
|
|
|
Canan Ekinci Yılmaz
Bursa Okulu Grubu’nun, Musa Ataş’ın 60. ölüm yıldönümüne istinaden
düzenlediği etkinlik, Bursa Gazeteciler Cemiyeti katkılarıyla Basın Kültür
Sarayı, Nilüfer Sahnesi’nde gerçekleşti. Bu etkinlikte, Bursa’nın en eski
gazetecilerinden, aynı zamanda BGC kurucu başkanı olan Musa Ataş’ın
hayatını, kızı Serap Ataş Öztat’ın anlatımlarından ve bana teslim ettiği
arşivinden faydalanarak sundum. Araştırmacı Yazar Deniz Dalkılınç ve
Gazeteci Yazar Hacı Tonak arkadaşlarım da Musa Ataş’ın hayatından kesitler
sundu. Bursa ve Dünya tarihini hem yazarak hem de fotoğraflayarak anlatan
Musa Ataş’ı anlatmaya bir ömür yetmez. O yüzden ben, elimdeki bu arşivi
zaman içinde dijitalleştirerek, Bursa araştırmacılarına miras bırakmak
istiyorum. Bir yandan da onu kitaplaştırmaya çalışıyorum.
Musa Ataş
Daha önce
Ataş’ı anlatan biyografik bir kitap yazılmamış. Birkaç yıl önce Dr. Öğretim
Görevlisi Şafak Etike, Musa Ataş hakkında bir makale yazmıştı. “Bir
Gazetecinin Kaleminden Cumhuriyet Bursa’sı — Musa Ataş’ın Bilinmeyen
Hâkimiyet-i Milliye Yazıları” başlıklı o makaleyi aynı isimle kitaplaştırdı
ve okuyucuya sundu.
Musa
Ataş sağken kendisini tanımadığımdan, onu hep anlatılanlarla, anlatıldığı
kadar biliyordum. Ataş babamın dayısıydı ve babam dayılarını dilinden hiç
düşürmezdi. Her yıl muhakkak beni artık hayatta olmayan Musa Ataş’ın evine,
yaşayan ailesine götürürdü. Onlarda çok zaman geçirirdim. O evi çok
severdim. Ama çocuktum ve babalarını sormayı akıl etmezdim. Bir insanı en
iyi kendi ağzından, kendi anlatımlarından tanıyabiliriz. Ben de onun
arşivleyerek sakladığı yazılarını okurken ve bir yandan da onları
bilgisayara dökerken, kendisini tanımaya ve anlamaya başladım.
Onu, kendi el
yazısı ile anlattığı hayatı, Kurtuluş Savaşı günleri, Atatürk, İnönü,
Cumhuriyet’in kuruluşu, Bursa’nın gelişmesi üzerine yazdığı yazılar,
Merinosçuluk ve Merinos Fabrikası, Çelikpalas, Uludağ, kayak turizmi,
gazetecilik anıları, Cemal Nadir başta olmak üzere dostları, arkadaşları,
İkinci Dünya Savaşı günleri, Demokrat Parti dönemleri, hayat ve dünya
üzerine yazdığı ve her satırında kendi özünden yansımalar taşıyan yazılarla
tanıdım. Karşısında oturmuşum da sohbet ediyormuşuz gibi okuduğum
yazılarında, insan yanını ortaya koyduğunu, toplum için ne kadar yenilikçi
ve ne kadar mücadeleci olduğunu gördüm. (Son zamanlarda onun alkolle olan
dostluğuna bakıp, zaman içinde bu mücadele onu ne kadar yormuş olmalı ki,
yorgunluğunu gidermenin ya da yanlışları görmezden gelmenin yolunu birkaç
kadehte bulmuş diye düşündüm.)
Musa’nın 1901 yılında Dağıstan’da başlayan hayat yolculuğu, 23 Nisan 1964’te
Bursa’da son bulmuştu. Bursa gazetelerinde muhabir olarak çalışmış, ayrıca
köşe yazarlığı yapmıştı. Yıllarca Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinin Bursa
temsilcisiydi. Bursa’da sporun, sanatın, eğitimin, sanayinin ve turizmin
gelişimiyle ilgilenmiş, Stad müdürlüğü ve kayak ajanlığı görevlerinde
bulunmuştu. Basın şeref kartı alan ilk gazetecilerdendi. Aynı zamanda Bursa
Gazeteciler Cemiyeti’nin de kurucu başkanıydı.
