1. Bölüm
(2.1.2011- Haraççıoğlu Sosyal Tesisi)
Söyleşenler: Alper Can, Nursal Kumaş
Nereden
başlayalım Erhan Bey?
Önce kiliselerden başlayalım. Orhan Gazi Bursa’yı
fethettiğinde Bursa’da Rumlar ve Yahudiler vardı. Daha sonra Ermeni nüfus
oluştu. Ya da belki fetih döneminde de Ermeniler vardı. Ancak Rumlar ve
Yahudilerin olduğu kesin. Bursa geliştikçe bu azınlıklar kendilerine kale
dışında mahalleler oluşturdular. Mesela Yahudiler Altıparmak semtine
yerleşmişler. Rumlar Altıparmak’ın üstlerinde Muradiye’nin güney tarafında
şimdiki Gece Mahallesine yerleşmişler, bir kısmı da Demirkapı’ya doğru.
Emeniler ise Setbaşı’nın üstlerine, İpekçiliğin kuzeydoğusuna yerleşmişler.
Aynı bölgeye Rumların da yerleştiği olmuş. Bunlar ticaret olarak o bölgede
iş yerleri açmışlar. Çoğunlukla gazino, lokanta, içkili yerler gibi zevk
alemi mekanları açmışlar. Yaşlı ağabeylerimiz “Setbaşı demek İstanbul’un
Beyoğlu’su demek” derlerdi.
Sinema
işletmeciliği de yaparlar mıymış?
O daha çok Cumhuriyet devrinde olmuştur. Osmanlı
döneminde sinemacılık yok tabi. Bir de, Rumlar ve Ermeniler zevk alemi
dışında ipekçiliğe el atmışlar. Bursa’da ipekçilik işinde en çok onları
görürüz. Yahudiler ise daha çok sarraflık, kuyumculuk ve toptancılık işleri
yapmışlar. 40’lı 50’li yıllarda bir Türk sarraf tanımıyorum, Yahudiydi
hepsi.
Bu
saydıklarınızın dışında yabancılar var mıydı Bursa’da, mesela Bulgarlar?
Pek çok milletten vardı Bursa’da ama tabi sayıca
azınlık idiler. Mesela İran’dan çok gelenler olmuş. Onlar da toptancılık
yapıyorlardı. Bunlara o zaman hoca deniyordu, Tebrizliler çoğunluktaydı.
Mesela onlardan biri Hocalizade Cami’sini yaptıran Hacı Ömer’dir. Yine bunun
gibi, Hacılar Cami’sini yaptıran yine hoca diye anılan bakkal Sinan. Bakkal
toptancısıymış bu kişi. Hacılar Cami’sini yaptırdıktan sonra Irgandı Köprüsü
altındaki köprüyü yaptırmış, Boyacıkulluğu Köprüsü’nü. Bir de İsmail Hakkı
Tekkesi’nin doğu tarafında küçük bir cami vardır. Eskiden tekke mescit
denirdi. O zat orasını da yaptırmış, hayırsever biriymiş. Bunlar gibi
Bursa’ya çok Acem gelmiş. Bunlar da çoğunlukla Heykel’in üst taraflarında ve
Reyhan Mahallesi’nde, şimdiki Haşim İşçan Caddesi’nin olduğu yerde
yerleşmişler. Hatta Haşim İşçan Caddesi’nde Reyhan Paşa’nın yaptırdığı
Reyhan Camisi’ne Acemler Camisi denirdi. Halbuki Acemlerle ilgisi yoktur. O
çevrede Acemler oturduğu için böyle adlandırılmış.
Şimdiki
Acemler semti ile ilgileri var mı?
Bu soruyu ben de Kazım Baykal’a sorardım. O da derdi
ki Acemlerin kendilerine has mezarlıkları vardır orada.
Bazı
kaynaklarda orası mesire yeri olarak da geçiyor.
Olabilir, orası eskiden şehrin dışıydı. Bakın bir
örnek vereyim. Şehreküstü Camisi var, bilir misiniz? Orası eskiden Bursa’nın
kenarıydı, orada lağımlar açıktan akardı, dut bahçesi doluydu. Bilhassa
1950’den sonra Bursa’da çok hızlı bir genişleme oldu. Eski Bursa şimdikinin
belki ellide biri. Onun için Acemler’de mesire yeri de olabilir, köşk de
olabilir. Çünkü Bursa’nın dışıydı orası. Mesela Yeni Kaplıca altında mesire
yerleri vardı. Kokulu Su derlerdi. Yerden kükürtlü su kaynardı. Ben
çocukluğumda, 40’lı yıllarda Pazar günleri oraya mesire yeri olarak
giderdik. Şimdi tabakhaneler kaldırılıyor oradan. Tabakhaneler Çakırhamam’da
idi.
Çakırhamam’da
dere var mıydı, su olmadan nasıl çalışacak tabakhane?
Bazı kişiler orada bir dere olduğunu söyler. Aslında
bir dere yoktur ama bir derecik vardır. Şöyle bir metre genişliğinde. O su
da neydi? O caddenin orta yerinde bir otobüs durağı var. Timurtaş Paşa
türbesinden Çakırhamam’a doğru girdiğinizde ortada solda. Orada yolun
ortasında büyükçe bir bina vardı, sonradan istimlak edildi, yol genişledi. O
bina değirmendi. Oradan yukarı çıkın, Vezir Camisi var. O caminin
karşısındaki bina da değirmendi. Ama bunlar un değirmeni değil palamut
değirmeniydi. Meşe ağacının meyvesi palamutu köylüler toplarlar,
değirmenciye getirirler. O değirmeni çalıştıran Mahmut Efendi benim babamla
kardeş çocuklarıydı, o yüzden unutmam mümkün değildir, iyi bilirim. İçeride
1-2 m. ebadında raflar vardı. Palamutlar raflara dizilip kurutulur.
Kurutulduktan sonra öğütülür ve unu çıkarılır. O un ile deriler işlenirdi.
Deri imalatçılarının en önemli malzemesi odur. O değirmen 1953’te oradan
kalktı. Peki o değirmenler nasıl çalışırdı. Pınarbaşı’ndan özel bir kol
üstteki değirmene gelir çarkını döndürürdü. Yeraltından iner alttaki
değirmene gelir, otobüs durağının oradaki değirmene, onu da döndürürdü.
Ondan sonra yine yeraltından karşı tarafa geçer, aşağı akardı.
Çakırhamam’ın
olduğu yerler yani?
Evet, hamamın olduğu yer sıra sıra tabakhane idi, o
caddede onun karşı tarafında ise hiçbir bina yoktu. Onlar 55-60’tan sonra
yapıldı. Tabaklar yaş derileri çerçevelere gererler, kurutmak için o sağ
tarafa asarlardı.
Tabakhanelere
yakın yerlerde yerleşimler var mıydı? Belki pis koku oluyordur?
Aşağı doğru değil de Tahtakale yönünde vardı evler.
Dağ köylülerinin ürünlerini getirdiği bir Pazar
varmış orada?
Tahtakale’nin içinde Vakıfların yaptığı yeni bina yoktu. Orası 1948 yılına
kadar dört duvar bir çatıydı. Dağ köylüleri mahsulü getirir, binanın iki
tarafında iki kapısı ve kantarları vardı. Orada belediye memuru oturur.
İçeri giren mal tartılır, satılır, alan kişi rüsumunu öder malı götürürdü.
Haşim İşçan 1948’lerde Atatürk Caddesi’ni genişlettiği zaman oradaki
esnaflar yer temin etmek için orasını iş hanına çevirtti. Dağ köylüleri
mallarını oraya getirirlerdi, mezat yeri denirdi. Peki ova köylüleri nerede
satardı mallarını? Şimdiki Demirtaş Paşa Endüstri Meslek Lisesi’nin
karşısındaki otopark Yoğurt Han denirdi. Orada da kantar ve iki memur vardı.
Memurlar malı tartıp rüsum alırlardı.
Dağ köylüleri
şimdiki Uludağ yolundan mı getirirlerdi?
Ha, Bursa’nın yollarına gelelim o zaman. Ta
kuruluşundan 1326’ya kadar gelelim. Bursa’nın üç cephede yolu vardı. O
söylediğim Vezir Cami’nde yukarıya iki mezarlık arasından dimdik yukarı
çıkınca İvaz Paşa Türbesi var. Oradan sağa dönünce Seyidi Nasır Caddesi.
Orada Abdal Murad çıkar. Tam Abdal Murad’ı dönerken Cilimboz Deresi var. Bu
derenin yan tarafından yol vardı. O yolun çalıştığını ben gördüm. Ondan
sonra 1930’larda Alaçatı kireç ocaklarından yeni yol açılınca bu yol iptal
edildi. 1960’tan sonra da Çekirge’den çıkan yol açıldı. O yola aslında
İnkaya Yolu denirdi. Abdal Murad’ın oradan çıkan yol Orhaneli, Büyükorhan,
Keles, bütün o yörenin ana yoludur. Bu yola Harmanalanı yolu da denirdi.
Çünkü o yoldan ilerlediniz mi en yakın yerleşim Harmanalanı Köyü’dür. Bir de
doğuya giden yol vardı. Şimdiki Maskem Cami yanında Maskem Köprüsü var.
Köprü o zaman yoktu. Bu köprüden bakınca az yukarıda iki tane ayak durur
hala. Şimdiki köprüden daha yukarıda olan bu köprüdür Bursa’yı doğu tarafına
bağlayan. Oradan geçilince Hünkar Köşkü’nün altından Kaplıkaya’ya, oradan da
Aksu Köyü’ne gidiliyordu.
Kızık
köylerinden geçiyor muydu bu yol, Hamamlıkızık, Cumalıkızık?
Kısık köylerinin üst tarafından geçiyordu. Aksu
Köyünde yol ikiye ayrılırdı. Bir yol İnegöl’e giderdi. Bir yol da sola döner
Dimboz Köyü’ne gelir. Şimdiki Erdoğan Köyü. Hani Osman Gazi’nin 1302’de
tekfurların birleşik ordusu ile savaş ettiği yöredir burası. O köyden sonra
yol yine ikiye ayrılır. Birisi Kestel’e, oradan da Gemlik’e doğru gider.
Diğer yol da Dimboz Köyü’nden Yenişehir’e doğru gider. Yenişehir’den Söğüt’e
uzanır. İşte Bursa’yı doğuya bağlayan bu yol İpek Yolu’dur. Batı yolu
nerededir peki? Biliyorsunuz Bursa’nın beş tane kapısı vardır. Kaplıca
Kapı’dan çıkınca Muradiye Caddesi’ne inersiniz, fabrikaların orada keskin
bir dönemeç vardır. Çağlayan Yokuşu denir oraya. Bir de Zindan Kapı’dan
çıkan yol Cilimboz Deresi yanından oraya birleşirdi. Bursa’nın batı tarafına
gidecek olanlar bu iki kapıdan çıkmak zorundaydılar. Muradiye Caddesi’nde
Hamzabey Camisi önüne gelinir. Çelik Palas’ın üst tarafından ilerleyince
Süleyman Çelebi Türbesi üstünden Selvili Cadde’ye birleşir. Selvili
Cadde’den Çekirge’ye inilir. Oradan da Dikkaldırım’dan aşağı inilir. Çelebi
Mehmet’in kızı Selçuk Hatun’un yaptırdığı Mihraplı Köprüsü’ne gelinir.
Köprüden sonra Odunluk Köyü’nde yol ikiye ayrılır. Bir yol Beşevler’in
içinden geçerek sanayi bölgesinin güneyinden Çalı, Kayapa, Hasanağa’ya
gider. Oradan da Kemalpaşa’ya gidilirdi. O yola da Kirmastı Yolu denirdi.
Odunluk’tan ayrılan diğer yol ise Kurşunlu’ya giderdi. Önce Acemler’e, sonra
da hava meydanı önünden Gündoğdu yoluyla Kurşunlu’ya giderdi. Kuruluşundan
itibaren Bursa’nın iki tane ana limanı vardır. Birisi Kurşunlu diğeri
Apolyont. Hala iskele taşlarını orada görebilirsiniz. Köprüden geçip köye
girdikten sonra sağa doğru gidin, göl kıyısında taşları görebilirsiniz.
Bursa’nın batı köyleri mallarını bu limandan İstanbul’a gönderirlerdi. O
zaman İstanbul’dan oraya gemiler çalışıyordu. Boğaz denen yer dağdan gelen
derenin çamuru ile dolmuş. Geçenlerde belediye orada çalışma yapmış, tekrar
açacaklarmış orayı.
Mudanya’nın liman olarak öne çıkması ne zaman
oldu?
İstanbul’un fethinden sonra, ilk dönemlerde yani. Kurşunlu Köyü’nün ismi de
orada liman olmasından geliyormuş. Limanda bir kadı otururmuş. Gelen ve
giden insanları, hayvanları ve malları sayıyor, devlete harç alıyor ve
malları kurşun mühür ile mühürlerlermiş. Adı oradan gelir. Bir çeşit gümrük
işletmesi yani. Kurşunlu’ya Gemlik tarafından da gidilebiliyordu. Hatta bir
ara Cavit Çağlar bakan iken, villalara rahat gidilip gelinsin diye o yolu
düzelttirdi. Aslında orası Kurşunlu’ya giden ana yoldu. Kestel tarafından
Kurşunlu’ya gidecekler bu yoldan, Gündoğdu’dan geçmeden giderdi. Peki yollar
neden hep üst taraftan gidiyordu? Mesela Çekirge yolu Çelik Palas’ın orada
bir tepeyi atlayıp da gider. Bursa’nın fethine kadar Setbaşı Deresi
dediğimiz Gökdere’nin yatağı Setbaşı çınardan Çakırhamam’a kadar uzanıyordu.
Yukarıdan gelen su Maksem’den itibaren etrafa yayılıyor ve çok geniş bir
vadide ovaya iniyordu. Orhan Gazi Bursa’yı fethettikten sonra Bursa’yı
genişletmek istedi. Ancak baktı ki kentin üç tarafı, doğusu, batısı, kuzeyi
çukur, vadi, ancak güney tarafı yüksek, orada da mezarlıklar var,
genişlemeye imkan yok. Şimdilerde Setbaşı Deresi dediğimiz Gökdere’yi
Maksem’den, dağın ucundan ovaya kadar, Deliçay’a kadar el ile kazdırıyor,
yatak açtırıyor. Yani önceden dere yatağı yoktu, su dümdüz yayılıyordu. O
dönemde Bursa’da Orta Asya’dan gelmiş pek çok Türkmenler var. Bir de Orhan
Gazi’nin fethettiği yerde yaşayan Rumlar, Hıristiyanlar var ama bunlara iş
sahaları yok. Bu Hıristiyanların daha önce fethettikleri yerlerde kaleleri
var ve buralarda büyük hazineleri, büyük paraları var. İşte Orhan Gazi bu
şekilde dereyi kazdırınca hem insanlara iş çıkarıyor, onlara yevmiye
veriyor. Hem de o dere yatağı açılırken çıkan kumları taşları belirli
yerlere yığdıttırıyor.
Dere yatağı kuruduktan sonra Maksem’den
itibaren İvaz Paşa’ya kadar olan bölgede ne kadar çamurluk bataklık alan
varsa oraları temizlettiriyor. Çünkü o güne kadar Çakırhamam’dan ileriye
insanların yürümesinin mümkün olmadığı, vahşi hayvanların dolaştığı bölgeler
vardı. İşte Orhan Gazi bu bataklıkları ovaya doğru temizlettikten sonra
şimdi bizim hanlar bölgesi dediğimiz yere bir kale yaptırıyor. Bu kaleye dış
kale deniyor. Çünkü Bursa kalesinin dışındadır. Aşağı Kale dendiği de
olmuştur. Çünkü Bursa kalesi yüksekte, bu aşağıda. Bu kaleye 2 km.
kalınlığında yüksek duvarlar yapılıyor, iki kapı yapılıyor, böylece büyük
bir meskun saha oluşturuluyor. Kapıların bir tanesi, şimdiki tarihi belediye
binasının güneyinde Taşkapı Sokak vardır, Nalbantoğlu Camisi’ne gider, o
Taşkapı Sokağın olduğu yerdeymiş. Çünkü o kapı taştan yapılmış, sokak da o
kapının adıyla anılırdı. İkinci kapı da kalenin kuzeyinde idi. Şimdiki
Cumhuriyet Caddesi’nde Ertuğrul Camisi var, o caminin yanında. Ertuğrul
Camisi’nin yanından Kapalı Çarşı’ya giren o dar sokak var ya, orası aslında
Demirkapı Sokak idi. O kapı da demirden yapılmış idi. Şimdi ise oranın
esnafı 1-2 sene önce o levhayı yok ettiler, Yorgancılar Çarşısı diye
yazdırdılar, belediyenin duvara çaktırdığı Demirkapı Sokak tabelasını
kaldırdılar. İşte iki kapılı bu kale de diğer kaleler gibi sabah güneş
doğduğunda açılır, ikindiden sonra kapanırdı. Orhan Gazi oraya iş ve kültür
merkezleri olarak bir külliye yaptırdı. Şimdiki Orhan Camisi’nin kuzey
tarafında, Kozahan’ın ahırlarının olduğu yerde mektep varmış. Biliyorsunuz
Koza Han 2. Beyazıt zamanında yapıldı. Ama ondan önce Orhan Gazi oraya
mektep yaptırmış. Şimdiki eski belediyenin olduğu yerin güney tarafında
medrese vardı, şimdiki belediyenin olduğu yerde de zaviyesi vardı. Şimdiki
belediyenin kuzey tarafında da, hani şadırvan var ya, orada da imareti
vardı. Yani medrese, zaviye ve imaret yan yanaymışlar. Bir de bunlara
ilaveten Emir Han’ı yaptırıyor. Öncekiler kültür kurumları. Bir de ticareti
canlandırmak için, halk gelip gitsin diye Emir Han’ı yaptırıyor. Bir de
hamam yaptırıyor, o da şimdiki Aynalı Çarşı’dır. Bundan başka şimdiki Kapalı
Çarşı’nın olduğu yere, Çakırhamam karşısından, ta öteki uca kadar,
Tuzpazarı’na kadar, 209 tane dükkan yaptırır. Orası büyük bir çarşı olur.
