|
|
Hilmi BÜYÜKŞEKERCİ (1922-2018)
Şair, yazar, gazeteci ve
politikacı. Rumeli kökenli bir ailedendir. 5.11.1921'de Karacabey'de Garipçe
Mahallesi'nde doğdu. İlkokulu Karacabey'de, ortaokul
ve liseyi Bursa Erkek Lisesi'nde yatılı okudu (1939). Çocukluğu ve ilk
gençliği savaş yıllarının yoksulluk ortamında geçti. 1940’da İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Ancak bu bölümü çekici bulmayınca,
ikinci sınıfta öğrenimi bıraktı. Birkaç yıl İstanbul'da sanat edebiyat
çevrelerinde bulundu, Darıca'da askerlik görevini tamamladı, daha
sonra babasının çağrısına uyarak 1946'da Karacabey'e döndü, çiftçilik yapmaya başladı. Sebze
üreticiliğinin yanı sıra, Karacabey'de pamuk yetiştiren ilk çiftçi oldu.
1950 - 1960 yılları arasında öncülük yaparak pamuk üretiminin ilçe çapında
yaygınlaşmasını sağladı. Faal çiftçilik yaşamını uzun yıllar sürdürdükten
sonra, 1997'de emekli oldu.
Edebiyata küçük yaşlardan itibaren ilgi duydu. Bursa
Erkek Lisesi'nde iken şair Suphi Taşhan ve Niyazi Akıncıoğlu ile arkadaşlık
yaptı. Ortaokul yıllarında Bursa Sesleri adlı gazetede çıkan birkaç şiiri
sayılmazsa, ilk şiirleri, 1940 - 1941'de dönemin Marksist eğilimli,
sosyalist gerçekçi sanat-fikir gazetesi
Yeni Edebiyat ve
Yeni Ses dergisinde
yayımlandı. Savaş karşıtı, toplumcu kaygılara dönük,
insan ve yaşam sevgisinin öne çıktığı şiirlerdi bunlar.
İstanbul'da 1939 - 1942 yılları arasında oluşan ve
sonradan çoğu ünlenen Küllük çevresine girmesi, zengin bir edebiyat
birikimi edinmesini sağladı. Romancı Suat Derviş'in beğenisini kazanarak
girdiği bu toplulukta Abidin Dino, Arif Dino, Asaf Halet Çelebi, Rıfat
Ilgaz, Hasan İzzettin Dinamo, Niyazi Akıncıoğlu, Suphi Taşhan, A. Kadir,
Orhan Kemal, Hüsamettin Bozok, Behiç Atabek gibi şair ve yazarlarla arkadaşlık
etti. Edebiyata 40 yıl ara verdikten sonra 1980'de Hasan İzzettin Dinamo'nun
teşvikiyle yeniden yazmaya başladı. 1981 - 1993 yılları arasında Dönemeç,
Yeditepe,
Varlık,
Biçeni gibi dergilerde yayımlanan şiirlerinde
dikkati doğaya kaydı, daha çok doğanın gizlerini/yapısını, sevgi, hüzün ve yaşama sevincini
konu edindi. 1982 - 1983'te Adam Sanat dergisinde arkadalık ettiği edebiyatçıların
kişiliklerine, yapıtlarına ve yaşantılarına ilişkin anılarıyla ilgi çekti.
Ayrıca Varlık,
Biçem ve
İnsancıl'da denemeler yazdı.
Politika ve gazetecilikle de ilgilendi. Cumhuriyet
Halk Partisi'ne (CHP) girdi, bu parti adayı olarak Karacabey il genel meclisi
üyeliğine seçildi, milletvekili adayı oldu. 1955 - 1961 yılları
arasında Karacabey gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi, bu gazetede
siyasal içerikli köşe yazıları ve şiirleri yayımlandı. Aynı yıllarda
Bursa'da çıkan Yeni Ant gazetesinde de siyasal yazıları yayımlandı. Şiir, anı ve denemeleri henüz kitaplaşmamıştır
(1999).
Kaynak:
Bursa Gazeteciler Cemiyeti web
sitesi ----------------------------------------------------------------------------------------
---------------
Hilmi Amcayla
Asırlık Gezinti
Söyleşen: Alper Can (Ocak 2011)
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Ben 1921'de Karacabey ilçesinde
doğmuşum. O zaman Karacabey Yunan işgali altında. Ama Yunan işgali altında
olmakla birlikte Karacabey’in nüfusu Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşuyor.
