|
|
|
Bursa doğumlu. İlk ve orta
öğrenimini Bursa’da tamamladıktan sonra İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi’ni bitirdi. Babası ile birlikte ticaret hayatına atıldı. 1978-1993
arası 14 yıl futbol antrenörlüğü yaptı. Soğukpınar, Yunuseli, Yeni Mahalle
takımlarını çalıştırdı. Babasının etkisiyle Bursa ve çevresine ait özgün
etnografya örnekleri toplamaya başladı. Bursa ve civarı Türkmen, Yörük
kıyafetleri, dokuma aletleri ve el işleri koleksiyonunu 9 yıl süreyle Rumeli
kıyafetlerini üç yıl süre ile Bursa Karagöz Sanat Evi’nde sergiledi.
Bursa’nın temel folklor değerlerinden biri olan Karagöz üzerinde yoğunlaştı.
04.10.1994 tarihinde Karagöz ustalarından Hadi Poyrazoğlu’nun elinden ahi
geleneklerine uygun olarak peştamal kuşandı. Günümüzde müze lisansı alınan
Karagöz Sanat Evi’nin Bursa’ya kazandırılmasında, önemli rol oynadı.
Kapalıçarşı’da yürüttüğü ticari faaliyeti yanı sıra Karagöz sanatının
yaygınlaştırılması için yoğun faaliyet gösteren Şinasi Çelikkol
UNIMA(Uluslar arası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği) Bursa Şubesinin
başkanlığını da yürütmektedir.
Aile bireyleri ile birlikte kurduğu Bursa Karagöz Tiyatrosu Topluluğu gerek
yurt içi gerekse yurt dışında gösteriler
yapmaktadır. Aysel Çeklikkol ile evlidir, Aysun isimli bir kızı, Uğur isimli
bir oğlu vardır.
Söyleşen: Nezaket Özdemir
Sayın Çelikkol Bursa’nın tanınmış bir ailesinden geliyorsunuz.
Bursalılık kaç kuşaktır devam ediyor?
Baba tarafı Makedonyalı. Karaman’dan 1480’li yıllarda Fatih
zamanında Kosova-Mitraviça’ya gönderilmişler. Aile soyağacına göre
bildiğimiz en büyük dedemin ismi Mahmut. Babam Rafet Çelikkol 6. ben ve
kardeşim Şenol Çelikkol 7. nesil oluyoruz. Babaannem ise Manastırlı.
1912’de, Balkan Harbi’nden sonra amcam Rahmi 12 günlük iken Manastır’dan
ayrılıp Selanik’e gitmişler. Orada toplanan göçmenler gemilerle Türkiye’ye
gönderilmiş. Benim büyükbabam da Mudanya’ya gönderilmiş. Bursa’ya geliş
tarihleri 1913. Büyükbabama,“Baba Kamil” derlerdi, mesleği terzilikti.
Sonradan “Çelikkol” soyadını almış. Yunan işgali sırasında, babamın dayıları
Yusuf Ağa ve Haşim Ağa şimdiki İnönü Caddesi’nde yabancıların da kaldığı bir
otel işletiyorlar. İsmi Bağdat Oteli. Şehre gelen yabancı subaylar
genellikle bu otelde kalırmış. Büyükbabam otelin karşısında 12 makinası olan
bir terzihane işletiyormuş. Büyükbabam da topladığı bilgileri yerel milis
kuvvetlerine aktarıyor. Bu faaliyeti tespit edilmiş. Yakalanacağını
anlayınca, hemen ailesini topluyor, trenle Mudanya’ya geçiyorlar. Oradan
İstanbul’a gidiyorlar. İstanbul’da üç ay kaldıktan sonra İnebolu’ya
geçiyorlar. Büyükbabam dikiş makinesini de yanında taşıyormuş demek.
İnebolu’da da asker elbisesi dikiyor. Orada 2 yıl kalıyorlar. İngiliz
tahtelbahirinin[=denizaltı] İnebolu’ya gelişini, bizim iki topçumuzun onu geriye
püskürtüp kaçırtmasını bize büyük amcam Rahmi Çelikkol anlatırdı.
Savaş bitince, Türk askeri zafere kavuştu diye bir çatanaya (Karadeniz'e
özgü yelkenli kayık) binip
İstanbul’a dönüyorlar. Oradan da Mudanya’ya geliyorlar. Kıyıda İngiliz
gemileri bunların yolunu kesiyor. Meğer o gün tam 13 Eylül günüymüş.
