Donduran 1942 Kışı
2. Dünya Savaşı'nda Bursa
Hasretlik
Bursa
Cumhuriyet Dönemi Bursa Tarihi
|
|
Soğanlı’daki evimizin yakınında bir yere ölmüş bir at bırakılmıştı. Ertesi
gün pencereden leşin başına bir sürü leylek, akbaba, kartal ve karganın
üşüşmüş olduğunu gördüm. Leşin başındaki bu kocaman kuşlar aniden
birbirlerine saldırmaya, horozlar gibi dövüşmeye başladılar. Kısa zamanda
birçok başka kuş da geldi. Hem yerde hem gökte kartallar ile leylek savaşı
başlamıştı. Bazı köylüler tüfekleriyle gelip kartallara ateş ettiler.
Soğanlı ve İzvat (günümüzde Çukurca) köyleri yakınlarında yüzlerce kuş ölüsü
vardı…. Bu muharebede gazi olmuş bazı leylekleri bazı insanlar korumaları
altına almışlar. Ellili yıllarda köylerde böyle leyleklere rastladım.
Bursa’da bile bazı esnaflar bunları himaye altına almışlardı. Bunlardan en
son kalan iki leylek 1951 yılına kadar Tahtakale çarşısında insanlar
arasında dolaşıp duruyor, gelip geçenin verdikleri yiyeceklerle
doyunuyorlardı.
Bir gün ansızın herkes ağlamaya, bazıları saçını başını yolarcasına
bağrışmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken haminnem, “Gazi Paşa
ölmüş, millet onun için ağlıyor” diyerek durumu izah etmişti. Yahudi
komşularımız dahil herkes ağlıyor, kimileri dizlerini, başını yumrukluyordu.
O gün ve takip eden bilmem kaç gün, her zaman kulaklarımıza gelen gramafon
sesleri kesilmişti. Bir gece babam beni Altıparmak Caddesi’ndeki pehlivan
kahvehanesine götürmüştü. Millet sadece Ankara radyosunu dinliyordu. Derken
birkaç gün sonra bir gün, ikindiden akşama kadar Tophane’den toplar atıldı.
Yas içindeki o millet aniden değişti. Hemen herkes gülmeye, hatta birçokları
davul zurna oynamaya başlamıştı. O sırada, genelde olduğu gibi, kardeşimle
beraber Nalbant Recep Usta’nın dükkanında oynuyorduk. Recep Usta, “İsmet
Paşa reisi cumhur seçilmiş, bu toplar onun için atılıyor” diye durumu
açıkladı. Top sesleri mahallenin tüm çocuklarını sokağa dökmüştü. Patlayan
topun namlusundan çıkan duman ve alev alev yanan paçavralar bizleri aşırı
heyecanlandırıyor, “hey, hey, İsmet Paşa çok yaşa” diye bağırıyorduk.
Sonraki günlerde herkes İsmet Paşa’yı konuşur olmuş, Gazi Paşa adeta
unutulmuştu. Pehlivan kahvesinin Dünya Güzeli portresinin yanına İsmet
Paşa’nın diplomat kıyafetli boy resmi asılmıştı. Kahvenin gramafonundan
“Yine yükselecek Türk Hava Kuşu, şahinler sokmaz bu yurda baykuşu,
tecrübeler görmüş başkanımız var” gibi İsmet Paşa’ya övgü içeren türküler
çalınmaya başlamıştı. Okula başladığımda ilk gözüme çarpan, kara tahtanın
üzerinde asılı Atatürk ve İnönü portreleri, yanlarında İsmet Paşa’nın “Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, devletimizin banisi, insanlık idealinin aşık ve
mümtaz siması” diye başlayıp “atan sana minnettardır” diye biten
hitabesiydi. Sonraki yıllarda Atatürk’e Ebedi Şef”, İsmet Paşa’ya Milli Şef”
deniyordu. Sağlığında kimsenin Atatürk’e şef mef dediği yoktu oysa.
