MERHABA YEŞİL
Yeşil’e de deli gönül yeşil’e
Kara sevda katmer katmer açıla
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
Yeşertmiyen ateş alev tutuşa
Yeşil’e de deli gönül sımsıcak
İçimde bir cünbüş koptu kopacak
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
Bir yeşil kıyamet geldi gelecek.
Yeşil’e de deli gönül uçalım
Tepeden tırnağa çiçek açalım
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
Yeşertmiyen yerden yardan geçelim
Yeşil’e deli gönül gözüne
Karışalım ak gürgenin hızına
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
Canım kurban katibin sözüne
Yeşil’e de deli gönül hıncinen
Başıboş bedava bir sevincinen
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
İster kağıt kalem, ister vincinen.
Yeşil’e de deli gönül tümümüz
Yeşil bizim dünya ahret düşümüz
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
Yeşil tütün gibi tütsün canımız
Yeşil’e de deli gönül merhaba
Erikler, vişneler, dutlar merhaba
Muhabbet bir ekin alıp yeşertmek
Sahibsiz yoncalar, otlar merhaba
Merhaba kekik! Merhaba karamuk!
Merhaba kuzukulağı! Merhaba yemlik!.. Yeşillik mübarek olsun ebegümeci!..
Sen hep böyle fincan fincan mı çiçek açarsın avya ağacı? Merhaba nane molla,
merhaba maydonoz, yahu bu boya kıtlığında bu kadar yeşili nereden buldunuz?
Merhaba köprüler, dönemeçler, merhaba Kirazlıyayla! Merhaba Uludağ! Bu
seninki kara değil yeşil sevda. Merhaba hasta kardeşler, size ne güzel bir
senatoryum kurmuşlar. Marulun göbeğinde oturmuşsunuz, ama marulun göbeğini
başkaları yiyor. Aldırmayın, marulun göbeği yeşil, marulun göbeği cömert,
korkmayın kolay kolay tükenmez marulun göbeği, size de yeter, bize de, hasta
kardeşler ama ne de olsa siz elinizi sıkı tutun, çabuk iyi olun çabuk. Sizin
daha çabuk iyi olmanız için ne yapmalı? İlk önce o belalı yolu yapmalı. Aman
Allah… O ne yoldur. Şehrin içinde sapasağlam insanlar kaymak gibi asfaltta
kayarken hastalar her nefeste canlarından bir tutam feda eden hastalar, bu
Allah’ın belası yoldan nasıl çıkar? Koca dağın başında ne güzel yapı
kondurmuşsunuz. Ama gel gör ki yolunu unutmuşsunuz. Hani dalgın ustalardan
biri kendine bir ev yapmış. Bitirmiş, dışarı çıkacak kapı açmasını unutmuş.
Kirazlıyayla’ya giden yol, yol değil cehennem
azabı. Sağlam bir insanı kör düğüm edene kadar karmakarışık eden bu yol
hastalara ne etmez ki?
Bizim anlayacağımız bu memleketin iki tek zoru
var. Biri okul, öteki de yol. Bunlardan hangisini birinci plana alacaksak
alalım. Önce birine, sonra ötekine sarılalım. Bize kalırsa evvela okul. Ama
iyi yolu kötü yoldan ayıran okul. Sağlam yolun nasıl yapılacağını öğreten
okul. Bütün kapıları sağlam yollara açılan okul. Yoksa akılsız başın yükünü
ayaklar çeker. Önce baş, sonra ayaklar. Bizi okullara yollar yakalar.
Al gözüm seyreyle Kirazlıyayla’yı.
Kirazlıyayla’da hala kar vardı. Ama artık ilikleri gevşemiş bir kar.
Kirazlıyayla’da o kadar az kaldık ki bir şey gördük dersem kulak asmayın.
Ama Bursa’da, Bursa yollarında bir şeyler gördüm. Hepinizin görmenizi candan
arzuladığım bir şey. Bursa’da, Bursa yollarında yeşili gördüm. Ben böylesine
katmerli yeşil ömrümde görmedim. Bursa’nın yalnız sonbaharını görmüş,
bayılmıştım. Baharını görür görmez ayıldım. Aklımı başıma devşirdim. Ben
böyle belalı bir bahar, böyle bitip tükenmek bilmeyen, açıldıkça açılan,
uzadıkça uzayan bir bahar İstanbul’da görmedim. Avrupa’nın yarısından çoğunu
dolaştım, görmedim.