Bunca
sene içinde; 1944 yılında “Bursa Kılavuzu”nu, 1948 yılında “Tarih ve Tabiat
Şehri Bursa”yı, 1949 yılında “Bursa Sanatları”nı, yine 1949 yılında “Dünya
Cenneti Uludağ”ı, 1960 yılında “Elli Yıl Önce Bursa” kitabını, 1952 yılında
da “Bursa Kaplıcaları ve Otelleri Broşürü”nü yayımlamıştı. Gazete küpürleri
içinde 1948 Turistik ve Ekonomik Bursa broşürü reklamı da gördüm. Çıkıp
çıkmadığını bilmiyorum. Yazılarını; Fıkra, Görüşler Düşünceler, Doğuşlar,
Bir iki satırla, Bursa Mektupları, Memleket Mektupları, Siyasî İcmâl gibi
başlıklar altında toplamıştı.
Gazete
küpürlerini okurken 1948 yılına ben de onunla birlikte, Musa Ataş’ın o dönem
çalıştığı Hacıağa gazetesinin bodrum katında (bodrum palasta) gazete
çalışanları ile birlikte, radyo başında girdim. Havaların ve insanların
eskisi gibi olmadığını, bunun sebebinin de atom bombası olabileceğini
anlattığı ironik yazısında, tüm o etkilerin hâlâ daha devam ettiğini
düşündüm.
Henüz 19
yaşlarındayken Birinci Dünya Savaşı’nı da, Kurtuluş Savaşı’nı da cephede
yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştik ama o yazılarında hep savaşa
hazır olmamız gerektiğini savunuyordu. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra
yazdığı yazılarda da bu endişesini ve ordumuzun da ülkemizin de güçlü olması
gerektiğini sık sık dile getiriyordu.
Yazılarını
giderek, görerek, konuşarak, dinleyerek, sorarak yazmasının yanında, yurt
dışı haberlerini radyodan dinleyerek yazıyordu. Bir yazısında Moskova’daki 1
Mayıs Bahar Bayramı’nı radyodan dinleyerek anlatmıştı. Bir yazısında onunla
ve Hacı Ağa gazetesi sahibi Lütfi Can ile birlikte ben de Yalova’ya gittim.
Otomobilleri Yalova’ya vardığında vapur kaçmıştı ve Musa Ataş İzmit
körfezini dolanarak yaptıkları ızdıraplı yolculuğu öyle muzip bir dille
anlatıyordu ki, gülmemek kâbil değildi.
Musa Ataş “19
Dakikada İstanbul’a nasıl uçup gittik” yazısına, “Hayatta ‘heyecan’ kadar
sevdiğim bir şey yoktur.” cümlesiyle başlamış. Kurtuluş savaşında girip
çıktığı muharebelerden beri heyecanlı hareket ve hadiselerden hoşlanmayı
adet edindiğini, kayak sporu ve dağcılıktan bunun için çok zevk aldığını
söylemiş. Yazısında, ilk defa 1932 yılında Bursa’da ad konma töreni yapılan
bir askerî tayyare ile uçtuğunu, Türk Hava Kurumu’nda basın temsilcisi
bulunduğu için o zamanki reisin kendisinin uçmasını istediğini, bindiği
tayyarenin pilotunun Eskişehir hava mektebinde uçuş muallimi üsteğmen Azmi
olduğunu, Azmi’nin ona türlü çeşit akrobatik hareketler ile uçuş keyfini
yaşattığını, fakat o günkü tayyarelerin bugünkü tayyarelerin yanında
sivrisinek kadar küçük kaldığını anlatmış. Yolculuk için biletleri iki gün
önce almışlar, 13:15’te Buntaş önünden hareket edip 13:30’da havaalanına
varmışlar. Uçak 21 kişilikmiş. Koltukların önünde, (diğer koltuğun
sırtında), birer kese kâğıdı varmış. Emniyet kemeri bezdenmiş. Hareketten
önce kulaklar için birer parça pamuk dağıtılmış. Ama o yüksekliğe
dağcılıktan alışık olduğu için pamuğu kullanmamış. 13:55’te motorlar
çalışmaya başlamış. Tecrübeli pilot B. Basri’den uçağı Bursa üzerinde bir
tur ettirmesini rica etmiş. Pilotun Bursa üzerinde attığı turu, uçağın
Mudanya’ya yönelişini, Marmara’dan geçerek Yeşilköy’e inişini an be an
anlatmış. Uçuştan o kadar memnun kalmış ki; “19 dakika süren bu yolculukta
pantolonumuzun ütüsü bozulmamış, iskarpinimiz toz olmamıştı” diyor. İnişten
sonra Devlet Havayollarının bir otobüsünün kendilerini Yeşilköy istasyonuna
bıraktığını, oradan trenle Sirkeci’ye gittiklerini, bu yolculuğun ise 35
dakika sürmesinin can sıkıcılığını yazıyor.