Mudanya’da mütareke binasının bulunduğu meydanda, Ziraat Bankası’nın yanında
üç katlı bir ev veriyorlar onlara. Yunan askerleri esir edilmiş, Rumlar,
Ermeniler kaçmış. Mudanya bomboş. İstedikleri evlere el koyabilirler,
yerleşebilirler. Ama göçebelik hayatına öyle alışkınlar ki akıllarına
gelmiyor. Mal mülk diye hırsları yok. Başlarını sokacakları bir ev, hepsi o
kadar. Beklenti yok. O günlerde İsmet İnönü geliyor Mudanya’ya. Askerin üstü
başı delik deşik. Terzi aranıyor. Bir tek büyükbabam var, başka terzi yok.
Anadolu halkı gücenmesin ama Türkler meslek edinmemiş. Bütün meslekler
Rumların, Ermenilerin elinde. Mütareke sırasında görev yapacak askerlerin
elbiseleri için, “sen elbiseleri yenileyebilir misin?” diyorlar. Yenilerim
diyor. Askerlerin içinden eli yatkın 10 kişi ayırıyor. Terk edilen evleri
arıyorlar 12 tane dikiş makinesi buluyorlar. Mütareke heyeti Mudanya’ya
gelene kadar elbiseler tamamlanıyor. General Harrington geliyor. Büyükbabam
derdi ki, “İnönü bayrakları özellikle alçak astırdı. Generalin boyu uzun,
her bayrağa geldiklerinde mecburen başını eğip geçti.” Büyükbabam böylece
Mudanya’ya yerleşiyor. Sonra akrabalarını da çağırıyor. Giritliler,
Mudanya’ya daha sonra 1924’te geliyor. Büyük annem Manastır’da doğmuş.
Ailesi, fetihlerden sonra Anadolu’dan, Karaman’dan götürülen Türklerden.
Büyükbabam Mudanya’da öşür vergilerini toplamağa memur ediliyor. Bu arada
babam Rafet Çelikkol doğuyor. Büyükbabamın bir de zeytinliği var.
Büyükbabamın zeytinliğe gittiği bir gün Mudanya’ya sünnetçiler geliyor.
Sünnet olmamış çocuklar toplansın diyorlar. Babaannem de, büyükbabama
sormadan amcamları götürüyor. Büyükbabam geldiğinde çok kızıyor, araları
bozuluyor. Belki de bozulacağı mı vardı da sebep mi oldu bilmem!
Büyükbabam, Mudanya’da mütareke sırasında Atatürk’e, İnönü’ye ve Fevzi
Çakmak’a elbise dikmiş. Külot pantolon çok iyi dikermiş. Diktiği
pantolonları yüksekten bırakınca kalıp gibi dururmuş. Herkes bunu söyler.
Nasıl bir şeyse bilmiyorum. Birde çok iyi içermiş. Öyle üç beş şişe değil,
meraklı. 1932 yılına kadar dedem vergi toplama görevini sürdürüyor. Sonra
Bursa’ya yerleşiyorlar. Yıllar geçiyor. Babam askere gidiyor, geliyor. Bir
gün, Tophane’de babasını buluyor “Hadi beraber hamama gidelim,” diyor. O
gün, hamamdan sonra dedem ruhunu teslim etmiş. Baba-oğul son beraberlikleri.
Anne tarafım, iç Ege’den, Rumeli’ye giden Türklerden. Son okuduğum bir
kitaba göre, Karagöz Yörüklerinden. Tesadüfe bakın. Çünkü Dedem
Bulgaristan’ın Makedonya bölgesindeki, Menlik Kasabası’nın Belitsa
Köyü’nden. Oraya yerleşenler Karagöz Yörükleriymiş. Şimdi Kırklareli’ne
gidin, Menlikli çoktur. Durumları iyi olan pek çok kişi iki adım, gidip
oraları görmezler. Dedem Ahmet Üner. Berberlik yapıyormuş. Berber Ahmet
derler. O zaman insanın adı, işi ile beraber anılıyor. Öyle tanınıyor.