Öyle bir yakınlık var ki aralarında. Ben Karacebey’in savaşla fethedildiğini
zannediyordum, değilmiş. Osmanlının idaresine gönüllü girmişler. Kirmastorya
denen Mustafakemalpaşa da aynı şekilde gönüllü katılım yapmış. Halklar
arasındaki bu barış, beraberlik Yunan işgaline kadar sürmüş. Yunan işgalinde
de yine bir dargınlık, kırgınlık olmamış. Sarı Kilise diye bir kilise
varmış, Karacabey’in güney tarafında. Bu kilisenin bulunduğu arsayı dedem
mübadillerden, muhacirlerden satın almış. Kiliseyi tanıyoruz. Ancak
kiliseden hiçbir eser yok, mezarlardan eser yok. Karacabey’in bazı
yaşlılarına Yunanlıların mezarlarını sordum, hiç cevap vermediler, surat
astılar. Yani katılış barışçıl ve sevgi dolu, ama ayrılış facia. Yunan
ordusu buradan kaçarken kasabayı yakmış, bir çok canlara kıymış. Ben böyle
bir zamanda doğmuşum.
Babanız ne iş yaparmış?Babamın esas
sanatı şekercilik.
Soyadınız oradan mı geliyor?
Oradan
geliyor. Sonradan ticarete çevirdi işini. Arazi satın aldı,
çiftlik kurdu,
ziraat yaptı. Ben okudum, sonradan yarım kaldı. Ben de tarımla uğraştım,
öğrendim o işi de.
Okul hayatınızdan bahseder misiniz?
Ben Bursa
Erkek Lisesi’nde 1932/33’de yatılı okudum. 1938/39 mezunuyum
liseden. Edebiyatla ilişkim ortaokulda başladı. Ortaokul 1 ya da 2’deydim.
Bandırma’lı yatılı bir arkadaşım vardı, Ertuğrul, babası subaydı.
Aynı sırada oturuyorduk. Dikkat ettim ona, parmak hesabı yapıyor. Dedim ki
içimden, bu arkadaşım matematik bilmeyen biri değil. Parmakla ne hesaplıyor.
Merak ettim, sordum ona. Ben şiir yazıyorum parmak hesabıyla dedi. A, nasıl
yazılıyor Ertuğrul dedim, bana tarif etti. İşte hece veznini anlattı. Onun
babası albay mıydı neydi, okumuş adamdı. Benim babam okuryazar değildi.
Bizim evimizde öyle edebiyat konuşulmadı. İyi ama, şiiri nasıl yazacağız
dedim. Güneş doğarken güneşe bakacaksın dedi, güneş batarken güneşe
bakacaksın. Sulara bakacaksın, ağaçlara bakacaksın, dağlara, bulutlara
bakacaksın dedi. Çocukça öyle ifade etti yani. Onlardan bir şeyler
toplayacaksın, benim yaptığım gibi yapacaksın sen de dedi. Temenyeri’ne
çıktık, dağlara, dere kenarına çıktık. Bursa o vakit yeşil Bursa’ydı. İkimiz
de şiir yazdık. Ben yazdıklarımı Türkçe hocasına göstereyim dedim. Üst
sınıftakiler bana sakın gösterme, hoca çok fena yapıyor dediler. Bizden bir
üst sınıfta Muzaffer vardı, tiyatro sanatçısı oldu sonra. Ertuğrul ona vermiş
şiirlerini, senden şair mair olmaz demiş, uyduruk bunlar demiş. Ben yine
cesaret ettim, hocaya verdim. Şiirlerimi okumuş hoca, çocukça şiirler olmakla
birlikte, çok başarılı bulmuş. Derse sevinçle geldi hoca, dedi ki içinizde
bir arkadaşınız şair dedi. Beni kaldırdı, tanıttı. Orada hoca bana şair
deyince benim lakabım oldu şair. Adım söylenmez oldu sınıfta, şair aşağı,
şair yukarı. Üniversiteye kadar taşındı bu şairlik, Küllük Kahvesinde(1)
garsonlar şaire bir çay yap açık olsun diye bağırırlardı. Herkes beni şair
olarak biliyordu.
