Hüsnü Züber Bir Yaşam Markasıdır




Hüsnü Züber Kimdir?

Yaşayan Müze Fotoğrafları

Bursa'da Kaşık ve Kaşık Oyunu

 



 

 

                                                                                   Ramis Dara

              1990’lardan bu yana Bursa’da yaşayıp da Hüsnü Züber adını duymayan biri varsa, bilin ki o insan, ya okumasız yazmasızdır ya da Bursa’da değil, kendi mahallesinde, aile ortamında, belki kendi adasında yaşamıştır: ümmidir ya da Robenson Cruzo’dur. Çünkü 1990’lardan bu yana Bursa merkezi, Heykel çevresi, hele hele sergi açılışları, kokteyller, konserler bir tek kişiden sorulacak olsaydı, bu öyle sanıyorum ki öncelikle Hüsnü Züber olurdu.

          Sıfır bir bellekle, ama kitaplarla, edebiyatla, şiirler, edebiyatçı dostlarıyla, doğayla, ağaçlarla, çiçeklerle, kuşlarla, anılar yüklediği salaş mekanlarıyla geçmiş ömrü. Ben Hüsnü Züber’i ilk nerede nasıl gördüğümü hatırlamıyorum. Hüsnü Züber adını çopçocukken duymuştum. Muhtemelen Konya’da parasız yatılı okuyor kendi; çünkü Hisar dergisini en çok o yıllarda okumuştum. Hisar, izleyicisi iyice azalmış neo-klasik olma iddiasındaki bir şairler topluluğunun dergisiydi. Şimdi edebiyat dünyasında silik bir iz olarak bile zor kalmış bu dergiden aklımda 15 dolayında şair yazar adıyla birkaç da desenci, çizgi ustası kaldı; Hüsnü Züber, Jale Yılmabaşar, Cavidan Yegül Erten gibi.

          Ben Bursa’ya yerleşmek üzere 1987’de geldim, o 1988’de. Benim özel bir geliş amacım yoktu, zorunluluktu. Onun amacı varmış. Üzerine çeşitli geleneksel motifler işlediği ahşap eşyalarını sergileyeceği mekanı Bursa’da bulmuş, emekli ikramiyesiyle böyle bir mekanı, İstanbul’da değil de, Bursa’da alabilmişti.

          "Müze düşüncemi gerçekleştirebilmek için uzun yıllar ülkemizin çeşitli illerinde uygun yer aradım. Hep bir aksilik çıktı. Fakat Bursa kendiliğinden oluverdi sanki. Eski bir ev düşünmemiştim hiç. Ama şimdi çok memnunum. İçinde sunduğum sanatımla çok bağdaştı, birbirlerine destek oldular sanki. Bursa üç büyük şehrin ortasında ve de günün her saatinde ulaşım var. İstediğiniz an istediğiniz yöne gider dönebilirsiniz. Yanlış bir yer seçmedim. Tabi evimizi izlemeye gelecek olanlar için de aynı şeyler geçerli.”

          Hüsnü Züber Bursa’nın özellikle seçtiği bir yer olmadığını söylüyor ama buranın hiç bilmediği bir yer olmadığını da söylüyor. Çocukluğunda Demirtaş köyken, burada oturan halasına geldiklerini ve yazları birer ikişer ay burada kaldıklarını anlatıyor, “Nilüfer Deresi’ni unutamam, çok güzeldi. Çocuklar yüzerdi, nilüferler açardı üzerinde.” (Z. K. Köseoğlu, 2000:1)

           Hüsnü Züber Kimdir?

          Arnavut bir babayla Yugoslav göçmeni bir annenin 1930 Üsküdar doğumlu oğulları. Bir ablası ve Şükrü adında, 15’inde ölümüne çok üzüldüğü bir kardeşi varmış.

          Anladığım kadarıyla çocukluğu zorlu geçmiş. Duyarlı küçücük bir varlık; somurtuk, sert, yoksul bir baba ve sevecen bir anne karşısında… Yoksulluk ve babanın uzaklığı, annenin yakınlığı, önemli çizgiler.

          Evden, çocukluğunun evinden söz ederken; zorunlulukla, kendisine çok uzak bir mesleği seçmek üzere Ankara’ya Harbiye’ye okumaya giderken, eve dayandım, buna niye dayanamayayım, diye düşündüğünü söylüyor.

