Attila İlhan
Geçen yıl, eylülde bir sabah, Bursa'dan geçtim. Eflatunla mor arası,
Uludağ'dan; taze bir güneş, gökkuşağı yansımalarıyla, ovayı kaplamıştı;
şehre girmemizle çıkmamız bir oldu ama, nedense otuz yıl önceki İzmir'e,
uğradığım; oysa kırk yıl önceki Bursa'yı çok başka hatırlıyorum.
Konya oldum olası Selçuklu'dur, Manisa ile Bursa Osmanlı;
Cumhuriyet Döneminin inkar fırtınası eserken, Osmanlı kültür sentezinin
nostaljisini duyanlar; en çok elbette müslüman İstanbul'a, epeyce de Manisa
ile Bursa'ya sığınırlardı. 1948 kışında, ilk defa Bursa'ya yola çıkarken,
hep aklımdadır, geçmişe doğru bir yolculuğa hazırlanmıştım; tarih ve
coğrafya kitaplarımın bütün referansları, ya Osman Gazi ile Orhan Gazi'ye,
ya da 'yeşil' Bursa'nın ünlü
Yeşil Camii'neydi.
Oysa
sırılsıklam aşıktım; sevgilim Bursa Kız Lisesi'nin son sınıfında öğrenci;
ben, çiçeği burnunda şair, aynı zamanda hukuk fakültesinde okuyorum, elime
uygun fırsat ve biraz da para geçince, Allahını seven tutmasın, ver elini
Bursa! 'Abbas Yolcu'da bunu nasıl anlatıyorum, hatırlayanınız çıkar mı?
Aylardan şubat,
günlerden cuma, Yalova yolcusuyum. Köprünün üstünde her zamanki tramvaylar,
küstah otomobiller. Soğuk ve tipi, yahşi. Bileti aldık, daldık vapura.
..... Yalova bizde Cumhuriyet'in fazlaca girdiği kasabalardan biridir.
Termal Oteli, Atatürk'ün köşkü, heykelli, meykelli, Cumhuriyet Alanı. Her
gelişimde Marmara'nın öteki ucundaki Yalova'nın İstanbul'a bağlanmasındaki
sırrı düşünmüşümdür; adama öyle gelir ki, Yalova'sız Bursa ili, kolu veya
eli, her neresiyse işte orası sakatlanmış gibidir. O Bursa ili ki suları,
kaplıcaları, Uludağ'ı, şusu busu ile iç hatta dış turizm yapmak
heveslisidir. Bursa'nın görülevekyerleri Yalova'dan başlıyor, halbuki
İstanbul Adalar'da bitmiştir.
Şimdi şaştığım ne,
İkinci Dünya Savaşı ertesinde nasıl yaşadığımız şehirlere tıkılmış kalmış
bir halkmışız ki, İstanbul Bursa yolculuğu bile basbayağı bir serüven
özelliği kazanabiliyor. Elimde valizim, incecik tozuyan hınzır bir kar
altında, şehrin ortasında k almıştım; akşamın eli kulağında, minarelerden
minarelere atlayan acele akşam ezanları; hayli solgun sokak lambalarının
yanıvermesiyle insanın içine çöken gurbet garipliği.
O tarihlerde Bursa
besbelli taşraymış!
Çelik
Palas'ta Film Yaşantısı
Şüphe ediyorsanız,
sıcağı sıcağına tuttuğum notlara bir göz atmalısınız: "Bursa'da handan
bozma, berbat otellerde de kaldım; fakat bu sefer
Çelik
Palas'tayım. Bursa, yumuşak, adamı sarhoş edecek, başını
döndürecek kadar hızlı bir karın altındadır. Şehri süzüyor ve 'bu şehirde de
yaşanır' diye kuruyorum. Lisede, aristokrat tavırlı, biilgili, edebiyat
yapmaşı seven bir coğrafya hocamız vardı; aklıma sözleri geliyor: "Düşünün
bir kere çocuklar, koskoca Uludağ kütlesinin eteklerinde yemyeşil bir
şehir". Bu kışta kıyamette yeşillik ne gezer. Oysa Uludağ bütün varı yoğu,
karı ve donuyla tepemize tünemiş; yücesi sislere gömülü, etekleri boz mor,
boz beyaz, alaca bulaca. Asıl şehir sıkıcı; Yeşil/Çekirge çizgisinden dağa
doğru, bilhassa evler kesifleştikçe, berbat; iniş yokuş, kaldırımsız
sokaklar, sokak ortalarında pislikler. Cumhuriyet Meydanı, birkaç sinema,
bir iki otel ve lokanta ve Çekirge'ye uzanan asfalt. Bir de Merinos
Fabrikası..."