1942 kışı unutulmayan kışlardan
biriydi. Her yer 30 santim karla kaplıydı, bütün dereler, sular ve toprak
buz tutmuştu. Ocak şubat aylarında salhane suyu ile göl haline gelmiş tarla
ve bahçelerden sürüler halinde yaban ördeği, yaban kazı, mezgeldek, çulluk
gibi av kuşları konup kalkıyordu. Bir avcının tüfeğini patlatmasıyla
binlerce kuş havalanıyor, gökyüzü kara bulut gibi kaplanıyordu.
Anlattıklarına göre o kış bütün Nilüfer vadisi ve kanalları, Uluabat ve
Manyas gölleri çevrelerindeki sular böyle av kuşlarıyla dolmuştu. Kışın
şiddetiyle Ergene Vadisi, Büyük ve Küçük Çekmece gölleri donmuş, oradaki av
kuşları daha ılıman olduğu için bizim buralara gelmişlerdi.
Soğanlı’daki evimizden Altıparmak’taki okuluma giderken bazı kadınların
sırtlarına bağladıkları teneke ya da sepetlere, ellerindeki maşalarla yerden
bir şeyler toplayıp attıklarını görmüştüm. Bunlardan birinin yakınına
gittiğimde yerden köpek boku alıp arkasındaki tenekeye attığını gördüm. Bunu
niçin yaptığını sorduğumda bana “tabakhaneye götürüp satıyorum” dedi.
Yaptığı iş beni hem tiksindirmiş hem düşündürmüştü. Sürüler halinde dolaşıp
dalaş ve kavgalarıyla etrafa dehşet saçan köpeklerin pisliklerinden dahi
nisanlar nafakalarını çıkarıyordu. Merakımı çektiği için okula giderken
tabakhanenin içinden geçtim. Burnuma gelen köpek boku ve çürümüş yumurta
kokusuna benzer kokular yüzünden az daha bayılacaktım. Bir kapının önünde,
elindeki kılıç kadar büyük bir bıçakla deri tasfiye ve traş eden bir
debbağdan (tabak da diyorlardı) öğrendiğime göre debbağlar köpek boklarını
sepi maddesi olarak sabahları derilere sürerler, bunları üst üste koyarak
öylece yirmi dört saat bekletirler, sonra bol suyla yıkarlarmış. Aynı işi
öğütülerek un haline getirilmiş palamut meşesiyle de yapıyorlarmış. Deriyi
sepileyen, tanen denen kimyasal maddeymiş ve bu en fazla köpek bokunda
bulunurmuş. O, sıkça duyduğumuz, “hey acelen ne? Tabakhaneye bok mu
yetiştireceksin” deyişi buradan geliyormuş.
Annemin uzak akrabalarından Ömer Abba, namı diğer İngiliz Ömer’den
bahsedeyim. Ömer Abba zamanın epey namlı bir ustasıymış. Bugün Bulgar sınırı
içinde kalan yerlerde ve Bursa’da yaptığı yapıların yakın tarihe kadar
ayakta olduğu anlatılırdı. Mesela Ziraat Okulu’nun karşısında, şimdi enkazı
bulunan su değirmeni, bu değirmenin suyunun temin edildiği, eski Balıkesir
yolunun Nilüfer Çayını kat ettiği yerdeki su seddi, Mudanya’nın
Dereköy’ündeki kilise ve Kestel’de bir cami Ömer Abba’nın elinden çıkmış.
Çok tanınmış bir usta olduğundan çok yerden inşaat için davet alır ama daha
ziyade Bursa’yı tercih edermiş. Bugünkü İhsaniye ve Beşevler köylerinin
kurucusu sayılırmış. Bursa’ya her gelişinde, aldığı inşaat işinde birlikte
çalıştırmak üzere kardeşlerinden, hısım akrabalarından birkaçını getirir,
buralara yerleştirirmiş. Şimdiki İnegöl sanayi çarşısının bulunduğu eski
hava alanı yakınında, çocukken gördüğüm üç yel değirmeni de onun elinden
çıkmış. Zaten kendisinden en son haberlerin İnegöl’den geldiği ve sonra nam
ve nişanının kaybolduğu anlatılmıştı.