          “Ben 15 yıl kekeme yaşadım. Belki babama kırgınlığım ondandır. Çok küçüktüm. Annem bir yere gidiyordu. Bağırdım, ağladım, ben de gideyim diye. Büyük bir evdi oturduğumuz harabe, koca bir kapak vardı. Babam itti beni oraya, fareler mareler, kapkaranlık. Ertesi gün kekemeydim.” (Z.K. Köseoğlu, 2000:5)

  

                                  Hüsnü Beyin kişisel birikimiyle Özlüce'de yaptırdığı ilkokul 

          Nasıl oluyor da bu kekemeliği aşıyor?

          Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul’dan Ankara’ya Harbiye’de okumaya gidiyor ya, buraya yaptığı ve 12 saat süren tren yolculuğu sırasında bu rahatsızlığı aştığını söylüyor:

          “Ben Haydarpaşa’dan Ankara’ya gelirken kekemeydim. Yol trenle 12 saat. Gece yarı uyudum, yarı uyumadım. Ama hep kendimi ezdim şok verdim. Bilerek değil. Orada isim takacaklar bana. Üstelik askeriye. Alay edecekler benle. Kekeme kekeş diyecekler. Ben Ankara’ya indiğimde kekeme değildim. Bu ne irade allahaşkına! Eğer şu kadar yalan söylüyorsam size. Ablam sağ, gidin sorun.” (Z. K. Köseoğlu, 2000:5)

          Hüsnü Züber 1951’de Harp Okulu’nu bitirir, mesleği gereği Anadolu köylerini gezer ve harita mühendis yarbayken 1971’de kendi isteğiyle emekli olur.

          1988’de Bursa’da, Muradiye’de bulunan eski bir Osmanlı evini alıp restore ettirir ve 27 aralık 1992’de “Hüsnü ZÜber evi-Yaşayan Müze” adıyla turizme açar. 1994 yılında da, ölünceye kadar içinde yaşama koşuluyla burayı Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne bağışlar.

          Hüsnü Züber  Evi Yaşayan Müze’yiilk görüşümü çıkaramıyorum şimdi belleğimin sisleri ardından. Öyle sanıyorum ki bir etkinlik dolayısıyla ve cümbür cemaatmişizdir. Ünlü kültür sanat insanları bir söyleşi ya da sanat etkinliği için buraya çağrılıyor; bu konulara ilgi duyanlar da genellikle çağrılı, belki bazen de, çağrılmadan izlemek için buraya geliyordu. Ben bunlar içinden İlhan Başgöz söyleşisini hatırlıyorum ve gidememiştim.

          Bir gün Yeni Biçem’i anlatmak üzere dergi çevresindeki arkadaşlarımızla birlikte gitmiştik Hüsnü Bey’in yaşadığı müzeye. Güzel bir yaz akşamı bahçedeydik, 30 dolayında dinleyici vardı. Ama o toplantımızı unutulmaz kılan başka bir şey olmuştu o akşam. Hüsnü Bey’le kapışmam!

          O akşam orada ben dergimizin iddiasını ortaya koymaya çalışıyorum. İşte şöyle iyi, böyle iyi bir dergi. Yayımladığımız şiirler Türkiye’de şöyle ses getiriyor, böyle ses getiriyor, gibi şeyler söylüyorum. Biri, sadece Türkiye’de mi? diye soruyor.  “Biz haddimizi biliriz, sadece Türkiye’de. Çünkü Türkçede! Ayrıca şiir ana dilinde yazılır ve çevrilmez de..” gibi sözler söylüyorum. Hüsnü Bey zaten her fırsatta kapmaya çalıştığı sözü bir kapıyor, “Aa derginin arkasında her sayıda bir çeviri şiir yayımlanıyor, sonra da şiir çevrilmez diyorsunuz!” diye dalıyor. Ben ne demek istediğimi anlatmaya çalışıyorum ama Hüsnü Züber bu, susar mı! Beni hayatta biraz agresif bilirler; o sıralarda hele, bıçak gibiymişim. Tabi aramızda müthiş bir gerilim…

          Şiirlerle Bu Ay ve İlhan Berk

          Bu ilk etkinlikten sonra Yaşayan Müze’de müze’lik başka etkinlikler de yaptık. O yıllarda Bursa’da kurulu olan Evrensel Kültür Merkezi’nde yürüttüğümüz ‘Sanat-edebiyat dergilerinde bu ay’ etkinliğini sonraki dönem (1997-1998) ‘Şiirlerle Bu Ay’ adıyla buraya taşıdık. 7-8 ay kadar üst kattaki sofada, her kesimden ilgililer ve meraklılarla şiir konuştuk, şiirler ve şiir adına manzumeler, şiirimsiler okuduk.