Bursa İpek Yolu üzerinde, tamam ama nereden gelmiş, nasıl satılmış? İşte
Orhan Gazi dış kaleyi iş ve kültür merkezi olarak bunun için yaptırıyor. 209
dükkan, Emir Han ve hamamları, hepsini irad olarak vakfediyor. Orhan Gazi
bunları yaptırırken aynı devirde Lala Şahin Paşa da yeni bir han yaptırıyor.
Nerede? Hani Pazar yerinin ortasında kocaman kubbeli bir yer var. Pirinç,
pastırma, peynir falan satılır. Belediyeden aşağı inerken, pazarın
ortasında, sağda. Orası Bezir Hanı veya Demir Hanı adıyla yaptırdığı handır.
Orhan Gazi’nin yaptırdıkları döneminde yapılmıştır, 1339’da. Orhan Gazi
bunları yaptıktan sonra diğer boş yerleri de vakfetmiş. O dış kalenin içinin
tamamı Orhan Gazi’nin vakfı sayılmış. Daha sonra Bursa geliştikçe içeriye
birçok hanlar, hamamlar, dükkanlar yapılmış. Ama bunların hangisi olursa
olsun, yaptıran kişi Orhan Gazi vakfından yeri satın almak zorunda kalmış.
Bir örnek vereyim, deniyor ki Ulucami yapılırken havuzun olduğu yerde bir
Rum kadının yeri varmış da yeri vermemiş. Bir rivayette de papazın evi
varmış, cami yapılacak diye papaz evini vermemiş deniyor. Halbuki öyle
değil. Yıldırım Beyazıt Niğbolu Savaşı’na gitmeden önce verdiği söz üzerine
Bursa’ya yirmi cami yaptırmak istiyor. Damadı olan Emir Sultan’la bu konuyu
konuştuğunda Emir Sultan hazretleri diyor ki “hünkarım, yirmi cami yaptırmak
kolay, ama yirmi camiyi korumak, yaşatmak çok zor. Bunun için siz yirmi cami
yaptıracağınıza yirmi kubbeli bir cami yaptırın, daha uhrevi olur” diyor. Bu
söz Yıldırım’ın hoşuna gidiyor, “peki” diyor, “yer bulmak sana ait, bul yer,
yapalım” diyor. Emir Sultan şimdiki Ulucami’nin yerini tespit ediyor. Her ne
kadar yapılacak cami küçükse de başka uygun yer bulamıyor.
Orhan
Gazi’nin yaptırdığı dış kalenin dışında mı kalıyor Ulucami?
Hayır, içinde, tam ortasında. Yıldırım Beyazıt
“burası benim dedemden miras kaldı” deyip de onun bulduğu yere camiyi
yaptırmıyor. Başka yer bulunuyor ve Orhan Gazi vakfı mütevellileriyle
kendisinin, Yıldırım Beyazıt’ın tayin ettiği görevli pazarlık ediyor, yer
pazarlığı.
Caminin yerini satın alıyor yani?
Evet. Yıllık 360 akçe kira ödenmesi şartı ile
cami inşaatı başlatılıyor. Vakıf malı olduğu için böyle bir işlem yapılmış.
Yani o bölge Orhan Gazi’nin vakfı olduğu için orada ne Rum kadının yeri
olabilir, ne papazın yeri. Kaldı ki, Orhan Gazi Yıldırım’ın dedesi oluyor.
Ulucami’nin yapılmasından 90 sene evvel orası vakıf malı olmuş. Yıldırım “bu
benim dedemin malı” deyip oraya camiyi bedavaya yaptıramaz mıydı? Var mıydı
karşı çıkacak kişi? Ama vakıf malı olduğu için önce bedeli ödenmiş. Ayrıca
vakıf mütevellilerinden izin alınmadan bir yere bir çivi dahi çakılamamış. O
kadar hiddetli, o kadar sert bir padişah dahi, bir ferman yayınlardı, “bunu
yapıyorum” derdi, ama bunu yapmamış.
Dış kaleden
günümüze kalan kalıntı var mı?
Bir tek izi dahi yok, çakıl taşı bile bulamazsın. Bu
dış kale yapılınca Bursa kalesi dışında büyük bir gelişme olmuş. Dış kalenin
üst tarafında, alt tarafında yeni yeni yapılaşmalar olmuş. Hani İpek Yolu
istikametini anlattık ya biraz önce, o yolun istikameti değişmiş. Şimdiki
Cumhuriyet Caddesi’nin orada..
Cumhuriyet
Caddesi dış kalenin alt sınırı mı oluyor?
Evet, zaten Demirkapı Sokak’tan bahsettik ya, orası
alt sınır. Oradan ileriye, şimdiki Kamberler Mahallesi’nde Tatarlar Köprüsü
vardır, o köprü o devirde yapılmış. Tatarlar Köprüsü’nden Kestel’e doğru
yeni yol yapılmış. Neden yapılmış? Artık buraları bataklık değil çünkü.
Yıldırım Beyazıt Ulucami’yi yaptırırken Ebu İshak Kazaruni taraftarları için
şimdiki Ebu İshak külliyesini yaptırır. Bursalı olan altı tane padişahtan,
Osman Gazi hariç diğer beş taneden dört tanesinin birer tane külliyesi
vardır, Yıldırım Beyazıt’ın üç tane külliyesi vardır. Ebu İshak külliyesi
şimdiki Muammer Sencer Karakolu’nun arka tarafındadır. Yani Bursa’nın doğu
tarafına giden yeni yol oradan geçer oldu, devamında da Tatarlar
Köprüsü’nden geçiyordu.
Gökdere’nin
üzerindeki ilk köprü hangisidir?
İlk köprü şimdiki Maskem Köprüsü’nün üstündedir,
şimdi sadece ayakları duruyor, Temenyeri’nin yan tarafında. Hatta onu Çelebi
Mehmet tamir ettirmiş. Bursa’yı doğu istikametine bağlayan köprüdür o. Yani
Gökdere’nin yatağının açılmasından sonra bu bölgeler de gelişmiştir. Ondan
sonra Bakkal Hoca Sinan, Hacılar Camisi’ni yaptıran kişi, Boyacıkulluğu
Köprüsü’nü yaptırmış. Hoca Müslihidin Irgandı Köprüsü’nü yaptırmış. Daha
aşağıda Meydancık’ta bir köprü vardı, şimdi asfalt altında kaldı, o
yapılmış. Bu arada bir de Setbaşı Köprüsü’nün yapıldığı söylenir. Hangi
tarihte yapıldığı bilinmiyorsa da Çelebi Mehmet’in tamir ettirdiği
biliniyor. Buradan da şu anlaşılıyor, Bursa’nın ticaret merkezi dış kale
çevresi olduğuna göre, demek ki İnegöl tarafına gitmek için üst taraftan bir
yol yapılmış. Çünkü bir de Şible Camisi’nin yanında bir Karıncadere Köprüsü
vardır, şimdi o da asfalt altında kaldı. O köprü de ilk yapılan köprülerden.
Bu bir istikamet veriyor bize. Merkezden, Setbaşı’ndan, Karıncadere’den
geçerek….
S: Zaten
Balaban Bey Kalesi var o tarafta?
Hah, o tarafa doğru kestirme yol yapılmış yani. Üst
taraftaki yol kullanılmamış.
İlk yapılan
bu köprüler taştan mı yapılmış ahşaptan mı?
İlk köprüler taştan yapılmış. Mesela Namazgah Köprüsü
var, o ilk yapıldığında ahşapmış, sonra kagir yapılmış.
Setbaşı
Köprüsü’nün üst kısımlarının ahşap olduğunu gösteren fotoğraf var.
O köprü ahşap yapılmış, sonra Çelebi Mehmet’in
emriyle kagire çevrilmiş.
Çalışmak için
Bursa’ya gelen köylüler ne iş yapıyorlarmış?
Bursa’ya çalışmak için gelen köylüler çok sayıda
değil. Zaten onlar kendi çevrelerinde çalışıp ekiyor, biçiyor, mahsullerini
Bursa’ya getiriyorlardı. Bursa’ya geldiklerinde nereye geliyorlardı? Bu
konuda üç hareketli merkezi vardı. Bursa çarşılar yönünden üç bölümdür.
Güneyde, Orhaneli ve Keles tarafından gelenler Tahtakale’ye gelirlerdi.
Orada mahsulü satacak çarşı var, han var, hamam var, bakkal var, her şey
var. Eğer köylü o gün mahsulü satıp dönemediyse köylü hanının üst katında
yatacak yer var. Şimdiki Yalova yolu merkez olmak üzere, doğu ve batı
köylülerinin geldiği çarşılar vardı. Doğu çarşısı şimdiki Kayhan çarşısı.
Orada da aynen saydıklarımız var. Örneğin Eskişehir Hanı Davud Paşa’nın
yaptırdığı köylü hanıdır. Doğu bölgelerinden mahsul getirenler buraya
gelirlerdi. Batı bölgesinden gelenler ise Şehreküstü altına gelirlerdi.
Orada da hanlar vardı, mesela Kızılay Hanı, Apolyont Hanı. Yine burada da
saydıklarımızın hepsi vardı. Köylüler bu üç merkeze hayvanları ile gelir,
mallarını satarlardı. Köylüler mallarını nasıl taşırlardı? Dağ köylerinde
arabası olan pek yoktur. Belki binde bir olabilir. At arabası ya da kağnı
arabası. Ama çoğunlukla eşek veya katır. Dağ köylüleri at dahi kullanmazlar.
Çünkü dağda at çok yararlı olmaz, eşek veya katır daha iyi. Bizim
çocukluğumuzda, 40’lı, 50’li yıllarda Tahtakale’de birçok hanlar vardı,
köylüler geldiğinde bakarlardı, atlarını eşeklerini diğer köylülerin
hayvanları ile çiftleştirirlerdi, katır olsun diye. Katır daha dayanıklı
çünkü. Ama doğu ve batıdan gelen köylülerin çoğunluğu araba ile gelirlerdi,
yani Şehreküstü ve Kayhan’a gelenler. Çünkü yol düzdü.
Şehreküstü
pazarı diye anlattığınız yer. Pirinç Han’a da eskiden atları bağlarlarmış,
orayı da kullanıyorlar mıydı?
İşte Şehreküstü dediğimiz yer oraları. Bu üç yönden
gelen köylüler bir yerde buluşurlardı. Nerede? Düğün dernek yapacaksa
kuyumcular çarşısına gider. Veya, mesela kumaş benzeri bir şey alacaksa
bezzazlar çarşısına gider, yorgancılar çarşısına gider, bakırcılar çarşısına
gider, çünkü bunlar tek çarşı. Farklı yerlerden gelenler burada birbirlerini
görürler. Ancak samimiyet olmaz. Bu üç ayrı bölgeden gelen köylüler
geldikleri çarşıdaki kahvelerde otururlar ve hepsi kendi yakın bölgelerinden
gelen köylüler ile tanışırlar ve daha iyi ilişki kurarlardı. İhtiyacı olan
malları yakın köylerden tedarik ederlerdi. Mesela dağ köylüleri Tahtakale
çevresinde birbiriyle samimiyet kurardı. Bunlar topluluk olarak da birbirine
yakındır. Dağ köylüsü dediğinizde % 90 Türkmendir bunlar. Ova köyleri
çoğunlukla muhacirdir denirdi. Ova köylüleri ile Türkmenlerin bir arda
kaynaşmaları uzun zamana bağlıdır, zordur. İşte bu şekilde köylüler kendi
bölgelerinin köylüleri ile kahvelerde otururlardı.
Konuştukları
dillerde farklılık var mıydı?
Tabi vardı. Ova köylüleri şehir konuşmasına biraz
daha yakındı ama dağ köylüleri farklıydı. Bugün bile öyledir. Benim babam
Tahtakale’de semerciydi, köylülerle işi olan biriydi. Çünkü bu üç çarşıda
semerciler, saraçlar çoktu. Babamın dükkanına tarikat ehli kişiler gelirdi,
çoğu da medrese tahsili yapmış kişilerdi. Geldiğinde “selamun aleyküm İsmail
Usta. Nasılsınız efendim? Sağlık ve sıhhatiniz yerinde mi? Refikanız hanım
efendi nasıllar?” diye konuşurlardı, ben de ağzımın suları akarak bakardım,
hoşuma giderdi. Bir de bakarsınız bizim dağ köylüsü gelir, “merhaba len,
İsmail Usta, ne yapıyon len, iyi miyiin?” diye konuşurdu. Bir gün babama
sordum, “baba bunların hangisi Türkçe, hangisi doğru konuşuyor?” Babam dedi
ki, “ikisi de Türkçe oğlum, ikisi de doğru konuşuyor”. “Nasıl olur baba ya?”
“Oğlum” demişti babam, “ilk gelen kişi Bursa’da doğmuş, şehir hayatı
yaşamış, şehir lisanına alışmış, medrese mezunu olduğu için Osmanlı lehçesi
ile konuşuyor. Dağlı da doğru konuşuyor. Onlar da Orta Asya’dan Aral
bölgesinden gelmişler, Aral lehçesi konuşuyorlar.” Daha sonraki yıllarda
kitaplardan araştırdım, gerçekten de Kelesliler Aral lehçesi ile konuşuyor.
19. yüzyılda Bursa’da açılan fabrikalara dağ
köylerinden işçi olarak gelenler oldu mu?
Olduysa da fazla sayıda
olmamıştır. Olmadı denemez. Bilhassa 1950’den sonra köyler Bursa’ya akın
ettiler. Mesela Bursa’nın güney tarafındaki mahallelere bakın, bunlar hep
dağ köylüleridir. Ama “biz Bursa’nın yerlisiyiz” derler. Doğrudur,
yerlidirler.
Bursa’nın bir de tünelleri vardır. Bunları çok fazla
kitapta göremezsiniz. En son iki tane ağız vardı, Kaplıca Kapı’nın altında.
Bir tanesi 1948-50 seneleri arasında Haşim İşçan şimdiki Devlet Hastanesi’ni
yaptırırken temelden çıkan moloz ile o ağzı doldurttu, çünkü hemen yolun
kıyısında çok derin, korkunç bir yerdi orası. İkinci ağız daha yan
taraftaydı, onu da 1996’da Osmangazi Belediyesi doldurttu. Neden doldurttu?
Esrarcıların, fuhuşçuların yeri olmuştu. Şimdiki orduevinin olduğu yer
Tekfur Sarayı idi biliyorsunuz. Orhan Gazi Bursa’yı fethedince padişah
sarayı oldu. Tüneller oranın kaçış yoluydu. Oradan batıya doğru iki tünel
kazılmış. Fakat Kazım Baykal “tüneller o kadar değil, üç tünel kazılmış”
diyordu. Kendisi kazıda görmüş. Üçüncüsü de, yine şimdiki orduevinin oradan
Hisar’ın altından Pınarbaşı’na çıkıyormuş, “ben gördüm oğlum onu” diyordu.
Başka bir tanesi de şimdiki Balibey Hanı’nın yanına çıkıyormuş, onu da
görmüş. Bu tüneller bugün kayboldu. Bizans döneminde kullanılmış ama Osmanlı
döneminde ihtiyaç kalmamış. Bu yüzden çoğunlukla mahzen olarak kullanmışlar,
boş kalmamış. 1944-45’lerde İkinci Dünya Savaşı başladığında askeriye Bursa
halkını korumak için bu iki tünel içine elektrik tesisatı döşemiş. Herhangi
bir hava hücumunda halkı o tünellere doldurmak için. Bunu anlatan arkadaş
elektrik idaresinden emekli olmuştu, kendisi bunları iyi bilirdi. Ben
kitabımda yazdım, “bu tüneller derhal açılmalı ve turizme kazandırılmalı”
dedim. Yerlerini gösterebilirim size ama kaplı, toprak yığını yani, bir şey
göremezsiniz. Savaş tehlikesi geçtikten sonra elektrik tesisatı sökülmüş,
kaderine terk edilmiş. 1948’lerde Haşim İşçan devlet hastanesi temelinden
çıkan molozları oraya doldurttu, tüneller kayboldu.
