlı diye bir
şey yenmiyordu. Olağanüstü olaylarda tahin helvası tatlıların kraliçesi gibi
görünürdü.
Yiyecek işinde darlık var denemezdi. Güçlük sigaradan ileri geliyordu.
Grubun içinde yalnız on kişi sigara içmiyordu. Kalan yirmi dört kişiye günde
üç sigara dağıtılıyordu. Onlar da bu sigaraları ikiye bölüp altıya
çıkarıyorlardı.
Avludan koğuşlara dönüldüğünde tarih ve dil derslerine başlanırdı. Benim üs
kata, yanlarına çıktığım vakit, Nazım bu dersleri üstüme alıp alamayacağımı
sorduğunda sevinçle kabul ettim. Böylece Nazım’ın ders yükü hafiflemiş
oluyordu. Aslında bu benim için de olumlu bir meşgale oluyordu. Yalnız
kaldıkça yaslı yaslı, düşüncelere dalmaktan beni bir müddet uzaklaştırdı
hocalık. Hatta ayrıca isteyenler varsa, onlara Arapça veya İngilizce de
öğretebileceğimi söylemiştim. Çünkü Fransızca öğretmenliğini Nazım üstüne
almıştı.
Dersin süresi bir saatti. Fakat her dersten sonra bir ihtilal şarkısı
söylemek gelenek haline gelmişti. Bu şarkıların çoğu Bulgar ve Sovyet
ihtilal şarkılarından, Nazım ve Nail tarafından adapte edilmişti.
“Jandarma”, “Volga mahkumları” şarkıları gibi. Bu şarkıların sözleri öyle
sıcak ve dokunaklıydı ki…
Nazım’ın koğuşunda tavla, iskambil kağıdı ve domino da vardı. Boş zamanlarda
isteyenler sırayla tavla ve domino oynardı. Fakat oyun bitince tavla,
iskambil veya dominoyu yerine koymak zorundaydı herkes.
Mecmua ve gazeteler için de aynı kaide uygulanırdı. Bunlar muntazam bir
şekilde sıralanmış dururdu. İsteyenler oradan alır, okuduktan sonra getirip
bırakırdı. Bu disipline herkes şartsız olarak saygı gösterirdi.
Benim yanlarında oluşum, Nazım’ın serbest zamanını arttırdığı için, şimdi
daha sık olarak Nail’e yazılarını, şiirlerini dikte ettiriyordu.
Saat on beşte tekrar derslere başlamışlardı: Tarihi maddiyecilik,
diyalektik, Türk Kurtuluş Savaşı tarihi, Türkiye’deki işçi hareketleri,
sendikacılık vesaire…
Bu derslerin çoğunu Nazım’la Nail verirlerdi. Galip ve Tornacı Ahmet onlara
asistanlık yapardı.
İkinci duruşmamdan bir gün önce Nazım’la konuşuyorduk. “Seninle iki sebepten
ötürü ilgileniyorum Fayek kardeş” dedi. “Birincisi yaşından çok daha olgun
oluşun. Bu olgunluğa nasıl ulaştın, doğrusu şaşılacak şey. İkincisi kendini
disiplinlemeyi kolaylıkla başarıyorsun. Bu da çok önemli bir yanın. İnsan
olarak epey çetin yollardan geçmişsin. Bizim aramıza geldiğinden beri kötü
şartlarda bulunduğun halde ağzından bir tek yankılı söz çıkmadı. Sonra bu
kadar zengin bir kültürü ne zaman ve nasıl elde ettin? Şaşılacak iş. Bunca
yabancı dil…”
Nazım’ın samimi görüşlerine rağmen biraz sıkılmıştım. “Bunlar pek önemli
sayılmaz üstadım” dedim. “babasız büyümek insanı vaktinden önce
olgunlaştırır. Küçük yaşta sorumlu oluyoruz. Sonra annem bize çok insancıl
ve çok bilgiç bir terbiye verdi. Dil bilme işine gelince, Beyrut’ta çok kişi
iki üç dil bilir.”
“Mütevazi olmak iyi bir şey Fayek kardeş. Ne olursa olsun senin gibi gençler
pek az; kafası dolu, yüreği zengin olmak güzel şey”. Sonra konuyu
değiştirdi: “Önümüzdeki Pazar Piraye geliyor. Senden ona epey bahsettim
mektuplarımda”.
Nazım’ın şairliğini, yazarlığını çok kişi yazdı. Yazılanları tekrar yazanlar
oldu. Ben bu yazılanların önemli bir kısmını okuduktan sonra kendime şu
soruyu sordum: Acaba nasıl oluyor da bu ünlü kişiler, bu edebiyat uzmanları
Nazım’ı, kanlarında yüreklerinde ve bugünkü yaşamımızın içinde
anlayamamışlar?
Nazım’da -hiç değilse o sıralarda- bir çeşit Mesihlik vardı. Yaptıkları,
duygu ve yazılarına tastamam uyuyordu. İnsanlık yönü, şiirlerindeki
derinlik, insancıllık ve içlilik kadar engindi.
Duruşmamın son celsesi: 26 Nisan 193. Bursa Ağır Ceza Mahkemesi
yargıçlarının “hakkımdaki vicdani kanaati subuti mertebesine vasıl
olduğundan” ve suçumun Türk Ceza Kanunu’nun 162. maddesi yoluyla 451-451
ilah maddelere tetabuk ettiğinden, …den, … den ve dendenlerden sonra, oy
birliğiyle beni beş yıl ağır hapse mahkûm ettiler.
Sağ olsun Bursa şehri. Buraya geldik fakat bir türlü bırakıp gidemedik.
Nazım hemen o akşam İrfan Emin’e telgraf çekti. On gün içinde kararı temyiz
etmek gerekliydi. Nazım üzüntüsünü saklamaya çalışıyordu benden: “Temyiz
mutlaka kararı paramparça kırar” diyordu, İrfan Emin işini bilir,
göreceksin.”
“Fakat üstadım bu kararı bekliyordum ben. Hakimlerin halinden okunuyordu
zaten. Bu mahkemeler bir komedi. Hatta Naşid’in tuluatçı komedileri bu
mahkemelerden daha ciddi”.
Nazım bir türlü yenilgiyi kabullenemiyordu: “Cumhurbaşkanı’na ve Maarif
Vekili’ne de birer mektup yollarsın, temyiz layihasıyla beraber. Göreceksin,
nasıl tesirli olacaktır”.
“Peki madem ki öyle, siz niye yazmadınız onlara?”
“Benim durumum başka. Her ne kadar hiçbir suç işlemişliğim yoksa da bir alay
şiirlerim var ortada. Sen yabancısın, talebesin, sonra daha çok gençsin.
Kimseyle alışverişin yok”.
Biraz düşündüm, Nazım’ın hakkı yok değildi. “Maarif Vekili neyse de”, dedim,
“Cumhurbaşkanına yazmak…”
“Bilakis, çekinme, o kabadayı bir insan. Diğer cücelere benzemez. Benim
umudum asıl onda”.
Kaynak:
A. Faik Bercavi- Nazım’la 1933-1938 Yılları- Cem yayınevi, 1992
|