Erkek Lisesi’nde sizi edebiyata
teşvik eden hocalarınız oldu mu?
Benim Türkçe hocam Malik Adalan’dı.
Sonradan felsefe öğretmeni oldu. Bir tahrir diyoruz, şimdi kompozisyon
deniliyor galiba. Öyle şeyler yazıyorduk. Hocam bana not yazıyordu, sende
bir kabiliyet görüyorum, senin muhayyilen (=hayal gücün) geniş, gibi şeyler
yazıyordu. Orada benim kompozisyon kabiliyetim ortaya çıktı ama şiir hiç
öğretilmedi. Onu Ertuğrul’dan öğrendim.
O dönem Erkek Lisesi’nde kimlerle
birlikte okudunuz?
Bizden önce
felsefede başarılı olan ağabeyler vardı. Tabi daha evvel Sait Faik vardı.
Bursa valisi İhsan Sabri Çağlayangil onun sınıf arkadaşıymış. Benden
on yaştan fazla büyük. Mümtaz Bey vardı, Sait Faik’in edebiyat hocası. Sait
Faik’i keşfeden de odur.
Mümtaz Bey sizin döneminde de var
mıydı, hocanız oldu mu?
Benim hocam
olmadı, şubelerimiz ayrıydı. Benim hocam Orhan Şaik Gökyay oldu. Ciddi,
çalışkan bir öğretmendi. Benim de şair diye lakabım var. Ama ben edebiyat
tarihinden hoşlanmam, şiirle ilgileniyorum yalnızca. O lakab yüzünden Orhan
Şaik Bey’in derslerine çalışmak zorunda kaldım, mahcup olmamak için. Bu
görev sana aittir Hilmi diyerek ders içinde bazı görevler de veriyordu bana.
Orhan Veli ve arkadaşları, Garipler çıktığı vakit onları duyuran Orhan Şaik
oldu. Dergiler getirirdi, bu şiir hakkında görüşün nedir Hilmi Büyükşekerci
diye sorardı. Suphi Taşhan vardı sınıf arkadaşım. O da şairdi ama o gizledi
kendisini. Komunist inançlı bir gençti. Bursa’da teyzesi var, abisi de
Merinos fabrikasında memurdu. Bunların nezaretinde kalsın, Ankara’daki
çevresinden uzaklaşsın diye ailesi onu göndermişti. Erkek Lisesi’ni bitirinceye
kadar şairliğini ve düşüncelerini belli etmedi. Üniversite öğrencisi olunca
daha hürleşti. O zaman Beyazıt’daki kahvelerde, işte Küllük’te falan onunla
çok tartışmalarımız oluyordu. Ben evvela edebiyat fakültesindeydim. O bensiz
olamıyordu, geldi dedi, bir hukuk dersi dinle, ondan sonra karar ver dedi.
Beni Schwarz(2)’ın dersine soktu, hayran kaldım. Batıyı ilk orada
gördüm. Schwarz, Neumark, Dobresberger(3) ve daha pek çokları.
Bunlar Hitler’den kaçıp gelen, Atatürk tarafından da kabul gören hocalardı.
İstanbul’daki yıllarınıza geçmeden
önce Bursa’yı sormak istiyorum. O yıllardaki Bursa’yı nasıl hatırlıyorsunuz,
sokaklarını, insanlarını? Neler yapardınız?
Bursa
İstanbul gibi canlı, forslu bir yer değildi. Yenilikten de uzaktı. Daha
dindar bir kentti. Temiz, terbiyeli insanları vardı. Genç bir kitapçı, Zeki
Mumcu, gelmişti. Lise mezunuydu.
Kitapçı dükkanı neredeydi?
Ulucami’nin
musalla taşı var ya, hemen onun karşısında küçük bir dükkanı vardı. Ondan
sonra Setbaşı’na geçti. Orada Foto Yıldız(4) vardı, onun yanına
geçti. Ben onun dükkanından çıkmıyordum. Bizim abimiz gibiydi, bütün
kitaplardan haberdardı, batı tercümeleri de geliyordu. Fakat İstanbul,
Ankara dergileri gelmiyordu. Ancak Orhan Şaik Gökyay gibi bir edebiyat
öğretmeni olursa dergilerden haberdar olabiliyorduk. Kendi de şair olduğu
için Orhan Bey yeniliklerden haberdar oluyordu. Sonra Niyazi Akıncıoğlu
vardı, benden bir sınıf yukarıda idi. O Edirne’den geldi. Bursa hayranı bir
şairdir. Niyazi Akıncıoğlu, Suphi Taşan ve ben, biz üçümüz aynı dönemde
Bursa’da bulunduk. Gençlerden başka şairler de çıktı. Sebahattin Çıracıoğlu
vardı, milletvekili oldu. Bir müddet Bursa Erkek Lisesi’nde okudu,
Mudanyalıydı. Milletvekili olduktan sonra Kozabirlik başkanı oldu. O da bir
dergi çıkardı, epey destekledi edebiyatı.