Bizans sarayı
hakkında bir bilgi var mı, sonradan Osmanlı sarayı olan. Kazı yapılmış
sanırım o bölgede?
Bursa’da iki tane saray yeri vardır. Biraz geri
gidelim o zaman. Bursa milattan iki bin yıl önce Balkanlardan gelen Tyniler
diye bir kavim tarafından kurulmuş (Doğrusu MÖ 185’tir. A.C.-). Kurulduğu
zaman da şimdiki devlet hastanesi karşısındaki çay bahçesinin olduğu yere
saray yapılıyor. Sonra Bithynia devleti kuruluyor, oraya Bithynia sarayı
denir. Şu an hala kemerleri görünüyor.
Nerededir
kemerleri?
Devlet hastanesi karşısında
çay bahçesinin yanında otopark var. Girin oraya, solda göreceksiniz. Sonra
Bursa’da Bizanslılar hüküm sürmeye başlayınca şimdiki orduevinin oraya saray
yaptırmışlar. O saray da Bursa’nın fethini takiben Osmanlı sarayına
dönüşmüş.
Aynı bölgede
bir Alman konsolosluğu olduğu görülüyor 1900’lerin başlarına ait
fotoğraflarda.
Bursa’da yedi tane
konsolosluk varmış 18. asırda. Murdiye’deki Fabrika-i Humayun’un üstündeki
ipek fabrikasının yanında kırmızı tuğlalı bir bina vardır. Bizim eski
belediye binasına benzer. Orası eski Fransız konsolosluğudur.
(Söz konusu bölgede, Belvü Otel’den çekilmiş
bir fotoğrafı gösteriyoruz)
O bölgeye Rum ve Ermeniler
tarafından iki tane fabrika kurulunca devlet mahcup olmuş, halktan da istek
var, Fabrika-i Humayun kurulmuş aynı bölgeye. O yüzden oteller de yapılmış
olması normaldir. Çünkü orası büyük bir iş bölgesi. Bursa’nın kiliselere
dönelim, not aldım isimlerini. Setbaşı’nda Akdemir Sokak var, Namazgah’a
çıkarken soldan birinci sokak. Orada Protestan Ermenilere ait bir kilise
var. Şimdi Necatibey Kız Meslek Lisesi olan yerin yanında bir kilise var, şu
anda faal. Orası kendi haline terk edilmişti. 2000 yılında Büyükşehir
belediye
başkanı Erdoğan Bilenser çok önem verdi
oraya ve restore ettirdi. İlk yapıldığında Protestan kilisesi olarak
yapılmış. Sonra katolik Ermeni kilisesi olmuş. Ama o kilisenin esas yapılma
sebebi misyoner faaliyetleridir, Fransızlar tarafından yaptırılmış.
Muradiye’deki turizm meslek okulu Amerikan Koleji idi. Fransız ve
Amerikalılar misyonerlikle ilgili birlikte çalışmışlar. Bir de Setbaşı’nda
İpekçilik Caddesi’nde sağda Setbaşı İlkokulu var. Orada bir kilise vardı,
1980’den sonra o kilise yıktırıldı, oraya okul yapıldı. Orası da Gregoryen
Ermenileri kilisesi. Demirkapı’da bir kilise var. Demirkapı otobüsüne binin,
son durakta inin hemen göreceksiniz, büyük bir bina. Orası da Rum Ortodoks
kilisesidir. Bir de Muradiye’de askerlik şubesinin içinde bir kilise var.
Duvarları duruyor, çatısı çöktü. Orası da Rum Ortodoks kilisesi. Bir de
Altıparmak’ta Şaypa mağazasının üstünde bir kilise vardı, çarklı değirmen
denirdi oraya. Dönence adıyla bir yer oldu sonra. Orası da Osmanlı döneminde
Rum Ortodoks kilisesi idi. Sonradan değirmen haline getirmişler. Ben
çarkının döndüğünü hatırlıyorum, un öğütürlerdi.
Balıkpazarı
Kilisesi diye bir kilise var mıydı?
Hah, ona şimdi geleceğiz. Ona aslında Yabati kilisesi
denir. Onu ayırdım diğerlerinden çünkü farklı bir özelliği var.
Neredeydi bu kilise?
Zafer Plaza’nın bu tarafı, Tophane’nin altı.
Kalıntıları duruyor hala. İsmi Yabati Teleologos Kilisesi’dir tam ismi.
Orhan Gazi Bursa’yı fethettiği zaman kale içi denilen Hisar semtinde iki bin
tane ev vardı. Türkler, Rumlar, Yahudiler ve bir ihtimal Ermeniler de
varmış. Orhan Gazi Bursa’yı Türkleştirebilmek için ne yapsın? Onları kaleden
çıkartması lazım. Onları çıkartacak ki yerlerine Türkleri yerleştirebilsin.
Eğer Türkleri kaleye yerleştiremezse kendi sarayının da bir hükmü olmaz.
Çünkü iki bin tane Hıristiyan ev var. Ne yapmış? Bugünkü kırk merdivenden,
Balibey Han’dan altından itibaren Tophane yamaçlarına ta Yıldız Kahve altına
kadar, oralara evler yaptırmış, Rumları, Ermenileri o evlere oturtmuş. Tabi
orada Hıristiyanlar çoğunlukta olduğu için oraya bir kilise yaptırmış.
Altıparmak civarında Yahudiler çoğunlukta
olduğu için oraya da havra yapılmış ama havranın ne zaman yapıldığını
bilmiyoruz. Yaptırdığı kilisenin ilk papazı Yabati Teleologos isminde
birisi. Yani kilise ismini ilk papazından alıyor. Oraya kısa adıyla Yabati
kilisesi de derler.
Balıkpazarı
Kilisesi aynı yer mi?
Şimdiki Timurtaş Paşa türbesinin o bölgeye
Balıkpazarı denirdi. O yüzden kiliseye de Balıkpazarı kilisesi de denirdi.
Türkler
azınlıkları Müslümanlaştırmayı değişik yollarla denemişler mi?
Aleni olarak ya da misyonerlik faaliyeti gibi
yapmamışlar. Ama çocukları devşirme olarak askere alıp Müslümanlaştırmışlar.
Bursa Mehter Takımı var ya, ben onun kurucusuyum. Mehter tarihini incelemek
için yeniçeri tarihini incelemek lazım. Orada da devşirmeler çıkıyor işte.
Önce Rumeli’nden çocuklar alınmış. Yavuz Sultan döneminden itibaren de
Anadolu’dan da alınmış. Bunlar yeniçeri ocağında maaşlı asker olunca
ailelerine yardım yapmaya başlamışlar. Hatta ileride içlerinden subay
olanlar, makam mevki sahibi olanlar olmuş. Yani öyle zamanlar olmuş ki
Hıristiyanlar kendi istekleri ile çocuklarını vermişler.
Hisar içinde
kilise var mıymış, mutlaka vardır?
Varmış ama fetihten sonra hepsi kalkmış. Mesela bir
tanesi, en büyüğü, Osman ve Orhan Gazi türbelerinin olduğu yer, St. Eleni.
Gümüşlü Kubbe denen yer. Ayriyeten Kavaklı Camisi’nin olduğu yerde, Üftade
Camisi’nin olduğu yerde, bir de Zindankapı’da kiliseler varmış. Kazım Baykal
bundan bahsederdi.
Sinagog var
mıymış?
Şehrin içinde sinagog nerede vardı bilinmiyor ama
Yahudi cemaatinin olduğu biliniyor. Hatta Orhan Gazi şimdiki Arap Şükrü
sokağındaki hamamı yaptırmış, suyunu havraya bağışlamış. Suyunu
bağışladığına göre demek ki oraya bir havra da yaptırmış. O sokağın adı
aslında Sakarya Caddesi’dir.
Yani daha
Orhan Gazi zamanında o sokak iskana açılıyor ve Yahudiler orada yerleşiyor?
Evet açılıyor. Kazım Baykal
Bursa Anıtları kitabında Orhan Gazi’nin
hamamın suyunu havraya bağışladığını yazar. O sokakta iki havra var. Bir
tanesi Mayor havrası, Arap Şükrü meyhanesinin yanında. Öteki de o hamamın
yanında, Geruş havrası. Bir tane daha havra varmış, Es Haim havrası. 1906’da
Altıparmak Caddesi açıldığında o havra yola gitmiş.
Bursa’nın en
erken devirlerine ait kayıtlar var mı?
En erken döneme ait hiçbir kayıt yok. Orhan Gazi
dönemini yazanlar, işte Aşıkpaşazade gibi, sonradan aldıkları duyumlarla
yazanlardır. 15. asırdan itibaren resmi belgeler vardır. Ne olmuş peki en
eski resmi belgelere? Karamanoğulları Bursa’yı yağmaladıkları dönemde Orhan
Camisi, ki bu bir çeşit hükümet camisidir, sağlı sollu revaklıdır, farklı
yüksekliklerde makamlar vardır, içeri girdiğinizde görürsünüz, makamlara
göre yapılmış. Devletin tüm arşivi de orada saklanırmış. Karamanoğulları
Bursa’ya geldiğinde o camideki evrakları yakmış. Hatta şimdi kapıdaki kitabe
caminin asıl kitabesi değil Çelebi Mehmet’in tamir ettirdiğine dair
kitabedir. Karamanlılar Osmanlı’yı çok uğraştırmışlar yani.
Yıldırım
Beyazıt’ın kemiklerini çıkarttıkları söylenir?
Bir çok şey yapmışlar, Bursa’yı talan etmişler.
Karaman’ı ilk yok etmek isteyen Yıldırım Beyazıt’tır. O yüzden onun
kemiklerini çıkartıp bugün Okçular bölgesindeki bir hamamın külhanında
yakmışlar.
Çelebi Mehmet
bunu bildiği için kendi bedeninin bilinenden başka bir yere gömülmesini
vasiyet etmiş. Yeşil Türbe’nin alta katı gibi bir yer
Yeşil Türbe Selçuklu modeli mahzenli bir türbedir.
Muradiye hamamının kıble tarafında yüksekte bir türbe vardır, Savuşturan
Süleyman Türbesi denir. Bursa subaşısıydı. İstanbul’un fethinden sonra
İstanbul’da görevlendirildi, İstanbul’un Türkleşmesini sağlayan çok otoriter
biriydi. Emekli olunca gelmiş oraya medrese mektep yaptırmış. Orası da aynı
Yeşil Türbe gibi mahzenli türbedir. Gidin bakın, türbenin altında yolun
kıyısında bir kapı var, alt katın kapısı. Bir tane de yeni bir örnek var. Şu
ileride Oruç Bey’in mezarı var, şahsa ait bir evin içindeydi. Biz mücadele
ettik, o zamanki DSP’li Osmangazi belediye başkanı o evi kamulaştırdı.
Sonraki belediye ise o türbeyi meydana çıkardı. Ama önce araştırma kazıları
yapıldı, baktık ki mahzenli türbe. Yan tarafta merdiven var, aşağı iniliyor.
İki katlı
yani?
Evet. Asıl mezar alta, üstteki sembolik mezar.
Anıtkabir de bu modeldedir. Çelenk koyulan yer semboliktir. Çelebi Mehmet
türbesi de böyledir. Yıldırım Beyazıt’ınki öyle değil. Yıldırım Beyazıt
Camisi’ni yaptıran ustalar belli değil ama Yeşil Camisi’ni yapanlar belli.
Mimarı İvaz Paşa. Bunlar Tebrizli ustalar. Demek ki Tebrizli ustalar
Selçuklu usulünü Bursa’ya getirmişler. Çelebi Mehmet’ten önce Tebrizli
ustaların yaptırdığı bir yapı yok.
Köylüler
Bursa’ya geldiklerinde, bir işi var ise, hükümeti nerede bulacak? Mesela
muhtarın mekanı yok. Gidip kapısını çalıyorsun, işini yaptırıyorsun. Böyle
bir şeye gereksinim yoktu ama sonradan hükümet binaları yaptırılmış.
1965’lere kadar eski dönemleri iyi bilen kişiler
vardı, ben onlardan dinledim. Hükümet binası şimdiki Heykel önünde imiş.
Hatta oraya saray önü denirmiş.
1930’larda
yapılmış o meydan değil mi?
Tabi. Hatta oradan geçen caddeye de Saray Caddesi
denirmiş. Mimar Erken Hakkı Ayverdi eski vilayet binası, eski adliye ve
defterdarlık binalarının hem mimarisini hem de müteahhitliğini kendisi
yapmış.
Önceden
cezaevi de oradaymış, sonradan Uluyol’a taşınmış.
Evet oradaydı. O binalar yapıldıktan sonra Bursa’da
yeni bir imar hareketi oluyor. Caddenin adı önce Gazi Caddesi, sonra da
Atatürk Caddesi oluyor. Şimdiki Heykel’in üst tarafından Çandarlızade
İbrahim Paşa hamamı var. Oraya Mahkeme Hamamı denirdi. Neden? İşte Osmanlı
döneminde Bursa’da devlet daireleri oradaydı, mahkemeleri de oradaydı.
Koskoca Çandarlızade İbrahim Paşa Hamımı’na mahkeme hamamı denir. Halbuki
hiç alakası yok ismiyle. Mahkeme o mahallede olduğu için bu ismi kalmış. Kız
Lisesi’nin olduğu bölge.
Valilik
binası Heykel’e taşınmadan önce Cumhuriyet Caddesi’ndeymiş, tütün deposu
olarak kullanılan bir binada?
Cumhuriyet Caddesi’nde şimdi Gökçen Hanı’nın olduğu
yerde eski antika bir bina vardı. Yunanlılar işgal süresince o binayı
kullanmışlar. 1922’de Bursa’yı terk ederlerken bütün devlet dairelerini
yakmışlar. Hükümet binasını da talan etmişler. Daha sonra vilayet Heykel’de
yeni yapılan binaya taşındı. 1950-60’lara kadar yaşlılar o meydana ve
caddeye saray önü derlerdi.
Saat Kulesi
ne zaman yapılmış?
O da 1906’te yapılmış. 1904-1906 arasında çok şey
yapılmış. O kule yangın gözetleme kulesi olarak yapılmış. Saat kısmı
sonradan taş kısmın üstüne ilave edilmiştir. Yakın zamana kadar itfaiyeciler
orada 24 saat nöbet tutarlardı.
Sık sık
yangın çıkarmış herhalde?
Evet. O zamanlar evlerin aralarında 1-2 m. yol vardı.
Mesela bir örnek vereyim. Postanenin üstünde Akbıyık Camisi var. O caminin
doğu tarafına bakın, dar bir geçit göreceksiniz. İşte o zamanın sokakları
öyleydi. Hisarda da öyleydi. Ahmet Vefik Paşa Bursa’ya daha mutasarrıf
olarak geldiğinde ilk işi cadde açmak olmuş, mesela Muradiye Caddesi’ni
açmış, 1884-1886 arası olacak. Halka ilan etmiş. Fakat kimse evini
yıktırmıyor. Ne yapmış? Arabasına binmiş, ekibini hazırlatmış, arka tarafa
ellerinde kazma kürekli 20 kişi hazırlatmış. On kişi muhafız. Özellikle bir
dar sokağa giriyormuş. Sokak dar olduğu için makam arabası geçemiyor. “Vali
Paşa devlettir, devletin arabası geri dönmez” diyormuş, yıkım emir
veriyormuş. Böyle böyle zorla yıktırmış, kimse de bir şey diyememiş. Eskiden
Hisar’ın birçok sokağı böyle dardı.
Bursa’da
neden hiç büyük taş ev, sivil yapı görmüyoruz?
1855 depreminde büyük yıkım olduğu için herkes geçim
derdine düşmüş. Bir de işin daha ilerisi var. Mart ayında çok soğuk bir
havada deprem olduğu için birçok yerde yangınlar çıkıyor. Yangında sadece
evler değil çarşılar da yanmış. Halk erzak bulamaz hale gelmiş. O günün
şartları içinde kagir binalar bile yapılamamış. Kubbesi çöken camilerin
üstüne idarelik çatılar yapılmış. Mesela bir örnek vereyim. Tahtakale’ye
girin. Hemen sağda Mecnun Dede Camisi vardır. 1965’e kadar onun üstü
çatılıydı, kubbesi çökmüş. Kazım Baykal Eski Eserleri Sevenler Derneği
olarak oraya kubbe yaptırdı. 1855 depreminden sonra taş bina yaptırmaya
halkın gücü yetmemiş. Yokluk var, perişanlık var. Hatta bina yapacak usta
yok. Camileri bile Rum ustalara yaptırmışlar. Şahadet Camisi’ne bakın.