Balkan Harbi’ne jandarma olarak katılmış. Savaş sırasında Bulgarlar karakolu
basıp, bunları esir alıyor, Serez’e götürüyorlar. Tepede bir yere hapis
ediyorlar. Dedemler Bulgarlara “çorbacı” derlermiş. Kapıda bekleyen
nöbetçiye diyorlar ki, “Çorbacı, bize izin ver sigaramız kalmadı, şu
bakkaldan alıp gelelim.”Avucuna da bir mecidiye sıkıştırıyorlar, kaçış o
kaçış. Serez’de bir hoca amcaları varmış, onu bulmaya çalışıyorlar. Her yer
cesetlerle doluymuş. Diyorlar ki, Türkler katliam yaptı. Kimler katliam
yaptı da bilinmiyor. Anlatılmıyor. Bir evden yaşlı bir amcayı çıkarken
görüyorlar hemen o eve dalıyorlar, saklanıyorlar. Daha sonra o adamcağızdan
aldıkları büyük sopalarla Struma Nehri yatağını yoklayarak geçiyorlar. Çünkü
bazı yerler derin, yüzme bilmiyorlar. Serez’e böyle gidiyorlar ve orada 1,5
sene yaşıyorlar. Osmanlı geri gelir bizde evimize döneriz diye umut
ediyorlar. Ama o yıllar Osmanlı’nın bittiği yıllar. Ne Osmanlı geliyor ne
bir şey. Yalnız arkalarından nişanlısı geliyor, evleniyorlar. Hanımı birinci
çocuğunu orada kaybediyor. Eşinin adı da Hanım. (Gündüz köyde İngiliz,
Fransız askerleri dolaşır, gece olunca Bulgar çeteler basarmış. Aynı şimdiki
barış gücü hikâyesi.) Bakıyorlar olacağı yok, Serez’den göçmen olarak
gemilerle Tekirdağ’a geliyorlar. Hala geri dönme umudu var. Oradan
Saray’a[=Tekirdağ'ın ilçesi] geliyorlar. Gelirken yolda Çataka’da doğan çocukları vefat
ediyor. Orada Bulgarların boşalttığı Saray-Vize arasında bir köye
yerleşiyorlar. Köye yerleşmelerinden bir süre sonra oymak beyi geliyor;
—Siz ne yapıyorsunuz burada biz hepimiz, Kırklareli’nin kuzeyinde
Poloz’dayız,” diyor.
Kalkıp oraya gidiyorlar. Hâlbuki oturdukları köy daha iyi bir yermiş. Ama
savaş şartları. Birlikte olmak, birbirine tutunmak isteği galip geliyor.
Bütün Menlikliler orada.
Neyse uzatmayalım, 1916 yılında, bir gün davullar çalıyor. Ne oluyor derken,
bir de bakıyorlar, asker toplanıyor. Osmanlı ne ister.Ya asker ya vergi.
Dedemi Filistin cephesine gönderiyorlar. Adana,’ya kadar trenle sonra talim
yapa yapa Filistin’e gidiyorlar. Giderken babasına soruyor.
—Uzak ellere gideceğim sana ne getireyim, diyor.
Babası, "yemek yerken mendilini açıyorsun ya, bana orada biriken kırıntıları
getir" diyor.
Gerçekten biriktirmiş kırıntıları. Beş altı torba olmuş. Bu arada Lawrens
arkadan Arapları kışkırtıyor. Bizim asker zor duruma düşüyor. Aç susuz
kalıyorlar. Bakın kırıntı istemenin kerametine, o zaman arkadaşları ile
beraber, babası için biriktirdiği kırıntıları yiyorlar. Süveyş Kanalı’nın
kenarında esir düşüyorlar. Esir kampında İngilizler ne yediriyorlarsa,
geceleri görmüyorlarmış, körleşiyorlarmış. Fakat biliyor musunuz, Türk
uçakları, kampın üzerinde uçuyor, onlara üzerinde “korkmayın arkanızdayız”
yazan kâğıtlar atıyormuş. İngilizler makineli tüfekle ne kadar tarasa da
bizim uçaklar yine geliyorlarmış. İki yıl esaretten sonra 1920 yılında bir
yük gemisiyle İzmir’e getiriyorlar. İzmir valisi hastalık vardır, diye kabul
etmiyor. Sonra İstanbul’da, Selimiye Kışlası’nda karantinaya alınıyorlar.
Bir hafta karantinadan sonra serbestsiniz diyorlar. Büyük dedem, evden
askere diye bir çıkmış, çıkış o çıkış, ancak 5 yıl sonra köyüne dönüyor.
Ailesini bulamıyor. Diyorlar ki senin evin Elmacık Köyü’nde, evin önünde bir
çocuk, kendisini görünce kendi oğlu kaçıp; “anne bir yabancı geldi,” diye
içeri koşuyor. Anlıyor ki kendi oğlu. Yani dayım. Kısaca tarihimiz yürek
parçalayıcı hikâyelerle doludur. Osmanlı’nın son yıllarında sanıyorum her
ailede buna benzer şeyler yaşanmıştır.