Derginin adını hatırlıyor musunuz?
Hatırlamıyorum. Çınarlı bir şey olacaktı ama. O dönemdeki arkadaşlarımdan
Muhlis Pamukkaya var. Kendisi edebi bir şeyler yazmadı ama o çevreleri iyi
bilirdi. Nihat Celal Sılay hakkında benden çok şey bilir. Doktor Nihat Atal
vardı, bizimle birlikte mezun oldu, doktor oldu. Suphi Taşan yatılı değildi,
abisinin yanında kalıyordu. Setbaşı tarafında, Nihat Atal’ın evine yakın bir
yerde. Bir gün Suphi beni evine davet etti. Kapının arkasına orak çekiç
çizmiş tebeşirle Suphi. Girdim evlerine, kapıyı kapadığı zaman orak çekici
gördüm. O zaman anladım onun düşüncelerini. Ama bunu kimseye aktarmadım. O
da beni güvenilir bir arkadaş kabul etti. Ben önce edebiyat fakültesine
başladım, yirmi gün orada okudum.
Orada hocalarınızdan kimler vardı?
Fuat Köprülü varmış, iyi
ki gitti dediler, ferahladık kurtulduk dediler. O çok ağır bir hocaymış.
Diğerlerini hatırlayamıyorum çünkü az okudum. Bir ay içinde bölüm
değiştirebiliyordunuz. Yeni gelen hocalara duyduğum hayranlık nedeniyle Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum.
Çünkü bizim Türk profesörleri ile o zamanın Avrupalı
profesörleri arasında dağlar kadar fark vardı. Bizim Türk profesörler
Atatürkçü değildi, modern değildi, Osmanlıdan kalmaydı. Bilimin ezberini
anlatırlardı ama ruhuna inemezlerdi. Fakat diğerleri harika insanlardı.
Kendilerine göre teorileri olan kimselerdi. Özellikle Schwarz çok ünlü bir
hocaydı, şüpheyi çok
değerli sayardı, ilim şüphelerle başlamıştır derdi.
Ancak Hukuk Fakültesi 2. sınıftan ayrılmak zorunda kaldım zira
aile işleri ağır basmıştı, tüm sorumluluk bana
kalmıştı.
Üniversite yıllarında edebiyat
çevrelerine nasıl girdiniz, kimlerle tanıştınız?
Üniversite yıllarında arkadaşlarım genellikle sol düşünceli insanlardan
oluşuyordu. Küllük’te toplanır, sanata ve ülke yönetimine ilişkin konular
üzerinde söyleşirdik. Siyasi olarak hepimiz faşizme karşıydık. Daha sonra
grubumuz devletçe dağıtıldı.
Niyazi Akıncıoğlu, Rıfat Ilgaz’ın arkadaşı idi.
Onun arkadaşlığı da şöyle: Hüseyin Bekar diye, felsefede okuyan, boylu poslu
bir genç vardı, İnegöllü. Niyazi Akıncıoğlu da Hüseyin Bekar’ın arkadaşı
idi. Bizim devrede Bursa Erkek Lisesi’nde Bartınlılar çok vardı. Yani
lisemizin sultani okul olarak bir şöhreti vardı, Türkiye’nin her tarafından
tercih edilen bir okuldu, yatılı geliyorlardı. Bartınlılar da çok geliyordu.
Ben Rıfat Ilgaz’ı o kahvede tanıdım. Yani Küllük değil de, Bursa Erkek
Liselilerin gittiği diğer kahvede. Bartınlılar ile o kahvede görüşürdük.