O zamanlar Bursa'da
dudak büktüğüm, şehrin, İstanbul ya da İzmir derecesinde 'batılılaşmamış'
olması! Böyle bir devir geçirdik; Anadolu'nun Selçuk ya da Osmanlı
şehirleri, çağdaşlığa ya durgunluklarından ya da parasızlıktan yeterince
uyamıyor; eski saltanatlarını da, şartlar değiştiği için koruyamıyorlardı.
Aslında Osmanlı/Selçuklu kültür bileşiminin bize bıraktığı nice eser, bu
geçiş dönemlerinin kararsızlığı arasında ihmale uğramış, kaybolmuştur. Demek
ki devrim sonrası kuşakların yetiştirilmesinde tarih bilincini bir kenara
bırakmamak lazım. Çağdaş bir kuşak yetiştireceğiz derken bir de
bakıyorsunuz, yaşadığı şehrin güzelliklerini tahrip eden "ecnebiler"
yetiştirmişsiniz! Cebindeki para sayılı, o genç şairin handan bozma otelleri
küçümseyip kapağı Çelik Palas'a atması nedendir dersiniz? Herif orada
kendisini bir film yaşantısında sanıyor!
"Çelik Palas gibi
yerlerde otel tayfası bile adamın ne adam olduğunu, kirpiğinden anlar,
kirpiğinden; garsonların ve ayak hizmetlerini görenlerin nazarında dünyanın
kaç köşe olduğunu bilen ve ömrünü heder etmek niyetinde olmayan bir
delikanlıyım. Hele bir dostum otele gelip de beni "Şair filanca..." diye
arayınca iş büsbütün değişti. Bu vesileyle otelin müdürü ile birkaç kelam
ettik. Su mevsimi değilmiş tabi (O 'sezon' diyordu). Sezon açılınca
nefesalacak yer kalmazmış; bu bina yetmediğinden yanı başında ikinci bir
inşaata girişilmiş, hiç kar etmezmiş müessese! Laf mı bu?
"... yemekte kim var kim
yok diye bakıyorum. Külüstür bir caz var, rumbalar ve bolerolar çalıyor.
Yemekleri, babasının evinde gibi, avuçlarıyla yiyen bir 'kibar' ailesi var.
Bir masada tek başına oturmuş vodka içen, kaşlarının ve gözlerinin kuyruğu
boyalı bir kız var. Kıza eriyip de akarmış gibi bakan deniz subayı var. Bir
takım da renksiz insanlar. Neyleyelim? Varıp denizci ile Laureen Bacall
müsveddesinin çöpçatanlığını eyledim; arkasından salonda belinden zoru olan
bir müteahitle söyleştim: "Türkiye'yi kurtarmak mı istiyorsun kardeşim, ha
kardeşim, serbest teşebbüse nefes alacak delik bırak, serbet teşebbüsü
destekle. Devlet kolonyacılık, hatta gazozculuk yaptı!" Fikirlerini dehşetle
beğeniyor, kardeşim'leriyle ortalığı boğuyordu".
Şehirler üykelere
benziyor: eski yaşam biçimlerinden yenilerini üretemezlerse ya taklit
hayatlara düşerler ya yozlaşırlar. 1940'ların sonuna doğru Bursa'da gördüğüm
oydu ki, şihrin kendisi (Muradiye ve çevresi daha belirgin olarak) eski
değerlerine güvenini yitirip yozlaşıyor; Çekirge çevresinde, sonraları bütün
büşük şehirlerimizi kaplayacak olan alafranga apartman hayatı
filizleniyordu. Daha önce başka bir münasebetle yazmıştım: Osmanlı/Selçuklu
mirasından 'kendimizin' olan bir şehircilik anlayışı üretemediğimiz için,
çağdaş şehirlerimiz belirgin özellikleri olmayan sıradan şehirler oldu.
Camilerini ve minarelerini kaldırınız, herhangi bir ecnebi şehrinden ayırt
edebilir misiniz? Ayrıca Türk şehirlerinin Türklüğü, yalnızca camilerinden
mi anlaşılmalıdır?
Bursa, neresinden
bakılırsa bakılsın, geleneksel dokusundan çağdaş bir Türk şehrini
üretebilecek unsurları içeriyordu. Geçen yıl içinden geçerken orada ben
çağdaşlaşmış birşehir gördüm, ama o unsurları yapısında eritebilmişe
benzemiyor. Yanılmış olmayı ne kadar isterdim.