Annem Kırklareli’nde Poloz’da doğmuş. 1927 doğumlu. O yıllarda dedem
Elmacık’ta bir ağanın yanında çalışıyor. 1922’de Yunan askeri bozulmuş
kaçıyor. Ama onlardan önce yerli, Rumlar kaçıyor. Bir gün yerli Rumlardan
biri Yunan askeri kıyafeti ile gelmiş ağadan bir araba istemiş. Ağa da
babamı görevlendirmiş. Taşıma işi birkaç gün sürmüş son gün Rum’un annesi
evinden ayrılmak istememiş. Bu da bir dram. Daha sonra Belitsa köyünden
tanıdıkları Hacı Amca’nın yanına gelerek Gemlik’e yerleşiyorlar. Gemlik’te
Hükümet Caddesi’nde otururmuş. Dedeme sen de kızları al gel diyor. Böylece
Gemlik’e gelip yerleşiyorlar. Annem ve teyzem suni ipek fabrikasında
çalışmaya başlıyorlar. Annem 14 yaşında. Çocuk sayılır ama çalışıyorlar.
Çünkü savaştan yeni çıkmışlar memlekette erkek yok. Her işi kadınlar
yapıyor. Annem ilkokul mezunu. Zamanına göre okumuş sayıldığından kısa
zamanda baş usta oluyor. Bir gün 1946 yılı başlarında amcam Gemlik’e
fabrikaya geliyor. Annemi beğeniyor kardeşi için kaçırmaya karar veriyorlar.
Bir kaç gün Gemlik’te kaldıktan sonra, annemi kaçırıyorlar. O zaman
Gemlik’te kaç tane araba var. Hemen kimin kaçırdığı anlaşılıyor. Jandarmalar
yolu kesiyorlar. Arabayı karakola çekiyorlar. Amcam, jandarmadan kurtulmak
için, ”Kız kendi geldi” diyor. Ama annemin bir şeyden haberi yok. Jandarma
anneme soruyor. “Kızım sen mi istedin” diye, annem de “ben istedim” diyor.
Böylece iş tatlıya bağlanıyor, evleniyorlar. Babam esnaflık yapıyor. Böylece
Bursa’ya yerleşmişler.
Şimdi Sizin çocukluğunuza gelelim. Siz doğduğunuzda eviniz hangi
mahalledeydi.
Doğan Bey Mahallesi, Yentürk Çıkmazı. Acemler Camisi’nin altında. Geçende
gittim. Oraları dümdüz etmişler. Bir camiler kalmış ortada. Bu mahallede,
bu camilerin etrafında hiç mi ev yoktu? Bir kaç Bursa evi bırakamazlar
mıydı? Orada babamın teyzesinin evi vardı. Çıkmaz sokağın tam dibinde.
Evlendiklerinde üç ay onun yanında oturmuşlar. O evin yanındaki tek katlı
evde ben doğmuşum. Teyzemin evinin yanındaki, yan yana üç evde sırasıyla
doğdum, sünnet oldum ve okula başladım. Hepsinde kiracıydık. En son okula
başladığım evi hatırlıyorum, geniş odaları vardı. Babamın satın aldığı ilk
evimiz Yahudilik’teydi. 1954 yılında, Arap Şükrü’den girince soldan ikinci
aralıkta, çıkmazın içindeydi. 4500 liraya alınmış. O yıllarda
Yahudiler
Türkiye’yi terk ediyordu. Ev bakımsızdı, fakat dedem marifetli bir insandı.
Sıvasını, boyasını yaptı, evi tamir etmemize yardım etti. Fakat
Pınarbaşı’ndaki evi bulunca sattık. İlkokul üçüncü sınıfa başladığım yıl,
Pınarbaşı’nda bayram yerinde, eski karakolun arkasında 85 basamakla çıkılan
bir ev aldık. Ev küçüktü, iki odası vardı. Ama 430 metrekare arsası vardı.
Ben Pınarbaşı’ndan, Hoca İlyas İlkokuluna geliyorum. Okul çıkışı babamın
dükkânına gidiyorum. Babamın dükkânı pazar yerinde meyveci Ahmet’in
dükkânının yanındaydı. Şapka, gömlek, iç çamaşırı falan satardı. Mallarını
İstanbul’dan getirtirdi. Alışveriş yaptığımız adamın ismi Zilbert Glayd.
Çok iyi bir adamdı. Yeri Çakmakçılar yokuşundaydı. Malları alırken peşin
para istemezdi. Malları satar parasını gönderirdik.
Pınarbaşı, Osmanlı zamanından beri Bursa’nın bayram yeriydi. Bütün dini
bayramlar orada kutlanırdı. Fetih Kapısı’nın önündeki alan bayram yeriydi.
Ama o zaman fetih şenlikleri falan yoktu. Bayramdan 15 gün önce oyuncaklar
gelmeye başlardı. Devamlı gelen bir uçak vardı, salıncaklar vardı. Bir de
telle kayılırdı. Sonra çok büyük çınarlar vardı. Birer birer kurudular.