          İlhan Berk Uludağ Üniversitesi’nin kendisine verdiği doktora unvanını almak üzere şehrimizi onurlandırdığında, onu ve onun şiiri üzerinde konuşma yapmak üzere İzmir’den çağırdığımız Mehmet H. Doğan’ı da kısa bir süreliğine Hüsnü Bey’in YaşayanMüze’sine götürmüştük. İki değerli konuğumuzdan o akşam müze ya da Hüsnü Bey ile ilgili bir yakınma almamıştık. Hatta Mehmet H. Doğan’la Hüsnü Züber Harbiye’den tanıdıktılar.

          25 mart 2000 akşamı 5. Bursa Edebiyat Günlerinin sonunda bir grup şair konukla da Hüsnü Züber’in evine gittik. Hüsnü Bey’le Sina Akyol eski tanış, eski dosttular ve Hüsnü Bey Sina’yla şair yazar arkadaşlarını “ev”ini görmeye çağırıyordu.

          Hüsnü Züber evine giden topluluğumuz Mehmet Taner, Sina Akyol, Haydar Ergülen, Yunus Koray, Derya Çolpan, Murat Batmankaya, Nilay Özer’den oluşuyordu.

          Kendisini biraz tanıdığım için ben bu tutumuna biraz farklı muhabbet diye bakma eğilimindeydim; ama Sina Akyol, belki yıllar öncesinden ve sadece çok kibar, çelebi yanını bilip sevdiği dostunun bindirmelerinden rahatsızlığını hissettirdi biraz. Konukların bazılarıysa evden, ortamdan inanılmaz etkilenmişlerdi. Yunus Koray burada 15-20 gün kalıp Hüsnü Bey için uzun bir şiir yazmaktan söz ediyordu. Nilay Özer ortamın bir mucize olduğunu söylüyordu. Beni en çok etkileyen de Mehmet Taner’in usul sesle, “Bu adam bir dahi”ye benzer sözler söylemesiydi. Allah Allah, dibimizdeki hazineyi keşfedememişim galiba, duyguları içindeydim ben de.

           Hüsnü Züber Neler Yapmıştır?

          Buraya kadar Hüsnü Züber’in geçmişini, ardından onunla özdeşleşmiş mekanıyla ilgili anılarımı anlattım; şimdi de bizi, hakkında konuşmaya, araştırma yapmaya iten, onun kültürel-sanatsal kimliğini oluşturan yanlarına bakmaya sıra geldi. Hüsnü Züber kimliğini oluşturan başlıca beş yan var bence: Sanatçılığı, zanaatkârlığı, koleksiyonculuğu, yazarlığı ve müzeciliği.

          38 adedini İnsancıl Çizgiler adlı kitapta bir araya getirdiği ve çeşitli mekanlarda yıllardır sergileyip durduğu grafik ya da desenleri sanatçı yanını; başta kaşıklar olmak üzere çeşitli ahşap eşyalar üzerindeki dağlama çalışmaları zanaatkar yanını; yer yer sanat düzeyine çıkararak üzerinde bu dağlama çalışmasını yaptığı eşyaların toplanması koleksiyonculuğunu; 1971 ve 1972 yıllarında iki kere basılan Türk Süsleme Sanatı adlı kitabı ile, halen üzerinde çalışmakta olduğu kitapları yazarlığını; bütün bu yapıp ettiklerini ve bunları yapan kendini sergilediği evi de müzeci yanını temsil ediyor. Şimdi bu özelliklerine yakından bakalım

           Hüsnü Züber: Koleksiyoncu

          1960’ta dağlama-yakma yoluyla, üzerlerine çeşitli Türk motifleri işlediği 15 tahta kaşıkla başlayan ahşap eşya sayısı, zaman içinde 450’ye ulaşır; bu ahşap eşyalar üzerindeki motif sayısı ise 600’dür.

           Hüsnü Züber: Zanaatkar

          Dayanıklı, sert cisimler üzerine yine bu nitelikteki araçlarla kazılarak yapılan resimlere gravür denirse, aynı işlemi dağlanarak- yakılarak yapılanına da pyrogravür denir; yakma gravür, dağlama gravür, dağlama resim ya da sadece dağlama da diyebiliriz. Hüsnü Züber’in yaptığı işler arasında en ilgi çekeni, Anadolu’nun dört bir yanından topladığı ahşap nesneler üzerine işlediği pirogravürleri yani dağlamalarıdır. Başta kaşık, kepçe olmak üzere düven, yaba, dirgen, tırmık, bağlama, davul… gibi nesneler üzerine yapmış dağlamalarını Hüsnü Züber.