İnsanlar
Fani, Şehirler Ebedi
1940'lardan kalma
o kartpostal, bakın nasıl sona eriyor:
"Bursa'da üç gün
kaldım. üç gün sevgilimi gördüm. Üç gün sonra sabah vaktı otelin kapısı
önünden Balıkesir otobüsüne bindik. Çıkarken garsonlar dizi dizi dizildi,
bahşiş verdik. Çelik Palasyaşanacak biryere benzemiyordu; orada herkes sanki
olduğundan başka görünmek zorunda kalmıştı. Kendimi bir tiyatroda sanıyor ve
bundan hiç keyif duymuyordum. Şimdi eski moda ve yalınkat otobüsümüz sabahın
içinden, kavakların, ovayı akpak etmiş namuslu kar bayramının ortasından
canavar canavar sekip gidiyordu. Üç günlük mostra film hayatından sonra
yeniden yolları bulmak, yolların durmadan değişen resmini görmek abbas'a çok
keyif verdi. artık Bursa çekip gitmişti. İçimde kağnılar gıcırdıyor, yeşil
bir yamaçtan mavi bir suya inen koyunların çıngırakları tıngırdıyordu.
* *
* *
1990'lı yılların
ortalarında Attila İlhan Bursa'daki sevgilisi hakkında şunları anlatıyor:
"Dağların, denizlerin ve sığırcık kuşlarının ötesindeki iri gözlü kız
Bursa
Kız Lisesi’nde yatılı okuyan Zehra Kardelin’di. İstanbullu bir kızdı, fakat
orada okuyordu. Birbirimizi deliler gibi seviyorduk. Ben İstanbul Hukuk’ta
öğrenciyim. Buluşmak için Bursa’ya çok sık gidiyordum. Okul idaresine karşı
da kızın yakın akrabasıyım yalanını düzmüştük; okulda dahi görüştüğümüz
olurdu. Hafta sonu tatillerinde, 1948 Bursasının ‘saklı yerlerini’ keşfe
çalışıyoruz. Bir yandan da gözlerim, Bursa Cezaevi’nde mahpus
Nazım’ın,
arada dışarı çıkıp bindiği faytonu aramakta… Ah ne günlerdi o günler! Zehre
şimdi New York’ta yaşıyor.”
Bursa'dan Yaylımateş
karadeniz boğazı’ndan mudanya körfezine kadar
marmara denizi
çitlembik gözlü bir martı gibidir
saçları hep böyle perişan nilüfer çayı’nın
ve bulutlara tünemiş ihtiyar bir akbaba uludağ
kanatlarının altında bursa şehri yatar
bu şehir yeşillikler meyvalar sular şehridir.
şimdi yine gözlerimde bursa şehri var
bursa şehri’nde sen varsın
ellerini kalbinin üstüne koyar camlardan bakarsın
ovada çırılçıplak melül mahzun kavaklar
biletçisi dumanlı bir otobüs
geçti muradiye’den
işte gece işçisi merinos fabrikası’nın
bir yağmur bulutu gibi asfalta dökülmüş
ezan sesleri kanat kanat dağıldı minarelerden
hiçbir müezzinin hiç bir surette şüphesi yoktur
bilirim bildiririm
tanrının elçisi muhammet’ten
ve bakarsın üflenir sokak lambaları şehrin
öksüz bir çocuk gibi sabah olur
açılmış bir dev yelpazesine benzer bursa ovası
uçsuz bucaksız
yudum yudum hürriyet damlar şehrin üstüne
cumhuriyet alanı insanlarıyla kaynaşır durur
uludağ gibi yine kalbine bakar büyük adam
zehra kardelin
sen siyah kehribar gözlü kız
rüzgârda savrulan kuşların kırmızı böceklerin
heyecanı bulut bulut dolar göğsüne
ve sana malûm olur kirsiz çapaksız
sana malum olur bir anne gibi devran
uludağ köpükler içinde gözlerine kar yağmış
iznik gölü’nden akıyor bir nehir gibi bu rüzgar
yelkenleri paramparça bursa şehri’nin
bursa şehri demir taramış
böyle kavgalı günlerde sen poyraza dönersin
küfreder küfür üstüne yumruları sıkılmış dağlar
incecikten bir zehir süzülür gönlüne
zehra kardelin
hovarda bir çan sesi gibi genişlersin günden güne
ezberinde kınından sıyrılmış bütün mısralar
şöyle bursa şehri’nden çıkar şehir şehir gezersin
.....
İşte bursa şehri secdeye varmış
dilsiz bir kar dökülür işte uludağ’dan
işte kış gecesi simsiyah bayrakları açılmış
yeşil’den süzülür kollarına bir kumru iner
sen akşamlar içinde şol kumru gibi mahzun
dağıtır hülyalarını bir tren sesi gelir uzaktan
gözlerin serseri saçların rüzgarda yorgun
çıldırsın bursa ovası çıldırsın bursa şehri
körkandil kavaklar çıldırsın boydan boya
işte şehrin ışıkları soğuktan tir tir titrer
işte kahvelerde kanlı bıçaklı mahalle türküleri
giymiş mor cepkeni süleyman durmuş ağlamaya
|