Kumpanyalar gelirdi. İçinde tiyatro topluluğu, dansözler, orta oyunu olurdu.
Sirk gibi çadırlarda hayvanlar gösterilirdi. Aslanlar, yılanlar falan.
Köfteciler, turşucular, dönerciler olurdu. Ben ortaokuldayken bayram okul
zamanına denk gelmişti. Bayramdan sonra daha ilk derste öğretmen tabiat
bilgisi dersinde tahtaya kaldırdı.“Çalışamadım” dedim.“Neden” diye
sorduğunda “bayram yüzünden çok gürültü vardı” dedim. Öğretmen mazeretimi
kabul etti.
O kadar gürültü olurdu yani.
Tabii çok gürültü olurdu. Patlamalar, müzikler, o zevkli eğlenceler
arasında çalışmak mümkün mü? Bir kere bir cambaz gelmişti, hatırlıyorum. Tam
üç ay kalmıştı. Bir bayramda 9 çadır tiyatrosu birden gelmişti. Halk rağbet
ederdi. Bursa’nın köylerinden bile bayram günlerinde halk akın ederdi.
Kadınlar feraceleri, erkekler kasketleri ile gelirdi. Kasket çok önemliydi.
Babam 1958 yılındaki Kapalıçarşı yangınına kadar tuhafiyeciliği, şapkacılığı
devam ettirdi. Köylüler gelir, şapkaları terden kirlenmiş, siperleri
bozulmuş vaziyette, öyle kullanırlardı. Eskiden çok fakirlik vardı. Babam;
“gel bakayım oğlum bir şapka vereyim,”diye seslenirdi.“Şapka alacağım ama
param yok.” diyene “Gel bakalım bir şapka buluruz” der, adamın şapkasını
kapar, dama atardı. Ondan sonra üç aşağı beş yukarı anlaşırlardı.
Birkaç bayram üst üste Hayri Küçük Çadır Tiyatrosu geldi. Hayri Küçük şimdi
bilinmez ama o zaman ünlü bir menajerdi. Gönül Akkor’un kocasıydı. Sonra
dansöz Babuş’u[=Hülya Babuş] hatırlıyorum. Dansöz Babuş’u halk çok severdi. Aile olarak
gidilirdi. Çadır tiyatroları o kadar sevilirdi ki iki bayram arasındaki
zaman süresince kalır, kurban bayramında da gösterilerine devam eder sonra
dönerlerdi. Hayri Küçük, devlet tiyatrosunun altındaki eğitim araçları
salonunu tutmuştu. Babuş da orada çıkardı. Bir de Asuman Çintay vardı.
Öğleden sonra kadınlara ayrıca gösteri yapılırdı. Kadınlar matinesi.
Kadınlar hem eğlenceye gidecek, hem dansöz Babuş’u seyredecek hem de akşama
kocalarına yemek yetiştirecekler. Dolma tenceresini yanında götürür,
dolmasını matinede sarardı. Bunlar 1956–58 yıllarında Bursa’da yaşandı.
Orası sinema olarak da kullanıldı. Heykel’in yan tarafında şimdi Yapı Kredi
Bankası olan yerde de Dilek Sineması vardı. Akşam uzak mahallelerden,
Alacahırka’dan, Pınarbaşı’ndan gelenler evlerine rahatlıkla dönebilsin diye
gece, belediye 12’yi on geçe bir otobüs koymuştu. Onu kaçırırsan, başka araç
yok.
Ben Pınarbaşı’ndaki evimizi çok severdim. Bahçesinde ceviz, incir ağaçları
vardı. Annem evin önüne sümbüller, güller ekmişti. Babam bazı eklemelerle
zaman içinde evimizi güzelleştirmişti. 1962 senesinde evimizin yanına daha
büyükçe bir ev daha yaptırdı. Oraya geçtik. Babam musikiyi çok severdi.
Amcamın oğlu Erdinç Çelikkol’un katıldığı bir gezek grubu vardı. Bizim eve
de gelirlerdi. Mesela Kasım Hoca vardı. O zamanlar pek meşhurdu.
Sünnetinize Karagöz geldi mi?
Yok gelmedi. Ama Çengi İsmet geldi. O zaman Karagöz zengin oyunu idi.
Herkes Karagözcü çağıramazdı. Sünnet düğünlerinde kadınlar ve erkekler ayrı
eğlenirdi. Çengi gelirdi. Bir de sünnetten önce mevlit okunurdu ve sünnet
olurdu. Mevlitten sonra aynı yerde yemek verilirdi.