          Züber üzerine dağlama motifler çizdiği nesneleri Anadolu’nun çeşitli yerlerinden topladığı gibi araç olarak kullandığı demir çubukları (eski bir törpü, tornavida, bıçak ve benzeri) da hurdacılardan topladığını söylemekte. Daha küçük yüzeyli ince çalışmalarını da sonradan Fransa’dan getirttiği elektrikli kalemle yapmış.

          Hüsnü Züber’in bu çerçevedeki çalışmalarına sanat değil de zanaat olarak bakmam bu çalışmaları önemsemememden kaynaklanmıyor; burada bütünüyle teknik bir durum söz konusu. Sanat biraz yoktan ortaya çıkarıştır, yaratmadır; var olan bir şeyin başka bir yolla yeniden üretimiyse zanaattır.

             Hüsnü Züber: Sanatçı

          Bir bölümü İnsancıl Çizgiler adlı albüm-kitapta toplanan ve yıllardır yeniden yeniden sergilenen desen ya da grafikleri, Hüsnü Züber’in sanatçı yanını oluştururlar. 1991’de yayımlanan kitapta yer alan örneklere bakıldığında sanatçının bu çalışmaları 1956-1970 arasında, yoğun olarak da 1968-1969 yıllarında yaptığı görülüyor.

          Desenler genel olarak insanı konu alıyor; kadınlar ve çocuklar üzerinde yoğunlaşıyor. Biçim olaraksa eliptik çizgiler ağırlıkta. Sanatçı bu çalışmalarıyla ilgili olarak “Neden İnsan? Özellikle Kadın, Çocuk ve Elipsler?” adlı kısa bir açıklama yazmış. Bu kısa metinde çocuğun saflığından, hayatın yükünü Anadolu’da özellikle kadınların çektiğinden, insanın çektikleriyle, daireyken elipse dönüştüğünden söz edilmekte.

          Ressam Hasan Kavruk’un bu desenlerle ilgili kısa yorumları da oldukça açıklayıcı. Çoğu izleyicinin Züber’in bu desenleri yaparken eski yazıdan, hat sanatından yararlandığı duygusu yaşadığını söylüyor ki, bu duyguyu yaşayanlardan biri de bendim. Yanılgı; çünkü Züber eski yazıyı bilmediği halde yıllarca süren motif araştırmaları sırasında böyle bir etki almış, bireşime ulaşmış.

          Bunların bazılarının adları şöyle:

          “Düşündüklerimi gerçekleştirirsem /Ağırlığı omuzlarıma biner.”

          “Bir sürü ki takılmış da birinin ardına, gider ha gider.. /Sürü içinde gruplar, grup içinde tekler.”

          “Bütün yenilgilere alkış tutalım.”

          “Kişi, dünyada yok kadar ufak. /Dünya boşlukta nokta; /Düşünceler, / Düşünceler boşluktan da kocaman.”

          “Yokluklar ortasında kalanın duası bu: tanrım iyi ki varsın.”

          “Uzak dur, etkilerin ayrı dünyada güzel.”

          “Halay - Birlikte oynanan bir Anadolu oyunu /Hayat da bir oyun değil mi…”

          “Dünyayı ikiye bölerim; sen ve ötekiler diye.”

          “Artık seni sevmiyorum: Nisan bir!”

          Hüsnü  Züber: Yazar

          “Araştırmacı, yazar” demeliydim belki de; çünkü buradaki yazar sözcüğü edebiyat yazarlığı anlamını içermiyor. Hüsnü Züber uğraş verdiği kültürel sanatsal alanda özel çalışmalarını inatla sürdürmektedir. 1971 ve 1972’de iki kez yayımlanan Türk Süsleme Sanatı adlı bir kitabının olduğundan yukarıda da söz etmiştim; sanatçı son yıllarda üç kitap üzerinde çalışmakta. Yine araştırma kitapları bunlar ve yine uğraş alanlarıyla ilgili: Grafik Sanatlar, Kaşık Oyunu, Ömür Boyu Kaşık.