Seneler sonra dedim ki ona, sen Bartınla ilişkilisin, Bartınlılar yüzünden
mi geliyordun o kahveye. Yok dedi, Hüseyin Bekar benim sanatoryum arkadaşım
dedi. Hüseyin Bekar muazzam bir mizah ustasıydı, Rıfat Ilgaz’dan daha baskın
bir mizahçıydı. Ama sohbetinde, yazmada değil. Hüseyin Bekar da
Niyazioğlu’nun arkadaşı. Bizden bir sene evvel onlar Rıfat, Niyazi edebiyat
çevrelerini tanımışlar. Biz bir sene sonra gittik Suphi Taşhan’la birlikte.
Suphi Taşhan solcuları tanıttı. Yani Rıfat’ın gözü biz gittikten sonra
açıldı, ondan sonra o solcu oldu.
Küllük Kahvesi
Başka kimleri tanıdınız o çevrede?
Hasan
İzzettin Dinamo’yu mesela. O ağır bir şair olarak tanınırdı. İnançlı, güçlü,
cesur bir şair olarak tanınırdı. Nazım ayarında yani. Gözü pekti aynı
zamanda, mahkumiyetten korkmazdı. O da bizim kahvemize geldi. Sonra Arif
Dino, Abidin Dino’nun abisi. O çok alçakgönüllü, çok da bilgili bir adamdı.
O da bizim kahvemize geliyordu. Sonra bizi Küllüğe Suphi taşıdı. Bu
tanıştığımız kişiler aracılığıyla Küllüğe taşındık. Küllükte yeni edebiyat
çevresini oluşturduk. Karışık bir yerdi Küllük, her terkipte insan vardı.
Garip çevresinden kimse var mıydı
Küllük’te?
Şimdi
Ankaralı edebiyatçılar İstanbul’a geldiklerinde uğruyorlardı Küllüğe. Çoğu
Ankara’da memuriyette idi. Aradaki mesafe fazlaydı, yolculuğu masraflı,
külfetli. Suphi bugün Küllüğe Orhan Veli, Oktay Rıfat gelecek dedi. Suphi
Ankara’dan tanıyordu onları. Suphi’nin babası zaten Taşhan Palas’ın sahibi,
Ankara’nın üst tabakalarından. Küllüğe geldiklerinde gördüm. Oktay Rıfat çok
yakışıklı, güzel bir genç, dört dörtlük. Öteki de bir o kadar çirkin. Uzun
boylu, zayıf, kambur. Birisi çok konuşuyor, Oktay Rıfat. Orhan Veli ise çok
dinliyor, az konuşuyor. Ama çok da munisti, terbiyeli, hiç büyüklenmeyen,
hiç de telaşlanmayan bir kişiliği vardı. Onun şair olduğunu hiç düşünmezsin.
Orhon Murat Arıburnu vardı, o ise şair pozluydu, sade hava.
İstanbul’da başka hangi edebiyat
çevreleri vardı?
Nihal
Atsız’lar vardı, sağcılar. Bir de solcular vardı. Bunlar iki sivri uçtu.
Varlık çevresi ise mutedildi. Suphi beni toplumcu edebiyata çekmeye
çalışıyordu. Onun sayesinde komunistleri tanımış oldum. Yazdıklarımı
yayınlama konusunda bir girişimim olmadı. Suat Derviş hanım vardı, Suphi ile
onun evine gittik. Kocası da komunist partisinin başkanıydı, Reşat Fuat
Baraner.
Komunist partisi var mıydı o zaman?
Gizli olarak
vardı. Sonra Reşat Fuat Beyle de tanıştık. Sovyetler’e gitmişler, gezmişler,
görmüşler. Bu konuda bir tartışma çıktı aramızda. Ben Atatürkçü tezle
savundum. O pek beğenmedi. Ayrılırken dedi ki, sizi her zaman görmek
isterim. Aynı fikirde değiliz ama pek takdir ettim seni, değerli bir
gençsin. Sonra ben sınıfın en güzel kızına aşık olmuştum. Şair adamın işi
gücü ne, aşık olmak. Suphi de Bursa’da aşık olmuştu, bana açılmıştı,
dertleştik. Ben de ona açıldım bu sefer. Git anlat kendini kıza dedi. İki
kez gittim, kız reddetti. Suphi dedi ki, sen beni çok dinledin Bursa’da,
derdimi yükümü aldın. Ben şimdi seni nasıl yalnız bırakırım bu gece.