Şinasi Bey mahallenizi anlatır mısınız?
Evler pek büyük değildi. Genellikle bir veya iki katlı. Üç katlı bir tane
büyük ev vardı. Bizim sokak, ikili çıkmaz sokaktı. Yani bir yerden sokağa
giriyorsun. Sokak ikiye ayrılıyor. İki ucu da çıkmaz. Yentürk Çıkmazı. Tabii
sokaklar taşlık. Çocuklar sokakta oynardık. Ama kavga gürültü pek olmazdı.
Mahallemizde Pınarbaşı suyu vardı. Evden eve geçerdi. Meşhur Bursa suyu,
“mecari” denilen su şebekesi. Hatırlıyorum, bir kaç aile aynı evde oturanlar
vardı. Şimdi otursunlar da göreyim. Kanaatkârlık vardı. Bazen çocuk
yüzünden, tatsızlık olsa da barıştırırlardı. 1960’lı yıllara kadar böyleydi.
İnsanların başka çaresi yok. Hep yüz yüzeler. Kadınlar kışlık erzakları hep
beraber hazırlardı. Hıdırellezi hatırlıyorum. Bir küp hazırlarlardı. Herkes
içine bir eşyasını koyardı. Küpü bahçeye şimşirlerin altına saklarlardı.
Ertesi gün hep beraber toplanırlar, küpten bir eşya alınır ama gösterilmez,
önce bir mani okunur. Sonra elinde kimin eşyası varsa okunan mani onun
kısmeti olurdu. Hıdrellezde pikniğe giderdik. Soğanlı Köy’e, Dokuz Göz’e.
Bir defa da at arabaları tutuldu Değirmenli Kızık’a, gittik. Orada bir
şelale vardı. Mahallede bir samimiyet, yakınlık vardı. Her şey birlikte
yapılırdı. Mesela camiye erkekler hep beraber giderdi. Sabah namazına
giderlerdi. Camide sırayla ezan okurlardı, müezzine sıra gelmezdi. Bir gün
ramazanda müezzin babama okutmamış, “ezanı ben okuyacağım”, demiş. Babam da
kızmış, bir zaman camiye gitmedi. Bir gün baktık, yerde yarım metre kar var.
Hoca efendi bizim evin 85 basamağını çıkmış, babamın gönlünü almaya gelmiş.
Hep beraber camiye gittik.
Okul yaşantınızı anlatır mısınız?
Okula 1953 yılının Eylül ayında Hoca İlyas İlkokulunda başladım. O zaman
Hoca İlyas İlkokulu en iyi okullardan biri. Zaten Bursa’da 6–7 tane ilkokul
var. Öğretmenim Şeref Erler. İkinci sınıfta Neriman Hanım isminde genç bir
bayan öğretmen geldi. Üçüncü sınıfta Emine Hanım geldi. Kocası Askeri
Lise’de yüzbaşıydı. O zaman yüzbaşı olmak çok önemli. Büyük adam demekti.
Sonra Rahşan Hocanım okuttu. Fakat Şeref Bey hep hocam oldu. Çok faal,
hareketli bir insandı. Bu nedenle hep başka görevleri de olurdu. Bize başka
hocalar bakardı. İlk defa 3. sınıfta yavru kurt olarak 23 Nisan bayramına
katıldım. O zaman yavru kurtluk önemliydi. Sonra 4. sınıfta trampetçi oldum.
Öğretmenimiz Ensar Bey bizi toplar geziye götürürdü. Şapkalarımızda
yavrukurt işareti vardı. Üçüncü sınıftayken, çocuğuz daha. Bahçede
sıradayken arkadaşımla konuşmuşuz. Ensar Bey geldi ikimizin de kulağını
çekti. Bursa o kadar küçük ki, Bizi okulun bahçe parmaklıklarından izleyen
bir hanım, öğretmenin benim kulağımı çektiğini görmüş, hemen çarşıda babama
yetiştirmiş. Eve geldim babam, demek sen okulda konuştun, öğretmen de kızdı
diye bir tokat da ondan yedim.
Karagözü ilk ne zaman izlediniz?
Okulda izledim. 1960’lı yıllara kadar merkez okullara karagözcüler
geliyordu. Ben de ilk Karagöz oyununu Hoca İlyas İlkokulu’nda izledim.
Okulumuza iki üç kez Karagözcü geldi. Dışarıdan İstanbul’dan geliyordu
bunlar. Biz bunlara şimdi köşe başı karagözcüsü diyoruz. Ne oynattığını
bilmiyoruz tabii. Oynattı, biz çocukken hoşlandık. Onar kuruş verdik. 57’li
58’li yıllardı. Okulumuzda salon yoktu. Koridorda oynattılar. Orası biraz
loştu. Hademe odasının camında Karagöz oynattılar. Perde bile kurmamıştı.