          Hüsnü Züber: Müzeci

          Konuştuğumuz alanlarda yaptığı çalışmaları ve bu çalışmaları yapan kişiyi, kendini, bu beş öğe-nesneyi içine alan eski bir Osmanlı evini sergilemesi de, Hüsnü Züber’in müzeci yanını oluşturuyor. Öyleyse şimdi de bu mekanı tanımada sıra…

          Hüsnü Züber Evi  “Yaşayan Müze”

          Bursa’nın eski semtlerinden biri olan ve adını Fatih’in babası II. Murat’tan alan Muradiye’deki Uzunyol Sokağı’nın üç numaralı evi burası. Muradiye Külliyesi’nin güneyinden geçen Kaplıca Caddesi’nin güneyinde yer alıyor. Külliyeye dahil sayılan ve bugün Kaplıca Caddesi üzerinde bulunan hamamın yanından arkaya dönüldüğünde ulaşılıyor buraya.

          Yaşayan Müze Hüsnü Züber Evi 1836’da (H. 1252) Devlet Konukevi olarak yapılmış. Bir süre de Rus Konsolosluğu olarak kullanılmış. 1877’de Üsküp’ten Bursa’ya göç eden Seyid Kahya satın almış burayı ve içinde yaşamaya başlamış. Zamanla o ve onun soyundan gelenler ölüp ec eskiyince, 1974-1988 arasında burada evle ilgisi olmayan kişiler yaşamış.

          Hüznü Züber 1988’de İstanbul’dan gelip 12 mirasçıyla anlaşıp burayı satın almış ve Sedat Hakkı Eldem’in Türk Evi adlı kitaptaki çizim ve fotoğraflardan yararlanarak evi restore ettirmiş. Ötesini biliyorsunuz.

          Yaşayan Müze iki katlı (zemin üzerinde tek katlı), bahçeli bir ev. Sokağa taşmış düz ve yuvarlak konsollar (çıkmalar), alışılmıştan uzun eliböğründelerle destekleniyor. Bahçeden yanda da konsollar var. Sokağın batı ucundan yaklaşırken, sol koldaki evin başodasını taşıyan köşe eliböğründesinin üzerinde görülen oyma ibrik motifi, buranın bir konukevi olarak yapıldığını gösteriyor.

          Üstteki iki oda arasındaki eyvanın tam alında yer alan ve dönemin özelliğini taşıyan pirinç tokmaklı, geniş iki kanatlı ahşap kapıdan giriliyor eve. Kapının sol kanadında eski yazıyla 17 yazılı.

          Kapıdan girince sağda ahır, solda kışlık oda bulunuyorken, ahır bugün küçük bir seminer, sempozyum, kollogyum, konge, konferans salonuna dönüştürülmüş.

          Bağlama ve kavalla Anadolu ezgileri eşliğinde gezilen taşlıkta ve kış odasında, dağlama yöntemiyle çeşitli Türk motiflerinin işlendiği kaşıklar, öteki ağaç eşyalar, Hüsnü Züber’in grafik çalışmaları ve kimi özel belgeleri sergilenmekte.

          Ahşap merdivenle üst kata çıkıldığında müzik değişiyor; usuldan usula kanun, ney, tambur ezgileri başlıyor.

          Sofa orijinalinde camsız, açık; restorasyon sırasında ağaç görünümlü kahverengi alüminyum konstrüksiyonlu camla kaplanmış. Buradan Muradiye Külliyesi’nin türbelerine bakıyorsunuz, iki oda arasındaki güneye dönük eyvandan da Uludağ’ın kemirilmiş, kanamalı yamaçları görülüyor.

          Sağdaki başoda kapısının üzerinde bulunan eski yazı “Maşallah” ve soldaki yatak odasının kapısının üst kısmında bulunan yine eski yazı “Barekallah (Kutlu olsun)” sözcükleri ilgi çekiyor. Başodanın üzerindeki Maşallah’ın az altında eski rakamlarla evin yapıldığı yıl 1252 (Hicri) görülüyor. Kapılardaki otantik kilit ve halkalar da günümüze kadar gelebilmişler.

          Başoda varak yaldız çerçeveli ayna, yeşil çini soba ile döküm odunluk, pirinç mangal, önden kurmalı camsız saat, borulu gramafon ve nargileyle tezyin edilmiş. İki yanda da sedirler var.

          Binanın temelinde taşa, yukarısında kerpiç kullanılmış; çatı alaturka kiremitle kaplı.

          Bahçede asma, yasemin, hanımeli, erik, ayva, incir gibi ağaçlar ve üç kollu döküm fenerler ile yeniden monte edilmiş mermer bir çeşme bulunuyor.