Kiliseden dönme derler. Hiç alakası yok. 1855 depreminde üç tarafı çöküyor,
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kitabında yıkık halinin fotoğrafı var. Sonra
1906’dan sonra devrin valisi Mahmut Celalettin Paşa yıkık kısımları
kaldırtıp duvarları onartıyor. Cami biraz küçülmüş oluyor. Mesela Orhan
Gazi’nin kardeşi Alaattin Bey’in camisi var, Alaattin Camisi. Onun da üstü
kilise kemeriydi. 1960’da Kazım Baykal orayı restore ettirirken o kilise
kemerini kaldırtırdı. Üftade Camisi’nin üstünde kilise kemeri vardı. Ben
hatırlıyorum o günleri. Restorasyon sırasında onun da kemeri kaldırıldı.
Yani camileri bile Hıristiyanlara yaptırmışız usta yokluğundan, ustalar da
kendi usullerinde yapmışlar tamiratı.
Peki 1855
depreminden sonra Bursa’da hiç mi zengin kişi yaşamamış da taş ev
yaptırmamış? Yoksa depremde taş ev çöküyor diye korkulmuş mu?
O da olabilir. Bir daha öyle taş binalara niyet
edilmemiş. Önemsenmemiş olabilir. Ahşap daha kolay yapılıyor çünkü. Hatta
yıkılan yerlerin enkazını bile kaldırmamışlar, enkazı düzleyip üstüne ev
yapmışlar. Şimdiki Hisar içinde kazılarda görüyoruz, tuğla kiremit kırıkları
çıkıyor.
2. Bölüm (
11.1.2011 )
Bursa’daki
ipekçilikten bahseder misiniz?
Bursa’da ipekçilik çok gelişmiş bir faaliyet koludur.
Bu yüzden kentin bir adı da ipek kentidir.
Sanırım Osmanlı’dan önce de varmış ipekçilik?
Çok eskiden başlamış. Belki Bizans’tan da
evvel. Neden?
İpekböceğinin yetişmesi için dut ağacı
gerekir. Ama bu ağaç meyve vermeyen dut ağacıdır, bildiğimiz dut ağacı
değil. Bunun yaprağı ile ipekböceği beslenir. Meyve veren dut ağacının
yaprağı koza üretimine yaramaz. Bundan 20 senesine kadar Bursa köylerinde bu
ağaç çoktu. Ama Çin’den ipek gelmeye başlayınca Bursa’da ipekçilik geriledi.
Dolayısıyla köylerdeki bu ağaçlar da köklerinden söküldü, hamamların
külhanlarında yakacak oldular. Birkaç dağ köyünde hala var ama az sayıda.
Çakırhamam bölgesindeki ufak derenin yakınlarında
ipek işleyen tesisler var mıydı?
Çakırhamam’da değil, Muradiye, Demirkapı,
Alacahırka bölgesinde vardı. Çırçır atölyesi denirdi. Azcık geriden alarak
anlatayım. 1840 yılına kadar Bursa’da 410 tane ipek kumaşı dokuyan tezgah
varmış. Ağırlıklı olarak biraz önce söylediğim bölgedeydi bu atölyeler.
Çünkü bu iş için suya ihtiyaç vardır. Kozadaki iplik makaralara sarıldıktan
sonra kalan böcek artıkları çok pis kokar. Bu artıkları Climboz Deresi’ne
atılırdı. Bu dere eskiden yılın 12 ayı akardı, atılan atıkları alır
götürürdü. Bursa’yı hiç tanımayan biri gelse orada koza işlerinin
yapıldığını kokudan anlardı.
Mevsimi ne
zamandır bu işin?
Yaz başında başlar, son bahara kadar kozalar işlenir.
Bu bahsettiğimiz dönem, 19. yüzyıl ortalarında Bursa’nın zenginleri Rumlar,
Ermeniler ve Yahudiler idi. 1846’da Taşçıyan Ohannes, Dokumacı Osman Efendi
ve Cumali Efendi buhar ile işleyen ipek fabrikalarını ilk kez Cilimboz
Deresi yanına kurdular. Bunlar, iki Ermeni, iki Türk böyle bir girişim
başlattılar. 1888’de Şehreküstü Mahallesi’nde Kazaz Ahmet Muhtar Efendi’nin
evi satın alınarak ilk defa İpekböceği Okulu kuruluyor.
Bu kuruluş
tarihleri hakkında değişik bilgiler var, siz hangi kaynağa dayanıyorsunuz?
Kazım Baykal’ın
2000
senelik Bursa Belediyesi adlı eserine.
Bir yıl sonra Karaağaç Mahallesi’nde Osman Fevzi Efendi’nin evine taşınmış.
Karaağaç Mahallesi nerede? İpekçilik Caddesi’nin sol tarafı, yokuşu çıkarken
solda. Ermeni Mahallesi yani. Sonra Keork Torkumyan adlı bir Ermeninin
önderliğinde şimdiki yerine taşınmış. Şimdi restore edilen binaya. 18
Ağustos 1893’te buraya taşınmış okul. Bu bina da 1930 yılında
İpekböcekçiliği Enstitüsü adını almış. 1974’te Hürriyet’e taşındı. Devlet bu
okulu İmam Hatip Lisesi’ne vermişti. Müze olacağı söylendi ama okul idaresi
diyor ki tamamını müze olarak kullanmayacağız. Bir odası müze olacak. Bu da
hiçbir mana ifade etmiyor. Dedim ya, 1974’te okul Hürriyet’e taşınınca
okulun pek çok aleti Diyarbakır’a gönderilmiş, orada müze oluşturmak
istemişler. Kalan aletlerin bir kısmı da şimdi Muradiye’de moda okulu olarak
açılan yere götürülmüş. Kalan az miktardaki aletler de şimdi eski binada bir
tek odaya müze olarak kondu. Demirkapı’da 1846’da iki Ermeni ve iki Türk’ün
fabrika açmasından sonra bizim devletimiz utanıyor da Fabrika-i Humayun’u
kuruyor. Bu iki Ermeni daha sonra fabrikayı satmışlar, Romangal adlı Fransız
almış. O da Kolsuz Faik denen fabrikatöre sattı. Şimdi onun oğlunun
mülkiyetinde orası, çalışmaz bir halde. Fabrika-i Hümayun’un açılmasından
sonra devlet bu işleri yapabilecek kişileri teşvik ediyor ve Mollaarap ve
Umurbey taraflarında, aşağı yukarı on beş civarında fabrika açıyorlar.
İpekerler Fabrikası, Gaffarzadeler Fabrikası gibi. Bu fabrikaya ham ipek
gelir, oradan çıkıncaya kadar her türlü işlemi görür ve kumaş olarak çıkar.
O bölgede su kaynağı olarak 6-7 tane ayazma var. Su bol olduğu için orada
kuruldu bu fabrikalar. Suyun olmadığı yerde bu iş olmaz. Dediğim gibi
şimdilerde ipek işi bitti. Eskiden Kozahan’a binlerce köylü ipek getirirdi,
orası ana baba gününe dönerdi, bayram yerine dönerdi. Toptancılar gelir
ürünün kalitesine bakarlardı. Orada bir borsa oluşurdu, fiyat oluşurdu.
Fiyatı devlet
belirlemiyor yani?
Hayır, devlet karışmaz. Biri gelir der “Bu 10 lira
eder” der, siz gelirsiniz “12 eder” dersiniz. Malın kalitesine göre serbest
piyasa oluşur.
Üreticinin
elinde malın kaldığı olur muydu?
Üreticinin elinde bir tek koza kalmazdı. Kötü mal
biraz daha ucuza giderdi ama elde kalmazdı.
Kötü ürün
nasıl olurdu? Büyüklüğüne göre mi yüzeyine göre mi?
Büyüklüğü de önemli ama yüzeyindeki ipliğin sarılışı
önemli. Onun ustaları anlardı kalitesinden.
Bu iş kolunda
da daha çok gayri müslümleri mi görüyoruz?
Osmanlı döneminde Ermeniler
daha çok, birkaç da Türk var. 1922’de Yunanlıların gitmesinden sonra bütün
işler Türklere kalmış. 1940’lı yılları hatırlıyorum. Bir tek Hıristiyan
yoktu Kozahan’da. Yahudiler bu işlere
pek girmezdi zaten.
Kozahan’ın
üst katındaki dükkanlarda eskiden de ipek ürünleri mi satılırdı?
Evet. Oralar fabrikaların yazıhaneleriydi.
Bu işten
zengin olan köyler var mıydı?
Vardı tabi. Mesela Kayhan beyin babasının 4000 dönüm
arazisi varmış, Beşevler’in az ilerisinde. Kayınpederim öyle anlatırdı.
Kağnı arabalarına uzun tahtalar koyar boylarını uzatırdık da hararları öyle
götürürdük derdi.
İpek
ticaretinde isim yapmış aileler var mıydı?
Mesela İpekerler. Sonra Kolsuz Faik’in çocukları,
soyadlarını unuttum. Gaffarzadeler sonra. Resulzadeler.
1930’larda
İpekiş Fabrikası açıldığında sadece ipek işlemesi için mi kurulmuştu?
Evet, tamamen ipek için. 1930’lu yıllar Bursa’da
ipeğin en bol olduğu zamanlardı. Merinos ise sadece yünlü dokuma için
açılmıştı.
Okul
kurulduktan sonra Fransızlar eliyle ipek üretiminde 2-3 kat artış yaşanmış.
Ne zaman Fransızlar elini çekmiş bu işten, verim düşmüş.
Evet, Fransızlar Bursa’da ipek üretiminin artması
için teşvikçi oluyorlar. Hatta Bursa’da üretilen ipeğin Avrupa’da satılması
için Mudanya tren hattını özel olarak onlar yaptırıyor. 1895’te çalışmaya
başladı o hat. Gerçi o hat bugünkü ölçülerde değildir, dar ray denen
sistemdir o hat. Maden ocaklarında kurulan sistemdir, küçük ebatlıdır.
Çocukluğumda çok bindim ben o trene. Pazar günleri sabah gider akşam
dönerdik. Bursa-Mudanya arası 3 saatti o zaman. Cumhuriyetten sonra ipek
üretimi o denli olmuyor, tren hattından başka amaçla yararlanılıyor. Merinos
1938’de açıldıktan sonra fabrikada kullanılacak olan kömür Zonguldak’tan
gemilerle Mudanya’ya getiriyorlar, Mudanya’da trene yükleyip Merinos’a
getiriyorlar.
Merinos
durağı bu işe mi yarıyordu?
Trenin baş durağı eski sebze halinin bulunduğu
yerdeydi. Merinos ara duraktır. Şimdi restore edilen Merinos durağını
geçince sağ tarafa bir makas vardı. Makas ile yan hatta geçip fabrikanın
içine girerdi tren, kömürü boşaltıp öteki baştan çıkar giderdi. Yani
sonraları bu hat yolcu taşımacılığı için kullanılmış. Yolcu taşımacılığında
da çok fazla verim yok. Ancak Pazar günleri halk Mudanya’ya gidiyor, diğer
günlerde yolcu yok. Diğer günlerde de kömür taşınıyordu işte. Zannedersem
1948’de Mudanya treni iflas etti. 1953’te de rayları sökmeye başladılar.
Daha ileride Paşa Çiftliği durağı, ondan sonra da Beşevler durağı vardı.
Şimdiki Fatih Lisesi’nin yanında.
Tren
ücretleri nasıldı?
Büyük küçük ayrımı vardı. Hatırladığım kadarıyla
büyük 20, küçük 5 kuruştu.
Bursa kalelerine gelelim
isterseniz. Kaç tane kale vardı Bursa’da? Bugün sadece Hisar’daki akla
geliyor. Ama tarih boyunca Bursa’da 6 tane kale vardı. Birinci kale olan
Hisar Kalesi’nin yapılışı hakkında, yapılış tarihi hakkında kitaplarda çok
ayrıntılı bilgi yok. Bugün belediyenin koyduğu panolarda Bizans eseri olarak
anlatılıyor. Bizans eseri ama Bizans’ın hangi döneminin eseri? Bizans kısa
süre hakim olmadı ki, 1000 yıl sürdü. Bu konuda net bilgi veren bir kitap
var, Kazım Baykal’ın
2000 Yıllık Bursa Belediyesi
kitabı. Orada açıkça diyor ki büyük Roma İmparatorluğu ikiye bölündüğünde
Anadolu Doğu Roma İmparatorluğu’nda kalmıştı ve Bizans adını
almıştı(1).
Ancak Roma’nın ikiye bölünmesinden sonra Bizans eski gücünü bulamadı ve dış
tecavüzler olmaya başladı. MS 410 yılından itibaren İstanbul ve Bursa başta
olmak üzere bütün yerleşim yerlerinin çevresi duvarlarla örüldü, kaleler
yapıldı. İşte böylece Bursa Kalesi’nin ne zaman yapıldığını öğreniyoruz.
Bizans yöneticilerinin emriyle yerleşim yerlerinin etrafı alel acele duvarla
çevrildi. Halk “benim malım gitsin canım gitmesin” düşüncesiyle evlerini
dükkanlarını yıktılar, çıkan malzemelerle duvarları yaptılar. Kazım Baykal
“işte bakın Hisar’a, hep çıkma mal” derdi. Hakikaten de 80 bin defa bak aynı
şeyi görürsün. Bir yerde bir mermer sütun görürsün, bir tarafta bir pencere
sövesi görürsün, bir kapı sövesi görürsün, hatta bir yerde örneği var, hela
taşı koymuşlar. Büyük taş diye koymuşlar. Böyle yapılmış ve mimari bir
işçilik yok. Zaten plan program yapacak zaman da yok. Çıkan malzemelerle
önce doğu, batı ve kuzey taraflarına duvar yapılabilmiş. Buralara öncelik
verilmiş. Çünkü bu üç tarafın çevresi zeminden çok düşük. Malzeme yetmediği
için güney tarafına derelerden topladıkları taşları koymuşlar. Ancak burası
düşmanın tecavüz etme gücü daha yüksek, yer düz olduğu için. Bu yüzden güney
tarafına çift sur yapılmış. .az miktardaki büyük taşlar güney durunun dışına
yerleştirilmiş, sonra bir harç atılmış ve arkasına çakıl taşlar dökülmüş.
Düzgünce yerleştirme usulü yok. Ona sallama duvar deniliyormuş. Kestel
Kalesi’ne, Kite Kalesine bakın, diğer kalelere bakın, malzeme ve işçilik hep
aynı. Her yerleşim kalesini kendi gücüyle yapmış o devirde. Yani Bursa
Kalesi’nin ilk yapımı MS 410’da olmuş. İkinci kale de şöyle. 1310 yılında
Osman Gazi Bursa’yı fethetmek için Mollaarap mevkiine geliyor. Orada
inceleme yapıyor. Aldığı bilgilere göre bu kalenin zor fethedileceğini hesap
ediyor. Bursa’nın
iki tarafına iki ayrı kale yapılmasını
emrediyor. İşte bir tanesi Balaban Bey kalesi.
Kentten doğuya giden yol üzerinde değil mi?
Tabi. Doğudan gelen yolu kesmiş oluyor
böylece. Üçüncü kalenin yeri meçhuldür. Üçüncü kale için kitaplar hep
Kükürtlü’nün karşısındadır der. Kazım Baykal derdi ki “ya Kükürtlü’nün hangi
cephesinin karşısında? Doğu mu batı mı?” Ve derdi ki “bu konuda ben çok
araştırma yaptım ve bir ipucu elde ettim.”
Nedir o? 1948 yılında vali Haşim İşçan
Hamzabey’deki yeni vali köşkünü yaptırırken Kazım Baykal yapılan kazıları
izlermiş. Oradan Balabanbey Kalesi’ne benzer temeller çıkmış. Hemen
yetkililere bildirmiş, müze müdürüne ve diğer uzman kişileri toplamış
inceleme yaptırmış ve “evet burası Kükürtlü’nün karşısında denilen Aktimur
Kalesi’dir” sonucuna varılmış. Ama sadece bunu bulmak yeterli değil, çünkü o
konuda yazılı bir belge yok. Bunu nasıl belgeleyeceğiz. Durumu askeriyeye,
garnizon komutanlığına bildirmişler. Orası da Genelkurmay Başkanlığı’na
bildirmiş. Bir süre sonra buraya Genelkurmay’dan bir subaylar heyeti gelmiş.
Onlara da “evet, Aktimur Kalesi büyük ihtimalle burasıdır” demişler. Sonuç
öyle kaldı çünkü yazılı belge bulunamadı. Hatta vali köşkünün şimdi batı
tarafında Villa Biçen diye bir yer var. Orası da kalenin yapıldığı dönemde
mezarlıkmış. Baktık ki hakikaten 14. asra ait mezar taşları var. Oradan da
anladık ki burası kalenin mezarlığıdır. Çünkü her kalenin yakınında
mezarlığı olurmuş. Mesela Balaban Bey Kalesi’nin mezarlığı yakınındaki
caminin olduğu yerdeymiş. İkinci ve üçüncü kaleler yani Balabanbey ve
Aktimur kaleleri böyle. Osman Gazi bu kalelerin yapımını 1317’de
başlattırıyor. İki kalenin bir yılda yapıldığı söylenir.
Kuşatmanın 20
yıl sürdüğünü duymuştum ben.