Ben yazıların
içinde böyle kaybolurken kendi el yazısı ile not tuttuğu küçük defter
imdadıma yetişti. Kendi hayatını yine kendisi yazarak anlatmıştı. Benim için
en önemli kaynak o defter oldu.

Musa Ataş'ın not defteri
****
Yazdığı
yazıların küpürlerini keserek defterlere yapıştırmıştı. Küpürlerin
bazılarının yapışkanı zaman içinde kuruyarak sayfadan ayrılmıştı ve ben o
sayfaların arkalarına da baktım. Sayfa arkalarındaki döneme ait yazılar da
okunmaya değerdi. Her yazı adeta geçmiş zamanlar elçisiydi. Bir haberin
başlığı, “Zeytinyağı satışlarının tanzimi — Tüccar ihracatın dolarla
yapılmasını istiyor”, yanındaki haberde Tayyareci Vecihi Hürkuş’un ilkokul
ve ortaokul öğrencilerine sivil havacılığı anlatmak üzere okul ziyaretleri
yaptığı yazıyor. Müzeyyen Senar babasını ziyaret etmek için şehre gelmiş,
Ticaret Bankası Müdürü Zeki Ulay vefat etmiş, Avrupa’da harp korkusu varmış,
havacılık sporunu geliştirmek maksadı ile kurulan Kanatlılar Cemiyeti
şehrimizde şubesini kurmak için yedi kişilik müteşebbis bir heyet faaliyete
geçmiş, Erkek Lisesinde Namık Kemâl günü düzenlenmiş… Ve dahası…
Yazılarını
elektronik ortama tek tek aktarırken ben O oluyordum. Sonra O herhangi bir
anda benim bedenimde canlanıyor ve yaşamaya başlıyordu. “Bak Musa dayı,”
diyordum, “hani sen böyle böyle anlatmışsın ya, şimdi onlar şöyle şöyle
oldu. Bak senin yürüdüğün caddeler şimdi böyle, bak tek katlı bahçeli
evlerin yerinde sıra sıra apartmanlar var, bak eski Çelikpalas hâlâ yerinde
ama daha sonra yapılan otelin yanında Gulyabani gibi upuzun camlı bir otel
diktiler. Üzüleceksin ama Uludağ’a eskisi kadar kar yağmıyor, trafik
keşmekeşinden kurtulup Bursa’dan çıkabilirsek Mudanya’ya gitmek 15 dakika,
gelsin diye çok mücadele ettiğin tren ise hâlâ Bursa’ya gelmedi.”
Musa Ataş ben
tam 1 yaşımdayken göçmüş bu dünyadan. Ben doğduğumda “Ali’nin bir kızı daha
olmuş” demiş. Evet Musa Ataş, o gün doğan o kız şimdi büyüdü ve seni
yazılarından tanımaya, tanımayanlara tanıtmaya, unutanlara hatırlatmaya
çalışıyor. Musa, ablası Fatma’ya (babaanneme) ne kadar düşkünse, yeğeni
(babam) Ali’yle de o kadar yakın. Babamın fiziksel benzeyişinin dışında el
yazısı da Musa dayısına benziyor. İlkokulu ikinci sınıfa kadar Siği/Kumyaka
köyünde okuyan bir adam olan babamın, okumaya, yazmaya ve kitaplara olan
düşkünlüğünün altında dayısına olan hayranlığının yattığını söyleyebilirim.
Ve tabii ki benim de…
Yazılarını
okurken ne kadar adil yazdığını, yanıldığı zamanlarda yanılgısını nasıl
kabul ettiğini, her zaman hakikatin peşine düştüğünü gördüm. Vefalıydı,
hakikatliydi, çalışkandı, muzipti, duyguluydu, nüktedandı, vatanseverdi,
ateşliydi, tutkuluydu, sıkı bir entelektüeldi.
Yazmaya
başladığı 1920’lerden 23 Nisan 1964’teki vefatına kadar olan süredeki Bursa
cemiyet hayatını, iş hayatını, kültür hayatını, Ankara ve İstanbul ile olan
temaslarını ilk ağızlardan dinleyerek, görerek, yaşayarak kalem almıştı.