Gideceğim yere seni de alayım götüreyim, dedi. Neresiymiş orası? Hasan
İzzettin Dinamo’nun düğünü. Oraya ben davetsiz gittim. Üst tabaka solcular,
seçkin edebiyatçılar, sanatçılar gelmişti oraya. Suphi kalktı bir ara, bir
şair evleniyor ama şiir okunmuyor burada. İşte size bir şair tanıtıyorum
deyip beni omuzlarımdan yakaladı, kaldırdı masada. Dediler, kendi şiirini
okusun öyleyse. Benim Bursa Erkek Lisesi’nde yazdığım bir şiir vardı, onu
okudum, müthiş alkışlandım. Suat Derviş Hanım evinden tanıyor ya beni,
kalktı beni ellerimden tuttu, ilan etti, bizim şairimizsin sen artık dedi.
Ne yazarsan yaz dergi açık sana dedi. O adaba uyayım düşüncesiyle ben
sonradan daha toplumcu şiirler yazdım, onlar da pek güzel şiirler olmadı.
Ezberinizde olan şiir var mı hiç?
Benim
Bursa’dan götürdüğüm
Eflatun Perdeler
şiir var. Bursalı bir şiir. Bursa Erkek Lisesi’nde yazdığım tek şiirimdir
bu. Ekseri içki masalarında okunur. Başlığı yoktur. Başlıksız doğdu, öyle
kaldı, bir şey yakıştıramadım. Bunun başlığını duyanlar koydu.
60'lardan sonra siyasi hayatınız var, İsmet İnönü ile
tanışmışsınız?
1960’tan sonra yapılan seçimde belediye meclisi üyesiydim. Belediye başkanı
Oruç ve meclisteki arkadaşlarla Ankara’ya gitmiştik. O zamanki CHP ilçe
başkanı, ışık içinde yatsın, Sadık Yılmaz İnönü’den randevu almış. Pembe
Köşk’e gitmiştik. Grubun sözcüsü de bendim. Bana sorduğu sorulara verdiğim
yanıtlar ilgisini çekmiş olmalı ki beni yanına çağırdı ve kolumu tuttu.
Konuşmalarımdan sonra: “Bu arkadaşı iyi tanıyın” dedi. Sonraları damadı olan
Toker anılarını anlatırken Paşa’nın kolundan tutup yanına çağırdığı adam
sayısının beş altıyı geçmediğini söylemiştir. Ben de bu onuru paylaşanlardan
biriydim.
Çok
teşekkür ederiz Hilmi Bey.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
NOTLAR
(1) Küllük
Kahvesi: İstanbul’da, Beyazıt Camii'nin yanında yer alan, bir dönemin
edebiyatçılarının toplandığı çay bahçesi. 1950’lerin ortalarında yıkılan çay
bahçesinin müdavimleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Sadri Ertem, Mahmut
Yesari, Peyami Safa, Nurullah Ataç, Salim Rıza Kırkpınar, Cahit Irgat, Arif
Dino, Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Suphi Taşhan, M. Niyazi Akıncıoğlu, Samim
Kocagöz, Ömer Faruk Toprak, Hasan İzzettin Dinamo, Lütfü Erişçi, Arif Damar,
Sait Faik, Celal Sılay, Suat Taşer, Oktay Akbal, Neyzen Tevfik, A. Kadir,
Sabahattin Batur, Nuri İyem, Abidin Nesimi, Suat Derviş, Orhan Veli, Cahit
Sıtkı Tarancı ve dönemin pek çok aydını bulunmaktadır. A. Nevzad Odyakmaz,
Küllük Anıları’nda Küllük kahvesini ve müdavimlerini şöyle anlatıyor:
“Küllük kahvesi, Beyazıt camiinin Beyazıt’a bakan kapalı kapısı önüne
yerleştirilmiş, üstü mermer masalarla, bahçeyi ortasından ikiye bölen dar
yolun öbür yanındaki ünlü “Emin Efendi” lokantasının mutfak bölümüne
bitişik, önü tümüyle cam, tek katlı, limonluk benzeri bir yapıdan oluşmuştu.
Bu bölümde, çoğunlukla öğretmen emeklileri, üniversite öğrencileri prafa,
blum, pastra ya da briç oynar, tavlacılar zar atarlardı.(...) Küllük o
dönemin düşün, yazın, sanat, adamlarının bir araya geldiği bir okuldu sanki.