1317’da başlanmış, 1318’de içine girmişler. Bursa
1326’da alındığına göre demek ki 8 yıl sürmüş kuşatma. Balabanbey Kalesi
Bursa’nın doğusuna giden yolun yanında, güneyine giden yolun da yakınında.
Neresiydi güney yolu? Pınarbaşı’ndan Abdal Murad’a doğru giden yol. Bu kale
bu yolu da kontrol altına almaya yaramıştı. Kuzeyden gelen yol ise
Acemler’de batı yolu ile birleşiyor ve Hamzabey Cami’sinin oradan geçiyordu.
Yani doğu ve güney yollarını tutmak için Balabanbey Kalesi, batı ve kuzey
yollarını tutmak için de Aktimur Kalesi yapılmıştı.
Kuzey yolu Kurşunlu’dan geliyordu değil mi? Peki
Osmanlı döneminde Gemlik’ten
Bursa’ya
gelen yol yok muymuş?
Gemlik’ten Bursa’ya gelinemiyordu çünkü oralar
Gökdere’nin yatağı idi. Daha sonra oralar gelişti, Demirtaş’tan buraya yol
yapıldı.
Geçen sefer
doğu yolunu anlatmıştınız, Aksu’ya giden. Bu yol iki arabanın geçebileceği
bir genişlikte olmalı. Hiç kalıntısı yok mu?
Maksem’den geçip Temenyeri’ne, oradan da şimdiki
Teleferik mahallesinin oralardan geçip Aksu’ya gidiyordu. Kızık köylerinin
hepsinin üst tarafından geçiyordu. Şimdi her taraf talan edildiği için
şurada şu kalıntı vardır diyemiyoruz.
Yol olduğuna
göre muhakkak çeşme de vardır. Çeşme izlerinden çıkarılabilir belki.
O yolda çeşmenin olmaması
mümkün değil, çünkü su kaynaklarına çok yakın geçiyor. Peki şunu sorayım.
Dağ yolunda her gördüğünüz çeşmeden su içtiniz mi? Bir dahaki gidişinizde
tavsiye ederim bunu yapın. Her çeşmenin suyunun tadının başka olduğunu
göreceksiniz. Neden? Su bazı yerde granit taşından gelir, bazı yerde kireç
taşından gelir, bazı yerde sarı topraktan gelir, bazı yerde kara topraktan
gelir, bazı yerde bataktan gelir. Her çeşmenin suyunun tadı farklıdır.
Bazılarından maden suyu bile akar.
Bugün menba suyu diye evlerimize aldığımız
sulara bakın. Hepsi ayrı lezzette. Hâlbuki hepsi Uludağ’ın suyu.
Kalelere devam edelim. Bu iki kale ile kent
fethediliyor. Fetihten sonra Orhan Gazi kenti geliştirmek istiyor. Ama Hisar
bölgesinin dört tarafı da uygun değil. Az ötede, Çakırhamam’dan Setbaşı
çınarına kadar olan bölge Gökdere’nin yatağı. Geçen sefer konuşmuştuk, bu
dere ıslah ediliyor ve bu geniş alan yerleşime açılıyor. Dış kale denen kale
de bu alana yapılıyor. Kazım Baykal bu dış kalenin çevrelediği alanı şöyle
tarif ederdi. Oğlum derdi. Nalbantoğlu Camisi’ni bul, oradan doğuya doğru
git, aşağı Gümüşçeken Caddesi’ne in. Cumhuriyet Caddesi’ne gel, oradan
batıya doğru gel. Pirinç Han’ın oradan yukarı Çakırhamam’a çık.
Çakırhamam’ın üstünden Nalbantoğlu’na gel. İşte kalenin sınırları buydu. Bu
kalenin iki kapısı olduğunu konuşmuştuk. Kale içine külliyesi yapılmış.
Kalan yerler de güllük gülistanlık bahçe haline getirilmiş. Sonraki kalemiz
Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılmış. Yıldırım semtinde kendi adıyla
yaptırdığı caminin çevresine külliyesini ve etrafına da kalesini yaptırmış.
Neden? Burası merkezden uzak bir yer çünkü, yaptırdığı külliyeyi koruma
altına aldırmış. Bu kalenin biraz kalıntıları var. Caminin alt tarafında bir
tane kapısı var kemerli. Kapının üst tarafında duvarları da duruyor. İşte
kaleden kalanlar bunlar. Bu da beşinci kalemiz. Daha sonra bir kale daha
yapılmış. Malum 1600 yılından itibaren Celali İsyanları olmuştu. Bu
isyanlarda Bursa çok sık eşkıya tecavüzüne maruz kalmıştı. Gelen eşkiyalar
Bursa’yı talan etmişler, yakıp yıkmadık yer bırakmamışlar. Zenginlerin hem
parasını almış hem de öldürmüşler. Kadınları kızları kaçırmışlar,
çadırlarında âlem yapmışlar.1610 yılında Sultan 1. Ahmet Bursa’ya geliyor,
buna bir çözüm bulmak için. Bursa muhafızı olan Nakkaş Hasan Paşa’ya emir
veriyor. “Paşa ben İstanbul’a gidiyorum, ne gerekiyorsa yap” diyor. “Ne para
istersen, ne imkan istersen vereyim, buna bir çare bul” diyor. Hasan Paşa
da, yine Kazım Baykal’ın ifadesine göre, Tatarlar Köprüsü’nden Yeşil’e,
Yeşil’den Şehreküstü’ne kadar yüksek bir duvar yaptırıyor. Ben krokilerin
üzerine cetveli koydum baktım. Tatarlar Köprüsü dediği yer Yıldırım’ın
yaptırdığı kalenin köşesi oluyor. Demek ki oradan Yeşil’e kadar duvar
taptırmış. Şehreküstü denen noktaya baktım, o da Orhan Gazi zamanında
yapılan dış kalenin köşesi. Demek ki V harfi şeklinde bir kale yapılmış,
eşkiyanın bu büyük bölgeden girmesini önlemek için. Kalan muhafızlarını da
diğer bölgelere kaydırmış. Ama tam istenen sonuç alınamamış. Nihayet 1612
yılında sadrazam Kuyucu Mustafa Paşa 10 bin askerle birlikte bir gece
ansızın Bursa’ya geliyor. O sıralar Bursa’da Kalenderoğlu eşkiyası vardı. 20
bin kişiydiler ve Atıcılar Çayırı’na çadır kurmuşlardı. Gündüzleri asıp
kesiyorlardı. Mesela Acemreis Camisi, Reyhanpaşa Camisi, Şehreküstü Camisi
gibi yerleri, bütün hanları hamamları ne varsa gasp ediyorlardı. İşte Kuyucu
Mustafa Paşa bir gece ansızın geliyor. Diyor ki “bir tavuk dahi sağ
kalmayacak, ne gerekiyorsa, sallayın kılıcı”. Bir kısım askerin eline de
gazyağı veriyor, çadırların etrafına döküp ateşe veriliyor. Eşkiyaların
bütün çadırları yakılıyor, ateşten kaçanlara da kılıcı sallıyorlar ve kökünü
kazıyorlar. Eşkıya bu şekilde temizleniyor. Bu da Bursa’nın altıncı kalesi
olmuş oluyor. Şimdi hamamlara gelelim. Roma zamanında hamamlara balmea
deniyormuş. Sonra kaplıcalar yapılmış. Onlara da kapalı ılıca anlamında
kaplıca denmiş. Özellikle Çekirge ve şimdiki Yeni Kaplıca bölgelerinde
yapılmış bu hamamlar. Bu iki bölgenin birbirinden farkı vardır. Çekirge
bölgesindeki suların hemen tamamı çelikli sulardır, çelik madeni vardır o
sularda. Ve onlara erkek sıcak su denir. Su sıcaklığı 30-50 derece
arasındadır.
Çelik Palas
otelinin suyu da çelikli miymiş, adı oradan mı geliyor?
Tabi tabi. Fakat Yeni Kaplıca
bölgesindeki sular genelde kükürtlüdür, kükürt içerir. Zaten suları yumurta
gibi kokar. Bunlara dişi sıcak su denir. Çünkü 50-85 derece arasındadır.
Ancak bunların içinde Karamustafa suyunun dalları ayrıdır. Onun suyu inde
çelik, kükürt, gümüş, radyoaktivite ve çok fazla madenler vardır. Farklı bir
daldan gelir o su. .bu sıcak sular kaynaktan çıktıktan sonra hamama doğrudan
verilmez. Verilirse insanlar tavuk gibi haşlanır. İçinde soğuk su katılarak
verilir, 50 dereceye düşürülür. Yeni Kaplıca’nın içinde havuzun olduğu
bölgeye girerek sağlı sollu birer oda vardır, halvet denir. Onun sağdakine
eşek terleten denir. Aslında orası üşük terleten’dir. Neden? Kaynağından ilk
çıkan su oraya hiç katkısız şekilde gelir. Duvarda şu masa büyüklüğünde bir
havuzcuk vardır. Oraya gelir ve orası her zaman duman duman olur,
buharlıdır. Çok üşümüş, hastalıklı olanlar, soğuk algınlığı olanlar, ağrısı
sızısı olanlar orya gelir. Orada yarım saat oturdu mu ne ağrısı kalır ne
sızısı. Fizik tedavisi yani. Üşüyenlerin ısınması anlamında oraya üşük
terleten denmiş. Halk dilinde buna eşek terleten derler. Biz çocukluğumuzda
giderdik oraya. Sadrazam Rüstem Paşa’nın vakfı idi, ama sonradan çalmışlar,
şimdi şahıs elinde. Oraya gelenlerin ikamet etmesi için yan tarafına
kervansaray yaptırmış. Üstünde düzlük bir arazi vardı, oraya da bademli
bahçe denirdi. Bunun sebebi de tam orta yerde bir tane badem ağacı vardı.
Orası kaplıcanın mesire yeridir. Orası evlerden uzak bir bölge olduğu için
gelenler yanlarında yiyecek getirirdi. Banyoyu yapanlar çıkar kilimi, örtüyü
yayar istirahat ederlerdi. Ondan sonra yola çıkarlardı. Kaplıcaya gidenler
eskiden çiğ yumurta götürürlerdi sepet içinde. Eşek terleten’e girdiğinde,
hani sırt keselemek için kese vardır ya,
yumurtayı keseye koyarsın, ipinden tutarsın, ipiyle suyun içine sallarsın,
içeride 3-5 dakika kaldı mı yumurta pişer. Bursa’nın diğer kasımlarında da
hamamlar çoktur ama bunların tamamı ısıtmalı hamamdır. Eskiden odun kütüğü
yakılırdı. Sonra kömür yakılmaya başlandı. Zaten çoğu şimdi kapandı. Şimdi
mevcut olanlar da doğalgaz yakıyor. Kaplıcalar olsun, ısıtmalı hamam olsun,
iki tipte olurdu. Tekli hamamlar ve çifte hamamlar.
Hem kadınlara
hem erkeklere..
Evet, bir tarafı kadın bir tarafı erkek. Mesela
Kükürtlü Kaplıcası’nın erkek kısmını Murat Hüdavendigar yaptırmış. Daha
sonra 2. Beyazıt zamanında kadınlar kısmı yapılmış. Çifte olmuş ama şimdi
yine tek çalışıyor. Eski Kaplıca sadece erkeklere olduğu için sonradan yanı
başına, güneydoğu köşesine küçük bir hamam daha yapılmış kadınlar için.
Oraya Armutlu Kaplıcası denirdi. Yeni Kaplıca’yı Rüstem Paşa yeniden
yaptırıyor, ondan sonra yanına kaynarca hamamı yapılıyor, kadınlar için.
Yüzyıllardır orası hala kadınlaradır. Mesela Çakırhamam çifte hamamdır. Ama
az ileride İnebey hamamı tek hamamdır, sadece erkeklere çalışır. Nasuhpaşa
Hamamı yapıldığında çifte hamammış. Mütevellileri hamamı idare edememişler,
kadınlar kısmını yıkmışlar, tek hamam kalmış. Yani bir suyun sıcaklığına
göre bir de tek ya da çift olmasına göre ayrılır hamamlar.
Hamamların hepsinde havuz olur mu?
Kaplıcalarda olur, diğer hamamlarda yoktur.
Neden? O kadar bol suyu bulmak mümkün değil. Kaplıcalarda çıkan sular
doğrudan kullanılabilir haldedir. Ama ısıtmalı hamamda su önce külhan
kısmına gelir. Külhan kısmında büyük ocak vardır, üstünde kazan, ona
cehennemlik denir. Orada çalışana da külhancı denir. Külhanda yanan ateşin
üzerindeki büyük kazan çoğunlukla hamamın yıkanma yerinin ortasına doğru
konmuştur. Neden? Onun buharı ile hamam içi ısınsın diye. Külhandan çıkan
duman nereye gidiyor? Ateş tam kıvamına geldikten sonra külhancı özellikle
kapıyı kapatır, sıcak dışarı çıkmasın diye. Duman nereden çıkacak? Birçok
yerde ince künklerle çıkış yeri sağlanmıştır, bütün hamamlar böyledir. Bu
künkler hamamın duvarının içinden geçip yukarı kiremitliğe kadar çıkar, buna
tütek denir. Kızgın duman dışarı çıkarken aynı zamanda binayı da ısıtmış
oluyor. Şimdiki kalorifer sistemi gibi. Restorasyonlar sırasında biz çok
gördük. O künkler duvarda hemen sıvanın altındadır. Tabandan da geçer.
Umurbey Hamamı’nı restore ettiler, gidin görün. Külhandan çıkıp tüteklere
dağılan yerler tünel gibi, üstüne cam koydular gözüksün diye. Bazı
hamamlarda tüteğin üstüne tuğla parçası koyarlar, sıcak hemen dışarı
kaçmasın diye. Erkek hamamlarında soyunma yerlerinde peştemalciler vardır.
İçeri girmek isteyenler üstlerini çıkardığında onlara peştamal verirler.
Soğukluk
denen yer değil mi?
İlk girdiğin soyunma yeri. Ondan sonra soğukluğa
girilir. Peştamal sarıp girdiğinde kese yapanlar var, onlara tellak denir.
Çıkarken de ılık olan yerde, soyunma yeri ile yıkanma yeri arasındaki yere
ılıklık denir, orada da bir görevli olur, ona da havlucu denir, çıkanlara
havlu sarar.
Yeme içme
ılıklıkta mı yapılırdı?
Orada da olurdu ama daha çok dışarı olurdu.
Bir de oranın
sosyal mekan olma özelliği var değil mi, muhabbetler falan..
Tabi canım. Muhabbetin en alası olurdu orada. Birçok
tanımadığın kişilerle dost olurdun orada. Bir adet vardı eskiden. Hamama
gittin mi üç kişinin arkasını kesele. Mahşer günü onun sevabı senin önüne
gelecek denirdi. Ben gençliğimde çok iyi hatırlarım, bakardım yanımdaki
insanlara, “abi ya da kardeş, sırtını keseleyeyim mi” derdim, e herkes
sırtının keselenmesini ister. Böylelikle birçok dostluklar meydana gelirdi.
Kadın hamamlarında ise bir farklılık vardı. Oralarda peştemalci, havlucu
yoktur. Çünkü kadınlar peştemalini, havlusunu evinden getirir. Hamam bohçası
denir, onun içinde getirir. Orada çalışanlara da natır denir.
Ne iş yapar
natır?
Hizmet eder içeride.
Kadınlar
küçük çocuklarını da yanında götürürdü değil mi?
Evet. Mesela çocuk 6-7
yaşlarına geldi mi hamamcı artık onu almaz içeri. “Sen babanla git” derdi.
Anası eğer azcık ısrar ederse, “ya bu daha çocuk ne olacak” gibisinden
şeyler söylerse hamamcı da “onun babasını da getir bari” derdi. Hamamlar bir
de gelin hamamı olarak özel olarak kiralanırdı. Evlenecek olan kızın ailesi
düğünden önce hamamı sabahtan akşama dek kiralardı. Bir de damat hamamı
olurdu. Damat hamamında hamam bütün gün kiralanmaz. Çünkü erkekler sabahtan
akşama kadar hamama gitmez. Damat hamam çoğunlukla akşamüstü olur. Beş, on
veya yirmi kişi elli kişi, ne ise, damat arkadaşlarını alır beraberce hamama
gidip yıkanırdı. Bir de kırklama hamamı vardı. Doğan çocuk kırk günlük oldu
mu o gün anne baba akraba, komşu ve arkadaşlarını hamama götürürdü. Çocuğu
da alırlardı ve hani kırk defa yıkıyormuş gibi bir anlamı olurdu. Sünnet
hamamları olurdu. Çocuk sünnet olacağı zaman sünnet sahibi hamamı komple
kiralardı. Bir de adak hamamları vardı. Adak adarsın da adağın gerçekleşirse
hayırına falanca hamamı tutarım, herkes yıkansın dersin. Mesela adak hamamı
bugün Çekirge’dedir, Sultan Hamamı, Askeri Hastane’nin önündedir, hala aynı
işlevi görür. Umuma açık değildir. Benim adağım var deyip tutmaya kalksanız
altı ay sonraya gün verir. Çünkü Bursa’da bir tek o kaldı. Adak hamamı
kiralayanlar evde yiyecek içecek hazırlar, pastalar, börekler, çaylar,
ayranlar, şerbetler,
gelenlere ikram edilir, konuklar aç
bırakılmaz yani. Bunların içinde önemli olanı Gelin Hamamı. Demirtaşpaşa
Hamamı var, biliyorsunuz, orası Bursa’da gelin hamamı olarak anılırdı.