Hem öyle dağ başında, şehrin yedi kat ötesinde
değil, Bursa’nın içinde, göbeğinde. Şehrin ortasındaki köprünün
parmaklıklarına dayanıp dağlara doğru bir baktık.
Bahar alabildiğine kat kat katmer katmer uzanıp
gidiyor, bir türlü tükenme bilmemiş o. Bursalıların güzel bir adetleri var.
Yanılmıyorsam çoğu her yıl evlerini bir defa tertemiz boyuyorlar. Bir
mavileri var, dünyanın hiçbir yerinde yeşile bu kadar yaraşan bir mavi
bulunamaz. Toprak boyalarla, en ucuzundan bir mavi. Bursa’nın meşhur
Yeşil’i, adını maviye kaçan çiniden almış. Fakir fukara öylesine çini
rengini nereden bulsun. Dayanmışlar toprak mavisine, ellerine sağlık ne iyi
etmişler.
Bilerek, bilmeyerek gökyüzünü yere indirmişler,
gökyüzü canım, hani şu bildiğimiz, çok uzaklardaki el değmez akıl ermez
gökyüzü var ya, o işte. Tahtından inmiş, Bursa sokaklarında o ev senin, bu
ev benim dolaşır. Mahalle kedileri kadar alçakgönüllü, Bursa’nın ufak tefek
taşları kadar yerli. Haşmetlü gökyüzü hazretlerinin böyle sokak aralarında
köşe kapmaca oynadığını bir de Denizli’de görüp şaşırmıştım.
Bugün resim dünyasından nasip almış mimarlar,
yalnız biçimlerin değil, renklerin de tadını çıkaran mimarlar, yaptıkları
yapıların dışlarını da içleri gibi türlü çeşit renklerle donatıyorlar.
İçleri cennet gibi donanmış ama, dünyaya bilhassa duvarları somurtmuş
kapkara yapılardan öylesine usanmışız ki, bir tutam mavi, iki mısır tanesi
kadar turuncu insanın yüzünü güldürüyor.
İkide bir klasik güzelden anlamaz diye iftiraya
uğrayan milletimiz, Bursa yeşiline en uygun maviyi kondururken yüksek
mimarlarımız renge hiç yüz vermiyor. Umacıdan korkar gibi renkten
korkuyorlar. Yaptıkları yapıların dış duvarlarından vazgeçtik, içlerinde
olsun renge bir karış yer ayırmamakta hala direniyorlar. Mimarlarımızın
yüzde doksanı bir yapının alnının ortasına bir tutam renk sürmeyi başlı
başına bir rezalet saymakta inat ediyorlar. Neden? Neden olacak, renk
dünyasından zerre kadar haberleri yok da ondan. Ey genç mimarlar! Bütün
ümidimiz size bağlıdır. Siz de ağabeyleriniz gibi renk otobüsünü
kaçırırsanız yapılarınızın içleri de dışları gibi Allah’a emanet!...
Bursa’da topu topu iki gece kaldık. Çok büyük
bir talihsizlik yüzünden 23 Nisan şenliklerini kaçırdık. Sonra yollarda bu
şenlik kırıntılarına rastladık. Yerli urbalar ile geçide katılan ilkokul
çocukları! İnsanın aklını durduracak kadar güzel giyinmişlerdi.
Bursa’yı bundan on yıl önce bir sonbaharda
görmüş, bir ay, günde en aşağı on iki saat çalışmak şartıyla resim
yapmıştım. Bu sefer paletsiz, fırçasız gittim. Şuradan şöyle, buradan böyle
bir resim çıkar gözü ile bakmadım. Tam manasıyla bir turist gibi gezdim.
Tekrar ediyorum, ben böylesine azgın bir bahar ömrümde görmedim.
Adana dolaylarında dolaşan bir arkadaş
anlatmıştı. Bir kahveye yolu düşmüş, kahvede oturanların hepsi katıla katıla
gülüyorlarmış. Ahbap şaşırmış, sebebini sormuş, cevap olarak ona bir tutam
yeşil ot vermişler:
-Çiğne!
Dostumuz çiğnemeğe başlamış yeşil otu.
Arkasından:
-Peki ne olacak bu işin sonu?
Diye başlamaz mı gülmeğe, bir gülme de o
tutturmuş. Bir gülme ki ne başı var, ne sonu. Meğer bütün keramet bu yeşil
otta imiş. Bu otun marifeti insanları güldürmekmiş. Ot bu! Kimi öldürür,
kimi güldürür.