Onun yazılarında, dönemin tarihe mal olmuş isimlerine rastlamak ne kadar da
sıradandı. Türkçesi zengin, dili edebî, yazı dili ise şimdiye göre farklı.
Televizyonun henüz olmadığı, insanların havadisleri radyolardan ve
gazetelerden öğrendiği zamanlar. O yüzden gazeteciler her olayı detay detay
anlatıyor, adeta resmediyor. Yazılar genelde uzun, bazı yazılar ise tefrika
halinde. İnsanlar okumaktan haz alıyor, çünkü okurken her şeyi kendisi de
yaşıyor.
30’lu
yıllardaki yazılarda konu en çok dünyanın içinde olduğu büyük çalkantıydı. O
günlerde onlar İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağını ve savaşta 60 milyon
kişinin öleceğini, savaşı bitirmek için Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası
atılacağını henüz bilmiyorlardı. O, Demokrat Parti’yi ve Adnan Menderes’in
muhalif tutumunu eleştiriyor; 26 Ağustos Büyük Taarruz’u anlatırken, “Afyon
taarruzundan korkunç tablo” yazısında; “Ve şüphesiz biz böylece bugün
kaldırıma düşen bir demokrasi (!) için harp etmiyoruz.” diyordu.
Yazımın
başında Şafak Etike’nin kitabından bahsetmiştim. Etike’nin kitabının tanıtım
yazısı Musa Ataş’ın kısa bir özeti aslında:
“Bağımsızlık savaşında bir kurtuluş destanı yazanlar, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında da bir kuruluş destanı yazmaktaydılar… Musa Ataş, Bursa’da o
destanın hem anlatıcısı hem de yazıcılarındandır. Musa Ataş, Cumhuriyet
kadrolarının yazdığı Bursa destanını anlatmaktadır… Kurtuluş Savaşı’na
katılmış bir Türk aydını, Bursa Gazeteciler Cemiyetinin kurucu başkanı,
duayen gazeteci Ataş’ın 1928–1934 yılları arasında Hâkimiyet-i Milliye’de
yayınlanan ‘Bursa Mektupları’ sadece Bursa’yı anlatmaz. Yüz yıl önce
Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu, buğdayı bile dışardan alan bir milletin
kendi ipeklisini üretir hâle nasıl geldiğini bize en canlı biçimde
göstererek geçmişle bugün arasında köprüler kurar… Ataş’ın Hâkimiyet-i
Milliye yazılarından herkesin öğreneceği şeyler vardır. Gazeteciler, halk
için ve kamu yararı için nasıl gazetecilik yapıldığını öğrenirler. Valiler,
belediye başkanları ve diğer yöneticiler, o en zor yokluk zamanlarında
yolların, hastanelerin, fabrikaların ve okulların nasıl inşa edildiğini,
modern kentlerin imkânsızlıklar içinde nasıl kurulduğunu okurlar. Doktorlar,
sıtma ve diğer hastalıklara karşı hiç karşılık beklemeden verilen büyük
mücadelelere tanıklık ederler. Öğretmenler, yüzlerce yıl karanlıklar
içinde kalmış bir halkı aydınlatma savaşının nasıl verildiğini görürler. Ve
bu mektupları okuyan herkes, en önemlisi de gençler, Cumhuriyet’in nasıl
kurulduğunu öğreneceklerdir. Ataş’ın satırlarında o ruh, yüz yıl sonra
yeniden hayat bulacaktır…”
****
Yazılarında
Merinos fabrikasının ülkemize sağlayacağı faydaları enine boyuna anlatan
Musa Ataş’ın Merinos fabrikasının başka bir boyutunu anlatan bu yazısını o
kadar sevdim, o kadar etkilendim ki, buraya da koymak istedim. Şehirle
röportaj yapmak kimin aklına gelebilirdi? Kim sabahın erkeninde gördüğü bu
manzarayı bu kadar etkileyici anlatabilirdi? Hem duygularını, hem bilgisini
böyle insanın içine zerk olacak derecede kim harmanlayabilirdi? Ancak Musa
Ataş.