İçerisinin dizaynı ona göre yapılmış. Soyunmalık olan yerler üç kademe sedir
halinde, basamaklı. En üst kademede nineler, anneanneler, babaanneler
oturur, orta kademede anneler oturur, en alt sırada çocuklar oturur. Orada
da ikramlar yapılır. Sünnet veya gelin hamamı yapılacaksa 1-2 gün öncesinde
evlerde hazırlık yapılır, tatlılar, börekler, çörekler, şerbetler. Evlerde
hazırlanan bu yiyecekler genç kızların eline verilir, üzerleri renkli
kağıtlarla kaplanır. Şerbet dahi olsa güğümün üzeri renkli kağıtla süslenir,
öyle götürülürdü hamama. Şimdilerde benim komşumun sünneti oluyor, haberimiz
bile olmuyor. Oğluma 1974 senesinde sünnet düğünü yaptım, üç gün üç gece
sürdü. Dört tane komşu evini işgal ettik. Karşımızdaki eski bir cami vardı,
sonradan yıkılmış, büyük, 500 metrekare bahçe açılmış. Kazanlar kuruldu,
masalar kuruldu, aşçılar geldi, yemekler yendi. Komşular dedi ki “tamam
Erhan, bu Hisar’daki son düğün olur artık”. Hakikaten de artık başka öyle
yapan olmadı. Şimdi artık ihtiyaç yok. Oteller var, lokantalar var.
Gidiyorsun her şeyi orada yapıyorsun. Eski sıcak hava yok artık. Diyeceğim,
Bursa’da Demirtaşpaşa Hamamı gelin hamamı olarak kullanılırdı. Peki Bursa’da
kaç tane hamam var? Orhan Gazi devrinde 5 tane hamam yapılmış. İçlerinde
padişahın yaptırdığı da var, başkalarının yaptırdığı da var. Bu beş hamamdan
iki tanesini padişah yaptırmış, biri Hisar içinde hala faal, diğeri de dış
kale içinde, şimdi Aynalı Çarşı dediğimiz yer, çifte hamam. Ben bu hamamları
padişahların dönemleri olarak tasnif ettim. Orhan Gazi devrinde 5 tane hamam
yapılmış. 1. Murat devrinde 6 tane kaplıca, 1 tane hamam yapılmış. 1.
Beyazıt devrinde 7 tane hamam yapılmış. Fetret Devrinde 1 tane hamam
yapılmış. 2. Murat devrinde 7 tane hamam yapılmış. 2. Mehmet yani Fatih
devrinde 8 tane hamam yapılmış. 2. Beyazıt devrinde 1 tane kaplıca, 7 tane
hamam yapılmış. Hangisiydi bu kaplıca? Kükürtlü kaplıcası kadınlar kısmı.
Erkekler kısmını Hüdavendigar yaptırıyor, kadınlar kısmını 2. Beyazıt
yaptırıyor. 1. Süleyman döneminde 1 tane kaplıca yapıldı. Neresi? Yeni
Kaplıca. Yeni Kaplıca’nın aslında eskiden var olduğu, ancak atıl durumda,
ihtiyaç olmadığından, kendi haline terk edilmiş olduğunu öğreniyoruz. Ancak
Rüstem Paşa satın almış ve o binayı yeniden yaptırmış. Ondan sonra 2. Selim
devrinde 3 tane hamam yapılmış. 1. Ahmet devrinde 1 tane hamam yapılmış. 4.
Mehmet devrinde 1 tane kaplıca yapılmış. Hangisi bu? Kaynarca Kaplıcası.
Sonradan yapılmış, neden? Karamustafa erkeklere ait olduğu için kadınlara
kaplıca yok. Bu yüzden Kaynarca Kaplıcası yaptırılmış kadınlara. Hala daha,
asırlardır orası kadınlara ait. 2. Ahmet zamanında 1 tane hamam yapılmış.
Cumhuriyet devrinde 1 tane kaplıca yapılmış. Hangisi o? Çelik Palas’ın
kaplıcası. Bir de devri bilinmeyen 2 tane hamam var, batık hamam deniliyor.
Hamamlar böyle.
Dağ tarafında
hamam ya da kaplıca biliyor musunuz, Orhaneli tarafında? Orada doğal sıcak
su çıkan bir köy var. Sadağı.
Sadağı Köyü’nde bilinmeyen
bir dönemde, Roma İmparatorluğu döneminde ya da daha evvelinde, orada kaynar
su olduğu için oraya kaplıca yapılmış. Sonra sular boşa akmaya başladı. 1-2
sene önce onu boruyla köye getirmişler. Banyolu otel yapıp o sıcak sudan
yararlanmak istiyorlarmış. Şimdi külliyeleri anlatalım. Nedir külliye? Bir
taneden fazla olan yapı topluluğu. Mesela bir cami, yanında bir medrese. Ya
da bir cami, yanında bir hamam. Bunlardan 5 tane padişahın 7 tane külliyesi
var. Osman Gazi’nin hiç bir şeyi yok zaten. Çünkü biliyorsunuz Bursa’ya
giremedi, Söğüt’te vefat etmişti. Dört tane de sadrazam külliyesi var
Bursa’da. Ayriyeten 34 tane de diğer varlıklı kişilerin, beylerin, paşaların
külliyeleri var. O zaman ne oluyor, Bursa’da 45 tane bilinen külliye var.
Ancak külliyeler sadece bu 45 tane değildir, bunun fazlası vardır eksiği
yoktur. Ondan sonra medreselere gelelim. Mefail Hoca
Bursa
Medreseleri diye bir kitap yazmış,
orada 50 taneye kadar çıkmış. Onu ben biraz daha genişlettim, biraz daha
fazla çıktı. Ama bir şey söylerken yerini de göstermek lazım. Bir de ben
onları sınıflara ayırdım. Mesele bugün mevcut olan medreseler hangileri? 15
tane. Yedi tane de izi görülen medrese var. Bir duvarı var, ya da bir tonozu
var, bir kenarı var. 46 tane de yok olan medrese var. Yani toplam 68 ediyor.
Bugün kullanılanlar hangileri?
Mesela en başta Çekirge’den başlarsak, caminin
üstünde Hüdavendigar Medresesi var. Bu tarafa gel, Hisar’da Haraççıoğlu
Medresesi, bu tarafa gel, Lala Şahin Paşa Medresesi. Sonra gel, İnebey
Kütüphanesi. Yeşil’de müze olan yer Sultani Medresesi, Yıldırım Medresesi.
Bunun gibi 15 tane kullanılan medrese var. Bir de 8 tane, mevcut olduğu
biliniyor, ama yeri bilinmiyor. Bazı medreselerde mükerrerlik var. Bir
tanesini söyleyeyim. Hoca Müslihiddin Medresesi deniyor. Bugün mevcut değil.
Mevcut değil ama Memduh Turgut Koyunluoğlu yaptığı araştırmalarda, bu
medresenin Kız Lisesi müdürünün odasının olduğu yerde olduğunu yazıyor. Ben
bunu okuyunca hemen gittim lisenin etrafını dolaştım. Hakikaten arka
tarafında kalın duvarlar var. Ama elimizde belge olmadığı için buradadır
diyemiyoruz. Onu ne yapıyoruz, mevcut ama yeri bilinmeyen diyoruz. Orasını
Hoca Müslihiddin gerçekten kendi mi yaptırmış? Bunun mükerrer isim olma
ihtimali büyük. Neden büyük?
Mesela
orada mahkeme hamamı var, karşısında mahkeme cami var. Halbuki onlar
Sadrazam İbrahim Paşa külliyesidir. Hamam ve camiyi Sadrazam İbrahim Paşa
yaptırmış. Yapılış tarihi de belli. Ondan sonra karşı köşede sağır
pencereler vardır, hani pencereler vardır, içi görünmez. Orası imaretinmiş.
Orası 1855’te yıkılınca yerinde daha sonra Kız Lisesi binası yapılmış. Fakat
1974’te Kız Lisesi binasını o tarafa büyütmek istediler. Kaza ile bulunuyor,
Kazım Hoca bir bakıyor, kemerleri buluyor. Dur deyip hemen müdahale
ettiriyor, kazıyı durdurtuyor, araştırma kazısı yaptırıyor. O zaman
İstanbul’da olan Anıtlar Kurulu’ndan izin alıyor. Araştırma kazısı sonucunda
oranın imaret olduğu ortaya çıkıyor. O kısma Kız Lisesi binası yapılamadı.
Kazım Hoca “burası imaretin yeri, buraya bina yapamazsınız” dedi. Hemen o
köşeye, iki tarafa dere taşı duvarlar yaptırdı.
Bir tarafa 3, bir tarafa 2 tane pencere
yaptırdı, ama içten kapalı. Dış tarafa demirler koydurdu. İmaretin
pencereleri olduğu belli olsun diye. O medresenin İbrahim Paşa’nın
yaptırdığı medrese olması muhtemel. Çünkü İbrahim Paşa’nın devriyle Hoca
Müslihiddin’in devri arasında yüz küsur sene zaman var. Belki de Hoca
Müslihiddin bu medresede hocalık yapmıştır, müderrislik yapmıştır da ismi o
şekilde kalmıştır. Bunun gibi, mesela şimdiki hükümet konağının olduğu
yerde, arka tarafta, apartmanların olduğu yerde, Kazzazoğlu Süleyman Mehmet
Paşa’nın medresesi vardı. Oraya Kazzazoğlu Medresesi denirdi, Veled-i Kazaz
Medresesi denirdi, Boyacıkulluğu Medresesi denirdi. Ama zaman gelmiş, Çentik
Mustafa Efendi orada bizzat müderrislik yapmış ve medrese de Çentik
Medresesi adını almış. Halbuki müderris ile medresenin hiçbir ilgisi yok.
Halk çok sevdiği için medreseye müderrisin adı verilmiş. Yapanın adı değil
hocanın adı kalmış. Onun için bizim tarihlerimiz çok açık olmadığı için
birçok yerde sıkıntıya düşüyoruz. Kazım Hoca da sıkıntıya düşüyordu, ben
daha çok düşüyorum. Ben ona nazaran daha yüzeysel araştırıyorum. Bir de
imaretlere gelelim. Onlar da Osmanlı döneminde var olan yapılar. Onları da
sınıfladım. Bugün mevcut olan 4 tane var. Bir tanesi Çekirge’de caminin batı
tarafında, kocaman bina. Muradiye’de, Muradiye Camisi’nin sol tarafında.
Şimdi lokanta, Darüzziyafe Lokantası, orası da imaret. Sonra Yeşil’de, şimdi
kafetarya olan yerler. Bir tanesi de Veziri Yokuşu’nda bir kümbet vardı.
Kazım Hoca onu bir türlü tespit edememiş, belki mualimhane (=mektep)
olabilir diyor,
Bursa Anıtları
kitabında. Ama oranın imaret olması kuvvetle muhtemel. Neden? Bursa’nın
kapıları neredeydi fetihten önce? Saltanat Kapı, Pınarbaşı kapı.. Peki doğu
yolu neredeydi? Maksem’den orya iniyordu. Demek ki ikindiden sonra kale
kapıları kapatıldığına göre, ikindiden sonra Bursa’ya gelenler nerede yemek
yiyecekti? İşte bu yüzden oranın imaret olma ihtimali yüksek. Şimdiki
belediye orasını imaret haline getirdi. Recep Altepe onun arka tarafına yeni
binalar yaptırdı, Eskici Baba İmareti adını verdi. Halbuki Eskici Baba’nın
hiçbir ilgisi yok. Kılıfını uydurdu yani. Bir isim koymak lazım, Eskici
Baba’nın mezarı da orada olduğuna göre, Eskici Baba imareti dedi.
Bilmeyenler inandı buna. Üç tane de izi görülen imaret var. Bunların dışında
9 tane yok olan imaret var.
Şu fotoğraftaki bir şeyi sormak istiyorum size. Bakın
burası Heykel Meydanı. Şurada bir kubbe var, bizim az önümüzde. Bu sonraki
fotoğraflarda yok. Nedir bu?
O bir cami, Sarı Abdullah
Camisi. 1935’te yıkılmış orası. Sapasağlam iken yıkıldı. Bu cami yapıldıktan
sonra Şivriği Ali Efendi bu caminin önüne bir çeşme yaptırıyor. Bu camiyi
yıkarlarken o çeşme çok güzel mermer işçilik olduğu için, ziyan olması diye
çeşmeyi parça parça söküyorlar, Hacılar Camisi’nin duvarına monte ediyorlar.
1960’tan sonra Kazım Baykal Hacılar Camisi’ni restore ettirirken cami
duvarına yapışık olan o çeşmeyi bir kere daha söktürttü, yan tarafa
koydurttu. Ona ‘Gezen Çeşme’ derler. Yani gösterdiğin, Heykel’deki Sarı
Abdullah Camisi’nin önündeki çeşme. Çeşme Hacılar Camisi’nin duvarındayken
resimleri var. Kazım Hoca da baktı, “cami duvarında böyle çeşme olmaz” dedi,
batı tarafına aldırdı. İyi de yaptı, daha zenginleşti orası. …..Hamamları
anlatırken bir şeyi atlamışız. Bugün faal olan 18 tane hamam var. Bu 18
hamamın 8 tanesi kaplıca, 10 tanesi ısıtmalı hamam. Amaç dışı kullanılan da
21 tane var, 1 tanesi kaplıca, 20 tanesi hamam. Mesela Ördekli hamamı kültür
merkezi olarak kullanılıyor. Bir de yok olan hamamlar var, onlar da 13 tane,
2 tanesi kaplıca, 11 tanesi hamam. Bir de Bursa’nın köprüleri var. Bursa’da
tarihi köprü olarak 18 tane köprü görürüz. Bunlardan 14 tanesi bugün
faaldir. Ancak 14 tanesinin 7 tanesini yerinde göremiyoruz. Neden? Köprünün
üstleri genişletildi, asfaltlandı, köprü altta kaldı. Mesela bir tanesini
söyleyeyim, Namazgah Köprüsü. Namazgah Meydanı var ya hani, üst geçit var.
Üst geçitin altında yakın zamana kadar kemerli çok büyük köprü vardı, şimdi
yok. Bir de 2 tane izi görülen köprü var.
İki tane de yok olmuş, hiç bilinmeyen köprü
var.
Mesela bu
fotoğrafta Setbaşı Köprüsü ahşap olarak görülüyor. Ayakları taş mıdır?
Ayaklarının taş olma ihtimali
kuvvetli. Neden? Çelebi Mehmet tamir ettirmiş. Demek ki daha önce de varmış.
Bunlar ne zaman yapılmış? Mesela Tatarlar Köprüsü. Orhan Gazi Gökdere’yi
açtırıp dış kaleyi yapınca, bu bölge iskan sahası haline gelince, artık
doğuya gitmek için ta Bursa’nın üstünü dolaşmak ihtiyacı kalmamış. İşte bu
köprüler o zaman yapılmış. Setbaşı Köprüsü, altta Boyacıkulluğu Köprüsü,
onun altında Kızılcıklı Köprüsü. Meydancık Camisi’nin altında kemerli bir
köprü vardı, şimdi yolun altında kaldı. Onun hemen altında Tatarlar Köprüsü.
17. asırda şeyhülislam Mehmet Efendi cezalı olarak Bursa’ya mecburi ikamete
gönderiliyor. Burada Tatarlar Köprüsü’nü tamir ettirmiş. Gelelim mesire
yerlerine. Bursa’nın mesire yerlerine pazar günleri hep ailece gidilirdi.
Öyle şimdiki gibi iki delikanlı veya bir kız bir erkek kol kola girelim,
gidelim gezelim gibi, öyle şeyler olmazdı. Pazar günleri, bayram günleri
gidilirdi mesire yerlerine. Giderken de herkes kendi bütçesine göre ya
fayton tutar, ya briçka(2)
tutar, veyahut da at arabası tutar. Oraya gidilir. Arabacı atları çeker bir
kenara, hayvanı da çıkarır bir ağaca bağlar, otlasın, dinlensin diye.
Orada akşama kadar kalınır, ikindiden
sonra, akşam ezanı olmadan dönüş olurdu. Neden? Eve gelinceye kadar akşam
olacak. Kızık köyleri mesela, hepsi birer mesire yeridir. Kaplıkaya. Soğuk
suların aktığı yerler. Herkes giderken karpuz götürür, suya konur, buz gibi
olur o. Ondan sonra Temenyeri, Maksem’in yanı. Abdalmurad. Yukarıda türbesi
var ya hani, orası da mesire yeridir. Ondan sonra Kokulusu. Kara Mustafa
hamamının sol tarafının aşağısı. Oradan kaplıcaların fazla suları fışkırmış
böyle. Kılcal damarlar. Oradan çıkan kükürtlü sular yumurta kokar, buhar
buhar gider. Oraya Kokulusu denirdi.