Bir gün bahçemizde vişne topluyorduk. Rüzgar olmadığı halde ağacın beni
düşürmek istercesine sallanışının nedenini anlamaya çalışıyordum ki Ahmet
Dayı’nın “La ilahe illallah, deprem oluyor” demesiyle aklım başıma geldi.
Sarsıntı epey uzun sürdü. Horoz Ahmet, “hadi vişneleri toplayalım, bu
zelzele Bursa’ya epey zarar vermiştir, vakit kaybetmeyelim” demiş ve
sepetlerimizi acele doldurup yola koyulmuştuk. Merinos ve İpekiş’in önünden
geçerken fabrikaların ikisinin de sağlam olduğunu gördük. Ancak İpekiş’i
geçince büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Stadyumun çevre duvarlara
yıkılmıştı ve faytonlara, brıçkalara yaralılar, kimileri yarı baygın
insanları bindiriyorlar ve bu arabalar hastanelere doğru hareket ediyordu.
Stadyumda güreş mi yoksa maç mı ne varmış, beleşçiler seyir için stadyum
duvarındayken zelzeleye yakalanmışlar ve hepsi dört metre yüksek duvardan,
duvar taşları ile beraber yuvarlanmışlar. Fayton ve briçkalar yarım saatten
fazla bir zamandan beri yaralıları taşımaktaymış. Biz geldiğimizde belki
yüze yakın insan ah, oh diyerek yerde yatıyordu. Çoğu genç insanlardı. Bu
telaşlı manzarayı beş on dakika seyrettikten sonra sepetleri omuzumuza alıp
sokak aralarından geçerek eve geldik. Yolda zarar görmüş herhangi bir ev
görmemiştik. Hemen Pehlivan’ın kahvesine gittik. Kahvedekiler radyodan
Adapazarı’nın battığını haber aldıklarını söylediler.
(editörün notu: anlatılan 1943 Adapazarı-Hendek
depremi)
Soğanlı'dan Kuruçeşme
Mahallesi'ne taşındık.
Kuruçeşme Mahallesi’ndeki Kuruçeşme Sokağı’nı, tam ortasından Altıparmak
Caddesi’ne bir T yaparak bağlayan bir sokak daha vardı. Bu sokakla T’nin ucu
arasındaki köşede tek katlı, uzun, içi salon gibi geniş, köşesine denk gelen
iki kanatlı kapısı üstünde HALKEVİ yazan bir tabelası olan bir bina vardı.
İki yıl sonra Halkevi tabelası sökülmüş, yerine Uludağ Güreş Kulübü levhası
asılmıştı.
Hocahasan ve Çırpan, Bursa’nın kuzeyinde, varoş dedikleri kenar
mahallelerdi. Bu varoşlar Çırpan, Hocahasan, Ahmetpaşa, Kiremitçi,
Elmasbahçe, Yıldırım şeklinde sıralı kenar mahallelerdi. Bilhassa Hocahasan
ve Çırpan, fakir fukaralığın, sefaletin ve her türlü edepsizliğin kumkuması
sayılabilecek yerlerdi. Kısa zamanda öyle şeyler gördük ki, Soğanlı’daki
bahçeli evimizden buraya taşınmakla kendimizi gayya kuyusuna düşmüş gibi
hissettik. Hemen her gün vuku bulan gasp, soygun, hırsızlık, tecavüz, kavga
hatta cinayet gibi melanetler bu mahallenin doğal bir parçasıydı.