Şehirden
Reportaj / Sabahları Merinos fabrikasına akan insan nehri…
“Karacabey’den sabaha karşı Bursa’ya dönüyoruz. Tan yeri henüz ağarıyor,
Uludağ, şehrin üstünde haşmetli bir silonet halinde yükseliyor. Bursa derin
bir sessizliğe gömülmüş uyuyor. Yalnız Merinos fabrikasına giden asfaltın
üstünde bu sessizliği bozmayan sessiz bir insan nehri akıp gidiyor. Kadın,
erkek, genç, ihtiyar yüzlerce ameleden mürekkep karmakarışık bir insan
yığını yürüyor… Bunlar fabrika işçileridir. Kiminin koltuğunda çantası,
kiminin nevalesini saklayan bir paketi var. Sabahın ayazında pardesülerinin
yakalarını kaldırmış kimseler, alaca karanlık içinde zor seçilen tipler,
sabah uykusunun tatlı mahmurluğunu bozmaya çalışır gibi ağır ağır
ilerliyorlar… Altıparmağı dönüyoruz, Kuruçeşme’ye çıkıyoruz. Elân bu insan
nehrinin arkası alınmamış bulunuyor. Evlerinde yavrularını uykuda bırakmış
genç analar, belli ki: Onların maişetini kazanmak için uykularını terk
etmişler… Fecirle birlikte fabrikaya gidiyorlar. Manzara görülecek haldedir.
Merinos
fabrikasının, bu memlekete hiçbir şey kazandırmadığını farz etsek, yalnız
orada çalışan yüzlerce insanın geçindirdiği binlerce nüfusun bu yüzden
mayişetlerini kazanması bile bu muazzam devlet müessesesinin kuruluşunda
Bursa lehine kaydedilen hikmeti işarete kâfidir. Kaldı ki: Bursa’dan
Çanakkale’ye kadar uzayan engin meralarda yetiştirilen Merinos sürüleri
mevcudiyetlerini sadece bu fabrikaya medyun olmasınlar. Büyük sanayide
devletle birleşmenin memlekete temin ettiği en büyük kazanç da budur. Çünkü:
Böyle milyonluk fabrika kuracak aramızda kaç vatandaş vardır?
Nehir akıyor
ve ben bunları düşünüyorum. Bursa, bu manzarasile hakiki bir sanat şehri
yaşıyor… Yolunuz düşer ve sabahın o saatinde uyanabilirseniz, Merinos
asfaltının başında durup bu azametli tabloyu siz de seyredersiniz.
*
*
*
FIRTINA (4 Aralık 1935)
“Üç günden
beri fırtınayla kucak kucağayız. Yalnız kucak kucağa değil, hatta göğüs
göğüseyiz. Pençeleşiyoruz. Yakamızı şapkamızı sımsıkı tutuyoruz. Buna rağmen
yenimiz, eteğimiz açılıyor; ensemizden giren bir tutam toz, soluğu
sırtımızdan belimizde alıyor, kaşınıyoruz, mustarip oluyoruz; evimizde
sallanarak bizi rahatsız eden, uykumuzu kaçıran camı, dörde bükülmüş kâğıt
parçalariyle sıkıştırdığımız halde o; bu camı isterse top gibi yerinden
koparıp alıyor ve bin parça ederek uzaklara götürüyor. Bunun adına (Lodos!)
diyorlar. Bence bu bir lodos değil, tabiatın insanlara verdiği bir hayat ve
ibret dersidir. Yüz binlerce yıllık tabiat hayatı içinde insanın bir
tutamlık hayatı da işte böyledir. Günlük güneşlik ve bulutsuz geçer gibi
görünen hayatı günün birinde müthiş bir fırtına ile karşılaşacağı zaman
insan iki hal ile baş başa kalır! Birincisi; eğer bu fırtınaya karşı göğüs
gerebilirse mücadeleyi kazandı gitti demektir. İkincisi; onun ortalığı kasıp
kavuran sağanaklarına dayanamadığı gün; tıpkı Setbaşı köprüsünden yuvarlanıp
giden şapkalar gibi bu hayat mücadelesinde göz göre göre partiyi kaybetmiş
olur. Tabiatın verdiği her ders; küçüklerden tutunuz da büyüklere kadar
herkes için en kuvvetli ibret levhasıdır.”
Bu yazıyı
yazdığında, gün gelip hayatının Setbaşı köprüsünden yuvarlanıp giden
şapkalara benzeyeceğini bilir miydi hiç…
Yazının tamamı için kaynak:
https://medium.com/t%C3%BCrkiye/vefat%C4%B1n%C4%B1n-60-y%C4%B1l%C4%B1nda-musa-ata%C5%9F-31f78949c0fb
|