Tabakhanelerin o taraf mı?
Hah. Tabakhanelerin üstü. Tabakhanelerle Kara
Mustafa’nın arası. Oraya Kokulusu denirdi. Orada çıkan su ile çay demlenmez
ama içecek su olarak çaydanlığa konur, o kaynayınca onunla çay demlenirdi.
Yumurta kaynatılırdı. Az önce söylemiştim, Yeni Kaplıca’nın mesire yeri de
Bademli Bahçe idi. Sadrazam Mustafa Paşa’nın vakfettiği yer. Bir de Ziraat
Okulu bahçesi var. Mudanya yolunda giderken Hürriyet’i geçtiğinizde sağ
taraf Ziraat Okulu, sol taraf bahçelikti. Bir de, uzak ama, bazı kişilerin
tercih ettiği Geçit vardı. Şimdiki Geçit Köprüsü’nün olduğu yerler. Oraya da
sabah erken gidilir, yol uzun çünkü. Gidenler de hep olta ile giderlerdi.
Oraya billur bir su gelirdi ve çok balık olurdu. Gidilince kadınlar kızlar
sabah kahvaltısını hazırlamaya başlayınca erkekler balığa giderlerdi. Öğlene
kadar da öğlen yemeği için balık tutulmuş olurdu.
Mesire yerlerinde esnaf, satıcılar olur muydu? En
çok ne satılırdı.
Tabi gelirlerdi. Valla simitçiler, çerezciler,
öyle satıcılar gelirdi.
Panayır tarzı eğlence yeri olur muydu?
Mesire yerlerinde o kadar geniş kapsamlı
olmazdı. Ancak o kadar geniş kapsamlı eğlence Pınarbaşı’nda Ramazan ve
Kurban bayramlarında olurdu. O zaman yok yoktu Pınarbaşı’nda. Her çeşit
esnaf orada tezgah kurardı. Tatlısı, tuzlusu, gazozcusu, oyuncakçısı, dansçı
oynatan tiyatrocusu, ayı oynatanlar, yok yoktu, iğne atsan yere düşmezdi.
Panayırlar
hakkında çok fazla bilgi yok kaynaklarda.
Bursa içinde panayır olmaz. Ancak çevre ilçelerde
kasabalarda olurdu. Balıkesir’de, İnegöl’de. Mesela kasaplar, falanca
panayıra gidiyoruz hayvan almağa derlerdi. Mesire yerlerine sadece aile
gezileri olmazdı. O zamanlar erfane denen bir adet vardı. Erfane şudur.
Çarşılarda bir kişi önderlik yapar. Her hafta Salı Çarşamba günü, eline bir
kağıt kalem alır, esnafı sırayla dolaşır. Bu hafta falanca yerde erfanemiz
var, Geçit’te bir misal. Ya da Ziraat’te, ya da Kestel’de. Yani müşterek
ziyafet gibi bir şey, cemiyet. Herkesin katkısının olduğu bir cemiyet.
Köylerde
hayır yemeği yapılır?
O ayrı.
Kafkas göçmenlerinin getirdiği bir adet olabilir
mi bu?
Onu
bilemeyeceğim ama Osmanlı devrinde bu, yaz aylarında her hafta olurmuş. Biz
1950’lerde son zamanlarına yetişmişiz. 1958 Kapalı Çarşı yangınından sonra
esnaf dağılınca erfanecilik bitti. Ben 1957’de askere gittim. 1956’ya kadar
birçok erfaneye iştirak ettim. O önderlik eden kişi her esnafı dolaşır,
Ahmet Usta, Ali Usta, abi, kardeş, neyse, işte bu hafta Abdal Murat’ta
erfanemiz var, veyahut Geçit’te, Ziraat’te, Kokulusu’da. İşte oraya
gideceğiz, sen ne getirirsin, ne yaparsın? O der ki, ben bir tencere taze
fasulye pişirir getiririm. Yazar oraya, Ahmet Usta bir tencere taze fasulye.
Ötekine gider, ona anlatır durumu, usta sen ne yemek yapmak istersin. O da
der, işte ben bir tencere türlü yapıp getiririm. Tamam, onu da yazar.
Yemekler yazılır ki aynı yemeği getirmesin iki kişi. Ondan sonra organize
eden kişi bakar, yemek işi tamamlanınca, usta sen getireceksin, bak şu şu
yemekler getirilecek, yemek bitti, sen ekmek getir, aşağı yukarı 20 kişi
olacağız, sen 20 tane ekmek getir. Olur der, ya da 10 tane getiririm der, 10
tane yazılır. On taneyi de başkasından ister. Diğerine gider, usta sen ne
getireceksin. Sen de yaygı getir, kilim, halı, ondan sonra çatal kaşık,
tabak sahan. Onu da ona havale eder. Böyle bir organize yapar, liste yapar.
Her çarşının belirli bir toplanma yeri vardır. Pazar günü uzağa gideceğimiz
için erken çıkmamız lazım. Sabah yedide Çakırhamam’ın önünde buluşalım, bir
misal. Tencereler elde taşınmaz, yaygıya bağlanır, üstüne düğümcük yapılır,
elde getirir herkes getireceğini. Yetecek kadar araba tutulmuştur. Dökülecek
şey varsa herkes yanında taşır, dökülmeyecek şeyse ayrı yük arabasına konur.
İnsan taşımak için 2-3 araba tutulduysa 1 araba da yük taşımak için
tutulurdu. Gidilince organize eden kişi hemen yemekleri taksim eder, sofa
sofra. Herkes çeşit çeşit yemeklerden yer. Böyle bir şey işte, karmakarışık.
Her çarşının esnafı böyle erfane yapardı. Bunları ben 1948’de bir kere
gördüm, 49’da da yapılmış, onu görmedim. 1950 yılında da zaten onu yapan,
organize eden hoca öldü. Emir Sultan camisinin imamı vardı. Bursa’da Evliya
Dede adıyla anılırdı, Hakkı Hoca. Şimdi kabri Emir Sultan Camisi’ne bu
kapıdan girin, hemen sağda. Kapının hemen yanında. Bu beyaz sakallı, nurani
yüzlü biriydi, işi o organize ederdi. Bir gün, babam da esnaf olduğu için
biliyorum, bütün esnafa haber salınmış, peştamal kuşatma yapılacak diye. Şed
kuşatma da denir buna, eski, Orta Asya adetidir bunlar. Her esnafın
yetiştirdiği çırak kalfa, kalfalar da usta olurdu. Onlara peştamal kuşatma
töreni yapılırdı.
Bir çeşit
terfi töreni gibi.
Evet. Bunlar böyle piknik
yerlerinde yapılırdı. Veyahut da o esnaftan birinin ev büyük bahçeli ise
orada yapılırdı. Kazanlar kurulur, yemekler yapılır. Masraf taksim edilirdi.
Her esnafın başı vardı. Esnafbaşı paraları toplar, aşçısıdır, garsonudur,
masrafı hallederdi. Pazar günleri saat 10 civarı hocalar, hafızlar,
Bursa’nın en usta hafızları gelip ilahiler okurdu. Bir saat böyle mevlit
okunur. Ondan sonra saat 11 falan olur. Yetiştirilen kalfa ve çıraklar
ustanın arkasına geçer. Ustanın elinde peştemallar. Bütün hafızlar ayağa
kalkarlar, başlarlar tekbir getirmeğe. O tekbirlerle arka taraftan tek tek
gelirler. Mesela önce bir usta. Arka tarafında kalfa durur. Şeyf efendinin,
Hakkı hocanın önünde dururlar. Karşılıklı konuşma olur. Usta kalfasını nasıl
yetiştirdiğini anlatır. Kalfa da, bundan sonra artık ben usta oldum, işte
şöyle çalışacağım, dürüst hareket edeceğim,
helal lokma kazanacağım şeklinde konuşma
yapar. Ondan sonra usta kalfanın arkasına geçer, önden verir peştemalı, sağ
tarafından dolaştırarak arkasını düğüm yapar. O artık kalfa olmuştur. O
arada kalfa ustasının elini öper, ondan sonra şeyh efendinin elini öper. Bu
bir saygı ifadesidir. Ondan sonra orada ayakta duran hocaların ellerini
öper.
İcazet alır
yani.
Bir çeşit icazet gibi. Ondan
sonra yan tarafa çekilir o kalfa. Sonra, varsa başka kalfa veya çırak, o
gelir. Ona da aynı şekilde peştamal kuşatılır. Eğer birkaç tane esnafsa
bunlar hep arka arkaya yapılır. Bunların hepsi bittikten sonra hepsi yan
tarafta sırlanır asker gibi. Ayakta dikilir. Ustası da, kalfası da, çırağı
da hepsi saygıyla durular. Ondan sonra hoca efendi bir dua yapar. Hala
kulağımda o dua. Yarım saat sürer duası. Onun gibi dua yapacak hoca yok şu
anda. Duada ustalara yaptıkları için hayır duası eder. Kalfa ve çıraklara
bundan sonra dürüst hareket etmeleri için nasihatlarda bulunur. Tören
bittikten sonra aşçılar sofa kurar, yemekler yenir. Sonra şeyh efendi uzun
bir yemek duası yapar. Eller yıkanır. Sonra kahveler yapıp getirilir.
Kahveden sonra sağdan soldan istek olur. Hocam, ya da şeyh efendi, ya bir
ilahi okunsa nolur gibi, böyle nazla söylerler. Orada hafızlar ilahiler
okur. Böylelikle ikindiye kadar muhabbetler olur. Ha o arada öğle namazı
kılınır topluca. Yemekten sonra şeyh efendi yine öne geçer. İkindi
namazından sonra hadi bize eyvallah, herkes dağılır gider. Bu peştamal
kuşatmayı bir kez Abdal Murat’ta gördüm, bir de Bursa içinde esnafın kendi
evlerinde gördüm birkaç defa. Bir kere de erguvan günlerini gördüm. Erguvan
günleri, biliyorsunuz, Emir Sultan hazretlerinin icat ettiği bir etkinlik.
Erguvan çiçeklerinin açtığı bir günde yaptığı için etkinliği erguvan günleri
adını almış. Bundan 6-7 sene önce Yerel Gündem 21 kuruluşu içinde tarih
grubu olarak şu erguvan günlerini bir kez daha ihya edelim dedik. Bu konuda
ilahiyat fakültesinden Hüseyin Algül hoca geldi. Bize bir yazı getirdi. İşte
ben de bunu bulabildim dedi. O bize ipucu oldu. Az da olsa fikir verdi. Biz
azcık daha araştırdık geliştirdik falan, ve ertesi sene erguvan günlerini
yaptık. Ama erguvan günlerini Emir Sultan’da caminin bu tarafına bir erguvan
fidanı dikiliyor, o kadarla kalınıyor. Sonra bunu Büyükşehir Belediyesi de
üstlendi. Bu 4-5 sene böyle devam etti ama tatmin edici olmadı. Neden
olmadı? Başımızdaki idareciler erguvan günü deyince erguvan çiçeğini
anladılar. Erguvan günü demek erguvan çiçeği demek değil. Lale devri deyince
İstanbul’da lale akla geliyor. Hakkaten özel olarak lale getirilmiş,
devletin hazinesinden çok büyük paralar harcanmış. Lale devrinde lale çiçeği
önde gelir. Ama erguvan günü öyle değil. Velhasıl erguvan gününü bir türlü
anlatamadık. Şimdi hala daha Yıldırım Belediyesi senede bir kere mayısta
Emir Sultan’da yapıyor ama yaptığı iş, işte Emir Sultan’ın oraya bir erguvan
fidanı dikiyorlar, iki politik konuşma oluyor, bir daha da unutulup gidiyor.
Şimdi erguvan günleri nasıl oluyordu? Emir Sultan’ın padişaha damat
oluşundan sonra Bursa’ya bir hareketlilik bir canlılık kandıralım diye, hem
ekonomik hem dini yönden, sosyal ilişkiler yönünden, Bursa’da bir etkinlik
programı hazırlamış, ve o etkinlik o kadar başarılı olmuş ki, Bursa dışından
ta Konya’ya kadar bu etkinlik gelişmiş ve Bursa’nın dışında şehirlerden,
köylerden, kasabalardan binlerce insan Bursa’ya gelir olmuş. Bursa’da hanlar
o insanları almamış, Bursalılar evlerinde misafir etmişler. Ve o ilişkiler
içinde, yıllar geçtikçe, bu samimiyetler dostluklar o kadar ilerlemiş ki
birbirinden kız alıp vermeye kadar ilerlemiş. Evinde misafir ettiği kişiyle
samimi olunca, e işte biz Kütahya’dan geldik, sen de bize gel diyerek, böyle
kız alıp vermelere kadar gitmiş. Ekonomik yönden o kadar ileri gitmiş ki,
gelenler getirdikleri malları Bursa’ya getirip satmışlar, giderlerken de
Bursa’dan kendilerinde olmayan malları alıp götürmüşler. Böylelikle Bursa’da
büyük bir canlılık olmuş. Ve o zaman camilerde, medreselerde, tekkelerde,
her Allahın günü devamlı toplantılar yapılmış. İrşad toplantıları deniyor o
zamanki tabirle. Halkı aydınlatıcı mahiyette toplantılar. Ve Bursa’nın
sosyal hayatında, ekonomik hayatında, ta aile ilişkilerine varıncaya kadar
çok geniş kapsamlı büyük bir hareketlilik meydana gelmiş. Emir Sultan’dan
sonraki devirlerde bunlar devam etmiş, ne zamana kadar, 1854 yılına kadar.
1855 yılında Bursa depremi olunca herkes can kaygısıyla, mal kaygısıyla,
ölen ölmüş, ölenlerin cenazeleri kaldırılmış, kalanlar bir tarafta ölenlerin
acısı, bir tarafta dükkanlarındaki malların yok olmasıyla artık erguvan
günleri unutulmuş, bir daha da yapılamamış. İşte biz Yerel Gündem
teşkilatında bunu hazırlarken sempozyum şekline getirelim istedik.
İdareciler peki dediler, hocalarla beraber daha başka profesörler de
getirildi, Tayyare Kültür Merkezi’nde konferanslar verdiler. Ama bizim
düşündüğümüz gibi olmadı. Erguvan günlerini biz Hüseyin Algül hoca, Mustafa
Kara hoca haricinde, ne profesörlere ne diğer resmi görevlilere, kimseye
anlatamadık, öğretemedik. Ve gerçek zeminine oturamadı. Osmanlı devrinde
erguvan günleri nasıl yapılıyormuş?
En son işte 1948 yılındaydı, bir gün babam
cumartesi akşamı dedi ki, oğlum sabahleyin saat 8’e kadar hazır ol, erguvan
gününe götüreceğim seni, dedi. O güne kadar erguvan günü nedir bilmiyoruz.
Sabah 8’de babamla çıktık, demek ki 11 yaşındaymışım, çıktık Alacakaya’ya
gittik, Asar
suyun olduğu yer. Orada baktık, bizden önce gelenler de varmış 10-15 kişi.
Herkes selamlaştı. Daha şeyh efendi gelmedi dediler. Çömeldi herkes. Biraz
sonra şeyh efendi geldi, Hakkı Hoca. Daha da kalabalık oldu. Şeyh efendi
dedi ki, arkadaşlar bugün erguvan gününü yapacağız. Şimdiye kadar erguvan
günü unutuldu. Osmanlı devrinde bu çok farklı olurdu ama biz bugün gücümüz
nispetinde bunu yapalım, ama usulü erkana da uyalım. Şimdi siz buraya
gelirken belki hepiniz abdest alıp da gelmişsinizdir. Ama biz yine Emir
Sultan hazretlerinin asasıyla çıkan şu suyla bir kez daha abdest alalım. Hem
abdestimizi tazeleyelim, hem de Emir Sultan hazretlerinin şafaatından
istifade edelim, dedi. Herkes orada abdest aldı. Oradan yukarı dar bir keçi
yolu vardı, döne döne çıkan. Hep beraber çıktık yukarıya. Tabi iyi bir
organize yapılmış. Gittik baktık, ohoo, yerlere halılar, kilimler yayılmış.
Aynen o peştemal kuşatma töreni gibi, çadır kurulmuş, aşçılar orada,
kazanlar kaynıyor. Orada Hakkı Hoca erguvan günlerini az önce anlattığım
şekilde uzun uzadıya anlattı. Aslına uygun yapamayız ama biz bugün bunu bir
canlandırmış olalım, inşallah ileride bu daha iyi yapılır dedi. Orada mevlüt
okundu, kuranlar okundu, ilahiler okundu, yemekler yendi, namazlar kılındı.