Bursa yeşilinin de böyle bir kerameti var. Bu
yeşili kana kana sineye çektiniz mi güldürmüyor ama daha beter. İnsana bir
aşık olma arzusudur musallat oluyor. Neye mi? Her şeye, herkese, uçan kuşa,
eşe dosta. Buna göre gereken tedbirler alına.
Fazıl Yenisey'in
hazırladığı Edebiyatımızda
Bursa adlı eserden
---------------------------------------------------------------------------------------
Karadayı'ya Mektup
Sene 1946, mevsim yazdı. Bursa'nın yeşili bazen mavi, bazen mordu ama minareler bembeyazdı. Çarşıda
şeftaliler yumruk yumruk kabarıyor, karpuzlar ateş alev yanıyor, erikler en
açık yeşilden en koyu mora dayanıyor, insanın yalnız eline yüzüne değil
adımlarına, içine bir meyve balıdır bulaşıyordu. O eyyam (mevsim) hükümetin
ressamlar için tertiplediği yurt gezilerine katılmıştık. Bir ay kadar
Bursa'nın her yanında resim yaptık, sonunda han avlularına dadandık. Bir de
gördük ki bizi Bursa'da saran ne han, ne hamam, ne dükkan: bizi mıknatıs
gibi boyuna kendine çeken hep o rengârenk köylüler... Bursa hanlarında
rastladığım köylü çeşidini Anadolu'nun hiçbir tarafında böyle toplu bir
halde görmek nasip olmamıştı.
Anadolu kültürüne
ait her şeyi resimlerine aktarmaları için 1938-43 yılları arasında 48
ressam, "Yurt Gezileri" adı altında ülkenin farklı yerlerine gönderilmişti.
Bedri Rahmi'nin eşi Eren hanım bu gezide bir Bursa hanını resmetmiş.
(A.H. Tanpınar'ın Eren Eyüboğlu'nun Bursa resimleri hakkında görüşleri
burada)
Bunların arasında
dünyanın en gürbüz, en sevimli, en cana yakın insanlarını, yanı başlarında
da insanın yüreğini söken iflaz olmas hastaları, yaralıları, sıtmalıları
gördüm. Bizim memleketimiz ne bazı zifiri karanlık yüreklilerin ileri
sürdükleri gibi sadece zindan, ne de yürek yerine krizantem takılmış
alacakaranlık kafalıların uydurukları gibi safi gülistandı. Biz
memleketimizin her yanında zindanla gülistanı koyun koyuna, bir çekirdekte,
bir salkımda, bir çalıda, bir çırpıda gördük.
Bursa hanlarındaki köylü akını bir köyden değil, çeşitli köylerden
geliyordu. Zamanın valisine en renkli yerli kıyafetleri nerede
bulabileceğimizi danıştık. Bize Orhaneli kazasına gitmemizi tavsiye etti.
Hikayesini ancak Orhan Kemal'in kaleme alabileceği müthiş bir otobüs
yolculuğundan sonra Orhaneli'ne vardık. Oradan da bizi Çöreler köyüne
gönderdiler. Bir şeker bayramının ikinci günüydü, Çöreler köyü muhtarına
misafir olduk. Yollarda akılları durduracak kadar güzel elbiseler giymiş
genç kızlar bizleri görür görmez çil yavrusu gibi dağıldılar. Biz de ancak
bazı delikanlılardan ve küçük çocuklardan krokiler çizebildik. Çocuklar
arasında günde üç çeşit elbise giyenler vardı, bu bolluğun sebebini
öğrendik; gayet kolay, aralarında birkaç saat için değiştiriyorlar, herkesin
gönlü oluyor.
Toplu Eserleri - Yazılar 1952-53
Sabır ile Koruk, İş Bankası Kültür Yayınları, 1. bs, s.2-3
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Delifişek adlı kitabından
Bedri Rahmi'nin Bursa'da bir han
avlusunda rastladığı, boyamadaki hızıha hayran olduğu araba boyayıcısı belki
de zanaatını Galle Han'da sürdürmüş olan Numan Ballıca idi.(aşağıda)
Numan Ballıca'nın yanında çıraklık
yaptıktan sonra bu zanaatın ustalarından biri olan Enver Ertaban hakkında
bir yazı için tıklayın.