Herkes birbirinin öğrencisi, öğretmeniydi. Kimileyin denektaşına vururlardı
birbirlerini. Zor sınavlar geçirilirdi.” (Yazan: Emre Gümüşdoğan -
http://www.siirakademisi.com/forum/showthread.php?p=60514)
Salah Birsel
ise aynı mekânı “Kahveler” adlı kitabında şöyle anlatır: "Küllük Kahvesi Beyazıt Camii'nin Aksaray'a bakan kapısı altında, kuytu,
koltukaltı bir yerdir. Çınar ve atkestanelerinin serinliği altına
sığınmıştır. Küllük'te hemen hemen her yazar, her ozan boy göstermiştir.
Edebiyat dünyası, uzun yıllar oradaki masalarda şekil bulmuştur.”
(http://yercekimi.ekolay.net/haber/3186/692066/Istanbulun-kahveleri-I.aspx)
" Sanmayın avare bülbüller gibi güllükteyiz. Biz yanık bir kor gibi
aksam sabah küllükteyiz.
(2) Roma
Hukuku profesörü Andreas Schwartz. Türkiye Cumhuriyeti 1930'lu yıllarda Nazi
kıyımından kaçan yüzlerce mülteciye kapılarını açmıştı. Bu mülteciler
Almanya'nın önde gelen profesörleri, hocaları, doktorları, hukukçuları,
sanatçıları, laboratuvar görevlileri ve diğer musevilerdi. 1933 yılında Türk
Hükümeti'nin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip ile Sağlık Bakanı Refik Saydam
Alman bilim adamlarının ilk temaslarından sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
Atatürk'ün de bu projeye şahsi desteğini aldılar. Çalışma ekonomisti Alfred
Isaac, ekonomist ve sosyolog Alexander Rüstow, Roma dilbilimcisi Leo
Spitzer, Roma Hukuku profesörü Andreas Schwartz, Ceza Hukuku profesörü
Richard Hönig, kütüphaneci Walter Gottschalk, uluslararası ticaret hukukçusu
Ernst Hirch, sosyoloji ve ekonomi profesörü Gerard Kessler, şehir
planlamacısı Ernst Reuter, ekonomist Fritz Neumark bu parlak isimler
arasındaydı.
(3) Schwarz
Medeni Hukuk ve Roma Hukuku hocası, Neumark iktisat, Dobresberger ekonomi
politik hocasıydı.
(4) Foto Yıldız Setbaşı’nda Kırcılar ile vergi
dairesi arasında bulunurdu.
--------------------------------------------------------------------------------------------
2.8.1989 tarihli Cumhuriyet
gazetesinde bir bölüm:
POLİTİKA VE ÖTESİ - MEHMED KEMAL
Her türlü yeni düşüncenin ülkemize şiir yoluyla girdiği sanıldığından
şairler, oldum olası tehlikeli sayılmıştır. Hele solcu şairler hafazanallah
hainden de beter olmuştur. Adam dergisinin Temmuz sayısında Hilmi
Büyükşekerci'nin yazısını okuyorum, polisler şairleri nasıl da izlerlermiş.
İstanbul'da sıkıyönetim var, şairler izleniyor. Haber duyulduğunda her biri
bir yana dağılıyor, dostlar birbirini aylarca göremez oluyor. Sıkıyönetimce
yakalanan her şair de yurdun bir yanına sürgün ediliyor. Hemen aklıma
gelenler Dinamo, A.Kadir, Suphi Taşhan, Abidin Dino, Arif Oino... Hilmi,
Naim'le (Katırcıoglu) Aksaray'daki pansiyonunda Niyazi Akıncıoğlu'nu görmeye
gidiyorlar. Niyazi'yi elinde hukuk kitabıyla ders çalışır buluyorlar.
"Çalışmıyorsan girelim, çok özledik seni". Hepsinde bir korku, "Buyurun,
oturun, biraz ara verebilirim." Hilmi, "Niyazi yoğun bir çabayla kendini
kurtarmaya çalışıyordu" diyor. Savaş sonrası öyle dehşetli bir korku vardı
ki herkes başının çaresine bakar olmuştu. Her solcu şairin ardında bir
polis; ya şair azdı ya da polis boldu.
|