Böylelikle dağıldı, 48 yılındaydı. Neden bunu iyi hatırlıyorum? 1949 yılında
babamla annem hacca gitmişti, hacca gittikleri için ben hiçbir yere
gidemedim. Çünkü öyle ya, babasız gidilmez. 1950’de de zaten Hakkı Hoca
vefat etmişti, bir daha da yapılamadı. Belki 49 senesinde yapılmıştır, onu
bilemeyeceğim. İşte ben erguvan günlerini böyle anlattım, erguvan günlerini
ihya edelim dedim, bugün o günlere nispeten daha büyük imkanlar var, hangi
üniversite hocasını isteyeceğiz de o hoca ben gelmem diyecek, herkes eve
seve gelir. Ondan sonra daha şanlı şöhretli hocaları, müezzinleri çağıralım,
ve bu bir hafta devam etsin. Birçok salonlarımız var, bu salonlarda çeşitli
konular, konuşmalar yapılsın, velhasıl belediyeciler bizim bu isteklerimize
uymadılar. Daha sonra o konuda kitaplar çıkarıldı ama, kitaplar sadece Emir
Sultan’ı methiyeden ileri gidemedi, erguvan gününü anlatan bir tek kitap
çıkmadı. Şimdi mesire yerlerimiz dediğimiz zaman sadece aile ile gidilen
yerleri değildi. Onu anlatmak istiyorum. Konumuz mesire yerleri olduğu için.
Mesire yerlerinde işte peştamal kuşatma törenleri de yapılırdı. Erguvan
günleri de orada yapılmıştı. Bir de damat gezileri de orada yapılırdı.
Önceden evlerde düğün yapılır, öğlende yemek verilir, ondan sonra damat
gezintiye çıkarılır. Bu da 1970’lere kadar yapıldı, sonra unutuldu. Öğle
yemeğinden sonra gelin gelir, damat gelir. Ondan sonra damadın arkadaşları
damadı alır, damat gezintisine çıkılır. Çoğunlukla Pazar günleri yapılır,
sair günlerde olmazdı. Yine böyle mesire yerlerine götürülürdü, giderken de
nevale, yiyecek içecekler hazırlanır. Oralara yiyecekler açılır, yeni,
içilir, eğlence yapılırdı. Beni de götürmüşlerdi oradan biliyorum. İnkaya’ya
götürmüşlerdi. İnkaya o zamanlar ters bir yer diye gelirdi. Akrabalar şunlar
bunlar, taksilerle gitmiştik. Bagajları önceden doldurduk, yiyecekler
içecekler. Orada bol bol yendi içildi. İşte mesire yerleri sadece Pazar
günleri ailelerin gidip de istirahat ettikleri yerleri değildi. Hanlardan
bahsetmiş miydik? Hanlar genelde kagir. Hepsi ticaret hanlarıdır. Bunların
ahırlı ya da ahırsız olanları vardır. Mesela Koza Han’ın yan tarafında ahırı
vardır. Hemen onun alt tarafında Fidan Han’ın da doğu tarafında ahırı
varmış, 1855 depreminde yerle bir olmuş. Ama Geyve Han’ın ahırı yok. Demek
ki oraya mal getirenler hayvanlarını diğer hanlara götürüyorlarmış. Kagir
hanlar genelde iki katlı oluyor. Alt kattaki dükkanlar malın alıp satıldığı
yerler. Üst katlar da yatakhane veyahut da alttaki dükkanın yazıhanesi.
At dışında
hangi hayvan kullanılırmış?
At dışında eşek, katır ve deve de vardı. 1950’ye
kadar Bursa’da develer de vardı, ama az vardı. Çok iyi hatırlarım, mesela
bilhassa Kükürtlü, Tavşanlı tarafından Bursa’ya odun kömürü getirirlerdi
develerle. Çok önemli bir ihtiyaçtı o zaman. Bu hanlar arasında yok olanlar
olduğu gibi, mesela Katırcı Hanı, mevcut olup orjinalini koruyanlar da var
bugün Bursa’da hanlar bölgesinde. Bir de bunların yanında köylü hanları
vardır. Bahsetmiştik daha önce. Bursa dışından gelenler üç merkez çarşıya
gelir, oralarda köylü hanları vardır. Yüklerini oraya yıkarlar, hayvanlarını
da oraya bağlarlar. Bunlar içinde ilginç olan bir tanesini anlatayım. Kayhan
çarşısında Şadırvan Han vardır. Onun yanındaki sokak Katırcı Sokak’tır.
Neden Katırcı Sokağı, burada katır mı satılıyordu? Hayır. O zamanlar
Bursa’ya Uludağ’dan yaz aylarında kar getirilirdi, blok halinde. Özel
karcılar vardır. En az on katırı vardır. Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında
çıkarlar. Eylül oldu mu zaten Bursa’da yağmurlar başlar. Bu üç ayda kar
satışı çok olurdu, biz öyle çok kar aldık. Uludağ’da bloklar halinde
kesilir. Kalın keçeleri vardır onların, yatak çarşafı gibi, veya daha da
büyük. O keçelere sararlar. Keçelerle katırlara yüklerler, erimesin diye.
Çünkü keçeden hava geçmez, çok sert keçelerdir onlar. Hatta, belki tarih
kitaplarında okumuşsunuzdur, İstanbul sarayına dahi buradan kar
götürülüyordu. Buradan inen katırcılar doğu tarafından Kurşunlu Köyü’ne,
oradan gemilerle saraya götürürlerdi. Bursa’ya getirilen karlar o Katırcı
Sokak’ta satılırdı. Getirilen yükler yere indirildi mi, daha keçelerin ağzı
açılırken alacak alan alırdı orada, bloklar halinde. Mesela Tahtakale
tarafında, Ulucami’nin batı tarafında Tuzcular Sokak vardır, tuz dükkanları
vardı. O sokağın köşesinde, Kayhan’da kar alanlar orada perakende
satarlardı.
Kar ne için
kullanılıyordu?
O zamanlar buzdolabı yok. Mesela muhallebiciler
bildiğimiz muhallebiyi yaptığı gibi bir de su muhallebisi yaparlardı. O
azcık gevşek olur. Parça parça bölerler bıçakla. Bir tane bakır sahanın
kenarı ile kar kazınır, muhallebinin üstüne konur. Üstüne de, loğusa şekeri
diye bir şeker vardır. Bilmiyorum duydunuz mu hiç, üçgen olur, karanfilli
falandır. O şekeri eritip onun şerbeti dökülür, karın üstüne. O muhallebi
farklı bir lezzet alır. Bir de kar, soğutma için kullanılırdı. Su içecek
olanlar bardağa biraz da kar atarlardı.
Evde nasıl
saklanıyor kar?
Hemen o akşam biterdi. Ertesi güne nerede kalacak?
Varsa muhallebide, yoksa, soğuk su içmek isteyenler kullanırdı. Bu
kullanılan kara oturmuş kar denirdi, sertleşmiş kar, yeni yağmış kar değil.
İlk kar yenmez, ancak ikinci kar yağdığında alınırdı. İkinci kar, hava azcık
da soğuduğu için, azcık daha sert olurdu.
Pahalı mıydı
kar?
Hayır, kimseye zor gelmezdi. Ver 5 kuruşluk derdin,
keserdi bir parça. Testere ile kesilirdi.
Buzdolabı
yokken evde yemekler nasıl saklanırdı?
Her evin kileri olurdu, evin altında, mesela
Hisar’da. Bir de bazı evlerde Pınarbaşı çeşmeleri vardı. Mesela benim
babamın evinde vardı. O mübarek su kış oldu mu ılık akar, bayağı duman
çıktığını görürsün. Yaz aylarında da buz gibi gelirdi. Kimse buna akıl
mantık erdiremedi. Hatta evin alt tarafında şu masa büyüklüğünde, diz boyu
derinlikte omuzcuk vardı. İki tane künk su bir araya gelir, bir yerden
geliyor, bir yerden gidiyor. Her evde böyle havuz yoktu, diğerlerinde
çeşmeler vardı. Ya da fıskiye gibi akıyordu. Bizim evde havuzcuk olduğu için
testileri uzun sopaya takıp suya sallarız. Komşular da testilerini
getirirler. Her testinin üstüne yazılır, veya renkli ip bağlanır testinin
ağzına karışmasın diye. Bir de karpuz, kavun, salatalık, bunlar da
getirirlerdi. Soğusun diye suya atılırdı. Karpuz, kavun ve salatalıkları
alta atardık. Salatalıkların sepeti vardı, sepetin içinde salardık içeriye.
Üstte de testiler dururdu. Çünkü hepsini almazdı. Akşamüstü oldu mu herkes
testisini karpuzunu almaya gelirdi. Üstelik suda soğutulan o karpuz
salatalık şimdikinden daha sağlıklıydı. Neden? Suda soğuyordu. Şimdi
buzdolabında soğutuyoruz. Ondan sonra yiyoruz, boğazımız ağrıyor.
Yemekler de
suya konur muydu?
Yemekler de o havuzun kenarına sıralanırdı. Başka
komşular da getirirdi tencerelerde. Hatta annem takılırdı, bakayım yemeğini
beğenirsem tencere burada kalabilir, diye takılırdı. Gerçi o zaman ayıptı,
kimse kimsenin tenceresini kapağını açmaz. Göz kalır diye. Özenirsen olmaz.
Çok ayıp, çok günahtı. Kim ne getirmiş biz bilemezdik. Zaten evlerde yemek
her gün yapılırdı. Evlerin çoğunda bacalı ocak olurdu. Bir de tencereler
için maltız denen ayrı küçük ocaklar olurdu. Şimdiki 18’lik yap tenekelerini
düşünelim. Alttan bir delik delerler. Etrafını kırık tuğla ve çamurla
sıvarlar, ortasına demir koyarlar, ızgara yaparlar, altı küllük olur, üstüne
kömür yakarlar. Benim annem, ben Türkmen kızıyım, bir çeşit yemekle sofra
kurmam derdi. Evde çeşit çeşit maltızlarımız vardı bizim. Mesela çay
demlemek için küçük maltız. Küçük tencere için orta büyüklükte, büyük
tencere için büyük maltızlar vardı. Annem nereden bulursa sarı çamuru
getirtir, sokaktan bulduğu tuğla kiremitleri getirip bir kenara koyar,
maltız yapmaya. O zamanın adetleri öyleydi yani. Gaz ocakları falan yok.
Yemek
adetleri nasıldı?
Çarşılarda her ne kadar lokantalar varsa da.. O
zamanlar lokanta da denmiyor, aşçı dükkanı deniyor. Aşçı dükkanı vardı ama
esnaf genelde öğle yemeğini evinden getirirdi. Ya sefer tası veyahut da bir
çıkına sarıp üstüne düğüm atıp elinde öyle getirirdi. Aşçıdan yemek yiyen
esnaf çok azdı. Evde hanım hasta olur yemek yapamazsa belki o zaman.
Aşçılarda çoğunlukla dışarıdan gelenler yemek yerdi, çarşı esnafı aşçıda
yemek yemezdi. Adet değildi yani, yemek evden getirilirdi. Akşam yemekleri
genelde daha zengin, daha çeşitli olurdu. En basitinden bir cacık. Meşhur
bir atasözü vardı: Langadan salata, Çengelköy salatalığından cacık olmaz
denirdi. Neden? İki çeşit salatalık vardı. Bir, Çengelköy salatalığı vardı,
parmak kalınlığında, küçük küçük böyle. O sert olurdu, onunla ancak salata
yapardın, cacık olmazdı. Bir de bilek kalınlığında salatalık vardı. Ona
langa salatalığı denirdi. O da yumuşak, etli etli olurdu. Onunla cacık daha
lezzetli olurdu. Salatalıkta dahi bir ağız tadı, bir çeşitlilik vardı.
Yemekten sonra çay mı kahve mi içilirdi?
Meraklıları kahve içerdi.
Ne zaman içilirdi kahve, yemekten sonra mı?
Yemekten sonra içilirdi. Ama çay meraklıları
çay yapardı. Fakat 46-50 arası dönemde bir kıtlık yaşandı Bursa’da. Çay
meraklıları çay bulamaz oldular. Veyahut da çok pahalıydı. Karne dönemi.
Mesela esnaf olanlar, işçi olanlar, onlar çay kahve alamazdı. Ayva ağacının
yaprakları toplanır, ipe dizilir, gölge kurutulur, ondan çay yapılırdı.
Veyahut da ıhlamur yaprağı. Çayın lezzetini tutmasa da ihtiyaç anında onlar
kullanılırdı.
Kahvehanelerde hangisi daha ağırlıktaydı, çay mı kahve mi?
Kahvelerde üç çeşit kahve vardı. Birincisine has
kahve denirdi, bildiğimiz kahve. İkincisine nohut kahvesi denirdi. Nohutu
kavururlar, kahve yaparlar, fiyatı da ucuzdur. Mesela has kahve 10 kuruşsa
nohut kahvesi 8 kuruştur. Bir de çavdar kahvesi vardır. Çavdarı kavururlar,
kahve yaparlar. Kahveci eğer gelen müşteriyi tanıyorsa onun hangi kahveyi
içtiğini bilir. Bir kere nohut kahvesi gerçek kahve lezzeti vermez. Çavdar
kahvesi de zaten doğru dürüst lezzet vermez. Ama bunlar yokluktan dolayı
kullanılırdı.
Abdülhamit
dönemini anlatan kaynaklarda çay pek geçmiyor, hep kahve içiliyor.
Şimdi o konuya gelelim. Çay tiryakiliği Bursa’da çok
gelişmişti. 40’lı 50’li yıllarda, iyi hatırlarım, ramazan yaz aylarına denk
geliyordu. Ulucami’ninçevresinde, Tahtakale’nin yan tarafında kahvehaneler
gündüzleri kapalıydı. İftardan sonra açılır ve sahur bitinceye kadar çay
servisi yapardı. Hem de semaverle. Mesela bir grup toplanmışsak 8-10 kişi,
kahveci ona göre büyük semaver getirir, üzerindeki demlik de ona göre büyük
olurdu. Eğer 2-3 kişi oturmuşsak küçük semaver getirirdi. Ramazan geceleri
böyle geçerdi. Ama tiryakisi kahve içerdi yine. Hatta kahvehaneler de farklı
farklıydı. Bir tarafta nargile kahvehanesi. Oraya girdin mi pis kokuyu
duyardın, ama orada oturanlar ona alışmış, tömbeki kokardı içerisi. Orada
çay yapılır, kahve yapılmazdı. Çünkü nargile içen kahve içmezdi. Unuttuğumuz
yer var mı diye bakalım şimdi, camileri anlatmadık. Bugün anıt eser olarak,
Osmanlı devrinden kalan camilerden tescillenmiş 129 tane cami var. Bugün
faal bunlar. Bunların 2 tanesi mescit. Koza Han ve Fidan Han içindekiler
mescit, diğerleri cami. Yani minberi olan, hutbe okunan yer. Bursa’nın ilk
yapılan camisi Alaattin Camisi’dir. Bu cami 1960’lara kadar mescitti,
minberi yoktu. Kazım Baykal orasını restore ettirdiğinde neden burası cami
olmasın dedi, Mevlevihane atıldı o zaman, mevlevihanenin minberini getirtti
oraya koydurdu. Bir de imam tayin edildi ve Cuma namazı kılınmaya başladı.
Bu camilerden, bugün mevcut olup da amaç dışı kullanılan 9 tanesi var. Bir
de 30 tane yok olanlar var, adı var kendi yok. O zaman toplam 168 tane
oluyor. Zaman ilerledi azcık da belediye teşkilatı ne zaman kuruldu, bunu
konuşalım. Çünkü bu çok fazla işlenen bir konu değil. 1359 yılında Orhan
Gazi zamanında şehzade Murat Bursa’nın ilk mutasarrafı olmuş, vali yerine.
Sonra kendisi padişah olunca müstakil mutasarraf tayin etmiş. Daha sonraları
mutasarraflıklar kadılık haline getirilmiş, sancakbeyleri olmaya başlamış.
Ama belediye teşkilatı 1826 yılında ilk defa İhtisab Nezareti olarak
kurulmuş. Bu 1846 yılında Zaptiye Mürşirliği (Belediye zabıtası) kurulmuş,
belediye ile alakalı. 1854’de Şehremaneti kurulmuş. 1867’de belediye
teşkilatı kurulmuş. 1870 yılında Bursa’da Defterdar Efendi, o zamanın
defterdarı belediye başkanlığı yapmış. Belediye meclis üyesi olarak da
Muhtar Efendi adında birisi muavin olmuş. Üye olarak da Hacı Mustafa Ağa,
salım Ağa, Hacı Nazik Efendi, Salamon Ağa, Yorgo Ağa varmış. Cumhuriyet
devrinde de 11.9.1922’de Bursa’da Muhtar Bey adında bir zat ilk defa resmi
belediye başkanı olmuş. 26.3.1989’da büyükşehir belediyesi kuruldu, Teoman
Özalp başkan oldu. Yalnız 1359’da şehzade Murat ilk mutasarraf olduktan
sonra 1332’de İlyas Salahioğlu adında birisi de ilk kadı olmuş.
Ağzınıza
sağlık, çok teşekkür ederiz Erhan Bey.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Burada yanılıyor
Erhan Bey. Bizans adı kent MÖ 8. asırda kurulduğundan beri vardır.
(2) Briçka: Faytona
benzer bir çeşit atlı araba.