Arkadan bir ışık verilmişti o kadar. Yani böyle başladık Karagöze. Bu arada
söyleyeyim, o zamanlar Hayali Küçük Ali’nin radyodaki ramazanda ve sahurda
yaptığı programlar çok önemliydi. Sırf Hayali Küçük Ali’yi dinlemek için
sahura kalkardık, çocuktuk. Bazen iftardan sonra da program olurdu. Mesela
Kanlı Kavak olsun, Çifte Cadılar olsun Yazıcı oyunu olsun. Hep Hayali Küçük
Ali’den dinledik.
Sizin Karagözle ilginiz nasıl başladı?
Daha sonraları, 1963–64 yıllarında turistler ilgilendiği için İstanbullu
bir çocuktan Karagöz figürleri satın almaya başladık. Bu çocuk annesiyle
gelirdi Bursa’ya. Babası Karagözcü imiş vefat etmiş. Kendisi yaptığı
figürleri satıyordu. Pek iyi örnekler değildi. Çocuk üç beş figür biliyordu
zaten. Biz o zamandan beri Karagöz figürleri satıyoruz. Bu nedenle Karagözle
ilgim ticaretle de ilgili. Turistik eşya alım satımı yaptığımız için gelen
yabancı turistler hep soruyordu, Karagöz nerede oynuyor diye. 1965’li
yıllarda diyorduk ki “Karagöz ramazanda oynuyor”, ramazanda gelenlere de
“bayramda oynuyor” diyerek idare ediyorduk. Turistlere cevap veremiyorduk.
Bir boşluk vardı yani.
Sizin antikacı dükkânının adı o zaman da “Karagöz” müydü?
Karagöz değildi. Adı, “Rafet Çelikkol, Hediyelik ve Turistik Eşya ve Dağ
Giyimleri”ydi. 1965 yılında Ticaret ve Sanayi Odası, artık turistlerde
geliyor, “size bir unvan verelim, ticaret odasına kaydedelim” dediler. Biz
de o zaman “Karagöz” unvanını aldık. Ticaret ve Sanayi Odası’nın isteğiyle
yani. 1966–1967 yıllarında Cin Baba ile tanıştık. Sihirbaz Cin Baba, deri
almak ve Karagöz oynatmak için Bursa’ya gelmiş. Bize uğradı. "Karagöz
yapıyorum, alır mısınız?” dedi. Üç beş anlaştık ve sonra Karagöz figürlerini
ondan almaya başladık. Figürleri Koza Hanı’nın kapısında ve zemin katındaki
dükkânımızda satıyorduk. 1972 senesinde kardeşim sünnet oldu. Tabii Karagöz
oynatmak lazım. Cin Baba’yı çağırdık. Hem sihirbazlık yaptı, hem Karagöz,
hem de el kuklaları oynattı. Park Düğün Salonu’nda. İnanır mısınız, Bursa’da
uzun zaman kimse Karagöz seyretmemiş, orada seyretti. 1978 senesinde oğlum
sünnet oldu. Yine Cin Baba’yı çağırdık. Böylece bir sempati doğdu. Ama en
önemlisi 1983 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Geleneksel Türk Tiyatrosu
Festivali düzenledi. İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa’da aynı anda dört
yerde birden başladı. Sanatçılar geldi Bursa’ya, fakat 30–40 kişiye Karagöz
oynattılar. Okullar için organize edilmemişti. Çok başarılı olamadı. Bu
festivalden önce Hayali Torun Çelebi’yi tanıdım. Hayali Küçük Ali’nin
torunudur. O da bize birkaç figür verdi.”Benim figürlerimi satın” dedi. Ama
o zaman turistler dışında pek alıcı çıkmazdı. Festival kapsamında Metin And,
Metin Özlen, Hayali Torun Çelebi, Nevzat Açıkgöz, Orhan Kurt, Tacettin
Diker, dükkânımıza geldiler. Karagöze ilgimiz olduğu için memnun oldular.