Yakınımızda iki kahvehane vardı. Birine Şükrü’nün kahvesi diğerine
Tabanlı’nın kahve deniyordu. Geceleri buralardan küfürlü sarhoş naraları,
kavga şamataları ve silah sesleri gelir, uykularımızdan olurduk. Mahallenin
tüm erkekleri buraların müdavimleriydi. Sigara dumanı dolu, izbe gibi
yerlerde günün her saatinde alt kol iskambil, altmış altı, pişpirik, domino
ve aznif oynayarak vakit öldürürlerdi. Çocuklar da sanki evleri yokmuş gibi
geç saatlere kadar sokakta oynar, kavga gürültü çıkınca kahve kapıların
önüne birikip olanları seyrederdi. Onlar da birbirleriyle oynarken küfür ve
kavga ederlerdi. Çocuklar kavga etti diye ana babaları kavgaya tutuşur, iki
üç kişinin dalaşı ile başlayan kavga sokak arbedesine dönüşürdü. Çok azı
hariç bütün genç ve orta yaşlılar külhanbeyi kisvesiyle giyinir ve argo
konuşurlardı. Yumurta topuk, genelde iki renkli ve sivri burunlu
ayakkabılarını ya da tulumbacı cinsinden pabuçlarını arkası basık olarak
giyerlerdi. Otuz iki parça lacivert veya siyah pantolon, çıplak tene
giyilmiş, sedef düğmelerinin dörtte üçü, göğsünü açık bırakacak şekilde
iliklenmemiş beyaz ya da siyah gömlek, omuzlarına yanlamasına, yenleri
giyilmeden kondurulmuş ceket, siperliği yukarı doğru kıvrık kasket, üzümle
şekillendirilmiş ve burulmuş pos ya da pala bıyık, bele sarılmış beyaz ya da
siyah kuşak, bu kuşağa sokulmuş ve ancak sapı görülebilen ya da ceketinin iç
cebinde saklanan bir kama, bir de elde iri taneli oltu taşı ya da kehribar
tespih! Bu külhanbeylerinin sokakta yürüyüşü tam seyirlikti. Gövdeleri,
dizlerinden hafifçe kırdıkları bacakları üstünde öne doğru eğik. Kolları
koltukları kabarmış şekilde sarkıtılmıştı. Ayak uçları içe doğru eğik,
adımlarını her an sıçramaya hazırmış gibi ağır ve tabanlarını hafiften yere
sürterek uzunca atarlar, başlarını çevirmeden üç adım önlerine bakarlar, ara
sıra sadece gözlerini sağa sola çevirerek etraflarını kolaçan ederlermiş
gibi, külhanbeyi ağzıyla “Toros Toros” yürürlerdi. Külhanbeyi dedikleri bu
adamlar Altıparmak Caddesi’ndeki meyhanelerde, bilhassa Arap Şükrü
meyhanesinde ucuz şarap içerek, üçü ya da beşi bir arada, bahçeliklerde
‘küme’ dedikleri evlerde esrar çekerek sarhoş olurlar, kendi tabirleriyle
iyice matiz olduktan sonra mahallenin sokaklarında, tıpkı Karagöz
oyunlarının Tuzsuz Bekir’i gibi “eeeyt, var mı bana yan bakan! Yan bakanın
anasını, avradını, kızını, kısrağını, geçmişini, geleceğini” diye naralar
atar ve daha yakası açılmadık ne varsa bağırarak herkesi rahatsız ve
tedirgin ederlerdi. Bu naraları duyan herkes evlerine kapanır, perde
arkasından heriflerin marifetlerini seyre koyulurlardı. Sokaklardaki
insanların eve kaçmaları ve perde arkasından kendini seyretmeye başlamasını
görmesiyle külhanbeyi edepsizliklerini arttırarak sürdürür, herkesi
korkuttuğunu zannederek iyice keyiflenirdi. Herkes kaçardı dedim ama
çocuklar istisna teşkil ederdi.
Onlar kaçmaz, tam tersine külhanbeyinin 15-20 metre gerisinden, beşi onu bir
arada yürüyerek onun yürüyüşünü taklit ederler ve onun gibi nara atarlardı.