           Hüsnü Züber – Yaşayan Efsane

          Böyle bir mekanda yaşayan, böyle bir mekanı yaşatan insanın adı Hüznü Züber. Onun bir fenomen olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta bir efsane. Yaşayan Müze adlandırması mekanla fazla örtüşmüyor; çünkü yeni sanat eseri katılmıyor ortama. Ama içinde yaşamın sürdüğü çağrıştırması açısından güzel. Gizli ve açık olarak Hüsnü Züber’i ve yaşadığını, yaşayacağını çağrıştırıyor. Ancak bu nitelemeyi mekandan koparıp doğrudan insana eklediğimizde fazla hoş olmuyor; Hüsnü Züber’e Yaşayan Müze değil, yaşayan Efsane demeyi yeğlerdim. Bu efsaneyi besleyen kimi kişilik özellikleri aşağıda gelecek.

           Hüsnü Züber: Bir Yaşam Markası

          “…Derken organlarını bağışladı. Ölüsünün de”değer olması için tıp öğrencilerine kadavra olmayı istedi. ‘Hey millet, ben Hüsnü Züber. Hep vardım, var oldum, var olacağım’ı kanıtlamak için didindi didindi. Mevlidini okuttu, helvasını yedirdi. Cenazesinde taşınacağı fotoğrafı ile pozlar verdi. Bu adam ‘deli’. “ (Z. K. Köseoğlu, 2000: 1)

          Hüsnü Züber naif bir sanatçı. Çok yetenekli; ama sezgi ve yetenek gücü akademik bilgi ve düşünce gücüyle birleşmediği için, büyük sanatçı olabilecekken olmadan, olamadan geçmekte dünyamızdan- bence!

          Yapıp ettiklerini sergilemek yerine bunları yapmaya, yeni açılımlarla geliştimeye devam etseydi örneğin; belki de ahşap eşyalara dağlama yöntemiyle kendi grafiklerini işleseydi, grafik çalışmalarını hem öyle hem böyle sürdürseydi, gerçek anlamda ve büyük sanatçı olabilirdi.

          Grafik ve dağlama çalışmalarını geliştirmesini evi mi engelledi acaba? İşin başında böyle sorduğum, düşündüğüm olduydu. Ama ev çalışmaları 1988’de başlıyor. Yani grafik çalışmalarına çok çok önce son vermiş. 2001’deki İnsancıl Çizgiler sergisindeki son ürün 1970 tarihli, bu tarihle 1988 arasında bir 18 yıl var, o günden bugüne de 13 yıl. Bu onun, yaşamı, kültürün önüne değilse de, sanatın önüne aldığının bir başka kanıtı bence.

          Hüsnü Züber, görebildiğim kadarıyla, biraz da naif bir yaşam silahşörü. Naifliğini bilerek abartır… Kibar tavırları, “ayol”lu vb’li zarif konuşma tarzı, hiç evlenmemiş olması, onu uzaktan tanıyanlar arasında bir dedikoduya, hafif espriye yol açıyor sanıyorum.

          “Babam ben subay çıktığımda öldü.(…) Babam öldüğünde annem ve ablamı Ankara’ya yanıma aldım. O zaman teğmendim. Ondan sonra nasıl evlenebilirdim ki. Şimdilerde millet neden evlenmediğimle uğraşıyor. Bilmiyorlar, gerçekleri bilmiyorlar.. Yok adamın şusu mu yok, busu mu yok, yok bilmem daha neler!.. (Z. K. Köseoğlu, 2000:5)

          Hüsnü Bey, felsefe öğretmeni ve gazeteci Zuhal Hanım’la yaptıkları nefis söyleşisinde “Sevdiğiniz kadın oldu mu?” sorusuna, iki evli kadın şeklinde yanıt veriyor ve birinden şimdilerde 30 yaşında ve doktorluk yapan gayri meşru bir çocuğu olduğunu söylüyor.

          Hüsnü Züber topluma eviyle ve kendiyle belki onlarca has sanatçının yapamayacağı katkıyı yapıyor; gündelik ve geçici hayatın üzerine, tanrı gecinden versin, fiziki varlığının sona erişiyle sona ermeyecek, sönmeyecek ışıldağını tutmaya devam ediyor, devam edecek. Hüsnü Züber bir yaşam markası; sanat ve zanaat adına yaptıklarının dışında ve çok üzerinde bir sanatçı o bence…

                                                   6. Bursa Edebiyat Günleri kitabında yazarın yayımladığı yazıdan kısaltılmıştır.