Külhanbeyi arada bir bu çocuklara dönüp “gidin lan evinize yoksa ananızı,
ablanızı” diye küfreder, üzerlerine yürürdü ama nafile. Çocuklar hızla
kaçar, onları yakalayamayacağını anlayan külhanbeyinin durmasıyla yeniden
toparlanıp peşine düşerlerdi. Külhanbeyi, tesadüfen bulunduğu sokaktan
geçmekte olup da kendisinden korkmadan yürüyen bir kimse gördüğünde hemen
elini bıçağını atarak onun yolunu keser, bütün şirretliğiyle adama
hakaretlerde bulunurdu. Adamlar beladan uzak durmak için, sanki sokaktan
geçmek suçmuş gibi, külhanbeyinden özür diler ya da “aslansın, tosunsun,
ağasın” diye onu pohpohlayarak uzaklaştırırlardı. Hakarete uğrayanlar ya her
şeyi sineye çekmek ya da yaralanmayı göze almak durumundaydılar. Çoğu zaman
başka bir külhanbeyine sığınırlar ve ondan yardım isterlerdi. İşin garibi
bütün külhanbeyleri mahallenin efesi olma hevesinde olduklarından,
aralarında da sürekle kavga ederler, birbirlerini kolaçan ederlerdi.
Birbirlerine posta koyup korkutmaya çalışırlardı. Sonunda karşı karşıya
gelindiğinde bıçaklar çekilir, birinden biri yaralanır, yaralayan firar
eder, yaralanan hastaneye kaldırılırdı. Bıçaklananlardan ölenler de epey
olurdu. İşin garibi, bu olanlardan polisin haberi olmazdı. Anlaşılan ölümle
sonuçlanmayan yaralamalar polisi ilgilendirmiyordu. O yüzden bu tür olayları
şikayet etmek için kimse karakola gitmezdi. Polis karakolu dört yüz metre
yakınımızdaydı ama karakol dışında polis gördüğümü pek hatırlamıyorum. Polis
yerine geceleri sokaklarda pazvant dedikleri üniformalı bekçiler dolaşırdı
ama onlar da bir külhanbeyi narası duyduklarında ceplerindeki düdükleri
çıkarıp fıy fıy diye öttürürler, sanki adamlara kaçmaları için işaret
verirlerdi. Hem bekçi diye çalıştırılan bu kimselerin çoğu külhanbeyi
takımındandı. Asayiş işi, kediye ciğer emanet edilmesine benzer şekilde bu
adamların eline bırakılmıştı. Külhanbeylerin gasp, haraç, yol kesme dışında
üç kağıtçılık, yüzükçülük gibi meslekleri de vardı ve çok zaman bu konularda
iş birliği yapar, bir nevi çete oluşturarak şehrin işlek ya da pazar kurulan
yerlerinde tezgah açarlar ve saftiriklerin paralarını bu yolla
söğüşlerlerdi. Bazen cebi boşalmış biri yüreklice hareket eder ve parasını
geri almak için davranırsa da, bunlar tabanları yağlayıp süratle kaçar,
diğer üç beşi de adamı durdururlardı.
2. Cihan Harbinin en sıkıntılı 1943 yazını geçirip sonbahara gelmiştik. Ben,
eski okulumun beşinci sınıfına, kardeşim de Altıparmak Okulu da denen
Altıncı İlkokulun birinci sınıfına başlamıştık. Altıncı İlkokul, Altıparmak
bayırının üst ucunda, Yahudilik semtinde, havranın karşısındaydı. Yeni
öğretmenim otuz beş yaşlarında, esmer, biraz şişmanca, sürekli tayyör etek
giyen bir kadındı. Kocası Bursa Emniyet müdürüymüş. Karı koca, Altıparmak
Caddesi’nin alt ucundaki büyük çınar ağacının yakınında, Cilimboz değirmeni
ve stadyum kapısının karşısında ve Merinos asfalt yol sapağının başladığı
yerdeki beş katlı bir apartman olan Emniyet Lojmanlarında otururdu.
Lojmanlar okulumuza 400 metre uzaktaydı. O yıl bizim 13. Kuruçeşme Okulu’nda
ilk kez beşinci sınıf açılmıştı. Ben ve arkadaşlarım ilk öğrenciler, Zarife
Hanım da ilk öğretmeniydi.
Bizim ve semtimizdeki diğer mahallelerin sokakları bilhassa gündüzleri
tıklım tıklım çocukla dolardı. Yeni yürümeğe başlamışından tutun da on beş,
on altı yaşına kadar bütün yaş grupları sokak akranlarıyla oynardı. Yirmi
beş otuz yaşlarındaki adamlar da kahvelerde ya da mezarlıkta barbut ya da
altı mile ile kumar oynarlardı. Mezarlık oyun sahamız içinde olduğu için
onları görürdük. Bütün çocuklar için cazibe odağı olan o sokaklar yok mu, o
sokaklar! Melankolik bir atmosferi vardır sokaklarda ve bütün çocukları
melankolikleştirerek kendine tutsak eder. Çocuklardaki aile bağlarını,
ana-baba, yuva sevgisini, terbiyesini, safiyetini, görev duygusunu, velhasıl
iyi olan her şeyi değirmen taşı gibi öğütür; mahveder çocuklar, mahveder!
Okumaya, bilgilenmeye doğru yöneldikçe sokaklarda geçirilen vakitler
azalmıştı. Sokakla ve nefsimizle mücadele ede ede lise çağlarına
gelebilmiştim. Ama kendimi bulabilmek, kitaplardan, gazete ve mecmualardan,
radyolardan, okul arkadaşlarımdan ve hatta öğretmenlerden gelen telkinler
nedeniyle çok zordu. İnanmaktan dinsizliğe, milliyetçilikten komünizme kadar
uçlar arasında yalpalayıp duruyorduk. Din konusunda da böyleydik. Okulda din
dersi yoktu. Aile içinde bilinen din ise genellikle kulaktan dolma ve dinden
ziyade hurafeler manzumesi gibi şeylerdi. Camilerde vaaz veren birçok hoca
türemişti. Ama bu vaazlar esastan ziyade ibadet şekilleri üzerine
yoğunlaşırdı. Ayrıca bunlar insanları azap ve gazapla korkuturlardı.
Sokakta seyyar satıcılar kalabalık bir zümreydi ve çok ilgi çekiciydiler.
Müşteri çekebilmek için kendilerince usuller icat etmişlerdi. Bilhassa akşam
üstleri yoğurtçular suağacına asılı tablalarına koydukları yoğurt
tepsilerini omuzlarında taşırlar, bir ellerinde tuttukları çanları çalarken
kimi “tazee yoort” diye, kimisi de eşek arabalarıyla telisler ve talaşlara
sarılmış buz ya da Uludağ karı dolaştırır, “kar var, buz var, İstanbul’da
bir kuş var, kanadında gümüş var” diye bağırırlardı. At arabasıyla soğan
satan, bir gözü kör bir Recep Ağamız vardı ki sadece “soğansız yemek olmaz”
diye bağırırdı. Hele gözünün akı karasından fazla bir çingene adamın,
“mangal bacakları alıyorum, taralelli” diye bağırması çok komiğime
gidiyordu. Bir lokmacık hurma tatlısını “balabanlar, balabanlar” diye
satmaya çalışan tatlıcıları, onlarca sepet ve seleleri sırtlarına yüklenmiş
“selelerim var, sepetlerim var” diye dolaşan çingene kadınları, başlarında
taşıdıkları tava tepsileriyle “tahanlı pide, çörek, simit var” diye bağıran
çocukları unutmak ne mümkün!
Avlanmak için en çok, şimdiki Santral Garaj’ın bulunduğu yerdeki belediye
çöplüğüne giderdik. Çünkü çöplükte bol kuş olurdu. Bilhassa serçe ve
sığırcıklar. Çöplük, Fevzi Çakmak Caddesi’nin Mudanya Caddesi’yle kesiştiği
yerde, varoşların beş, altı yüz metre uzağındaydı. Çöplüğün güneyinden
Mudanya Caddesi, kuzeyinden de Bursa-Mudanya demiryolu teğet geçmekteydi.
Batısı ve doğusunda demiryoluna inen, demiryolunu aştıktan sonra Büyük
Balıklı ve Küçük Balıklı köylerine ulaşan araba yolları vardı. Batıdaki yol
ile çöplük arası bahçelikti. Çöplükten inen bir patika bu bahçenin doğusuna
sınır çizer, demiryoluna varmadan, şimdiki Almira Otel’in kıyısından inen
Küçük Balıklı yoluna kavuşurdu. Bu noktada kaynak suyu akıtan ve üzerinde
“vecealna minel mayi külli şeyyin hayyi” yazılı bir çeşme vardı. Çöplük
sahasında beş altı, bazen sekiz on kişilik hırpani kılıklı grup olur,
yaktıkları ateşle ısınmaya çalışırlardı. Bu gruplar çöplük sahasını adeta
parsellemiş gibiydiler ve birbirlerinden ayrı yerde ateş yakarlardı. İki
tekerlekli çöp arabaları bir grubun olduğu yere geldiğinde o gruptaki
insanlar, çöpçü atını arabanın oklarından boşandırır boşandırmaz arabaya
saldırır, çöpleri karıştırmaya başlarlardı. Bir gün çöplükten ne
topladıklarını anlamak için yanlarına gittim. Yaşlı kadını tanımıştım. Her
gün bizim sokaktan sırtında ipi ile geçen hamalın yanında yürüyen kadındı.
Keşke o insanların ne yaptıklarına hiç bakmasaydım. İçim acımış, yüreğim
lime lime olmuştu. Sapanımla vurduğum dört kuşun hepsini hamal dayıya verip
döndüm. Birkaç gün sonra karlı havada, avlanmak için yine çöplüğe gitmiştim.
Peşine düştüğüm bir kuş tam ateş edeceğim sırada uçuyor, beş on metre
ilerdeki ağaçlara konuyordu. Ben de gözümü ondan ayırmadan ilerliyordum.
Birden bir cisime çarpınca irkildim. Önüme baktığımda bir adama tosladığımı
gördüm. Adam, bahçeden patikaya uzanmış bir ayva dalında boynundan asılmış,
açık gözlerle ve sabit bakışlarla sanki bana bakıyor gibiydi. Yüzüne iyice
bakınca onun her gün bizim mahalleden geçen, sırtı ipli hamal dayı olduğunu
anladım. Ekmek parasını çıkarmaya çalıştığı hamal ipiyle kendini asmıştı.
Onu öylece bırakıp hızla çöplüğe döndüm. Gruba yaklaştım, patikayı işaret
ederek, “teyze, babanız kendini ayva dalına asmış” diyebildim. Önce
anlamadılar. Ardından önce genç kadın, sonra yaşlı kadın ağlamaya başladı.
Ve hep birlikte işaret ettiğim noktaya koşmaya başladılar. Oradan ayrılıp
önce Fevzi Çakmak Caddesi’ne, sonra da şehrin kenarına ulaştım. Orada bir
bekçi kulübesi bulunurdu. Kulübede mangal önünde ısınan bekçiye gördüklerimi
anlattım. Bekçi umursamaz bir vaziyette ayağa kalktı. Bana, “sen
gidebilirsin” der gibi işaret yaptı ve duvarda asılı telefonun kolunu
çevirdi. Ben eve giderken bekçinin, “alo komiserim, alo” diye bağıran sesi
kulağımda kaldı. Eve yürürken babamın Soğanlı’daki bahçemizi satmak için
ısrar ettiği günlerde söylediklerini hatırladım. “Şehirde insanlar kalabalık
olunca birbirlerine sahip çıkarlar, muhtar sahip çıkar, hükümet sahip çıkar”
demişti. Hani o sahip çıkan insanlar? Muhtar nerede, hükümet nerede?
İnsanlar açlıktan, pislikten kırılıyor ama kimsenin umurunda değil. Gece
yattığımda masalcı ninenin “Şeherlere, şeherlere! Şeherlere nur yağar,
köylere de bok yağar” sözünü anımsadım. İki senedir Bursa’da, yani şehirde
idik. Nu nur, ne nur! Adeta nura gark olmuştuk!
Kaynak: Fetret, Hüseyin Döşer, Ekin yayınevi, 2005 (kısaltarak alınmıştır)
|