Sanıyorum 1985 veya 86 yılı Temmuz sonlarıydı; Akbank Kukla ve Karagöz
Tiyatrosu Bursa’ya geldi. Ücretsiz olarak halka gösteriler yapıyorlardı. O
zaman Tacettin Diker devamlı dükkânımıza gidip geldi ve bize ilk perdeyi de
o yaptı. 1987’de Ağustos ayının 20’sinde ilk olarak Kent Otel’de perde
kurduk. İlk oyuna 80 kişi geldi. Bütün bürokratlara davetiye gönderdik. Çok
geniş bir tanıtım yaptık. Bunun 20–30 tanesi turist idi. Kent Otel’in genel
müdürü Şevket Günay, çok destek vermiştir. O yıllarda turist sayısı daha
fazlaydı. Üstelik Bursa’ya kültür turizmi için gelirlerdi, şimdiki gibi
değildi. Şimdiki turizm kültür turizmi değil. Belki insanlar biraz da
ekonomik nedenlerle kültür turizminden uzaklaştı. Kent Otel’den sonra
Kapalıçarşı’da Karagöz gösterilerine devam ettik. Eski Aynalı Çarşı’nın alt
kapısını kapatıyorduk. Turistlere ve halka açık gösteriler düzenliyorduk.
1988 yılı şubat ayında ilk Karagöz sergimi AVP Devlet Tiyatrosunun girişinde
açtım. Tiyatro müdürü Feyha Çelenk idi. Sergi 20 gün sürdü. Daha sonra Bursa
dışından sanatçılar davet ettik. Dışarıdan gelen ilk sanatçı Hayali Torun
Çelebi oldu. Tacettin Diker, Orhan Kurt, Metin Özlen hepsi geldiler. Ücret
almıyorlardı, ancak masraflarını biz karşılıyorduk. 90’lı yıllara kadar
böyle devam etti.
Festival düzenleme düşüncesi nereden aklınıza geldi?
Festival fikri 1989’da Hayali Torun Çelebi’den çıktı. Bursa’da bir yemekte
bize bir ışık yaktı. Ben de “Yapalım ustam” dedim. Bize destek olmasını
istedim. Önce bakalım gelen olacak mı diye devamlı oyunlar düzenledik. 1992
senesi Temmuz, Ağustos aylarında Kent Otel’de sekiz düzenli oyun yaptık.
İlgi çok büyük oldu. Şevket Günay ile “Artık bunu festival haline getirelim”
dedik.
1993’te 16–20 Kasım tarihleri arasında I. Bursa Ulusal Karagöz Festivali'ni
düzenleyenlerdensiniz. Kent Otel’deydi değil mi? Festival kapsamında bir de sempozyum
düzenlenmiş. Kimler katıldı, bildirileri bastırabildiniz mi?
Biz önce Karagöz Festivali Müteşebbis Heyeti oluşturduk. O sempozyumda hem
sanatçılar hem de hocalar vardı. 19 Kasım 1993 günü Kent Otel’de yapıldı.
Prof.Dr. Ali Özçelebi, Mevlüt Özhan, Dr. Bedri Yalman, Dr. Mustafa
Cemiloğlu, Raif Kaplanoğlu, Tuncay Tanboğa, Mustafa Mutlu katıldılar. En iyi
konuşmayı Hayli Torun Çelebi ve Prof. Dr.
Ali Özçelebi yaptı. Bildirileri,
saklıyoruz ama bastıramadık.
Şimdi ilk festivalden başka bir ilke geçmek istiyorum. İlk yardaklık ne
zaman oldu. Karagöz oynatan sanatçının yardımcısına yardak deniliyor değil
mi?
Yardak veya dayrezan deniliyor. Ben önce Metin Özlen’e, daha sonra Orhan
Kurt, Hayali Torun Çelebi ve Tacettin Diker’e yardaklık ettim.
Peki seminer gördünüz mü? Yoksa Karagözü yardaklık yaparak usta-çırak
çalışmasıyla mı öğrendiniz?
Seminer gördüm. 1994 senesinin Şubat ve Mart aylarında ilk “Karagöz
Çıraklık Semineri”ni yaptık. Bu seminere 32 kişi katıldı. O zamana kadar
Karagöz gösterilerini dışardan gelenler yapıyordu. Ben onlara yardaklık
yapıyordum. Üstelik sadece ben değil, oğlum Uğur, eşim Aysel, kardeşim Şenol
ve İbrahim Koca da yardaklık yapıyordu. Bu arada diğer Karagöz sanatçıları
ile başka şehirlere de gidiyordum. Metin Özlen’le Antalya’ya Geleneksel
Tiyatro Festivali’ne gitmiştim. 1993 yılında ustam Metin Özlen’le Beyaz
Rusya’ya gittim. Beş oyun yaptık ve bir sergi açtık. Daha sonra yine Metin
Özlen’le Aksaray’da düzenlenen Geleneksel Tiyatro Festivaline katıldık.
Orhan Kurt ile iki defa Bandırma Festivaline katıldık. 1995 yılında Orhan
Kurt ve ustam Metin Özlen’le Yunanistan’a gittik. Böyle Festivallerde daha
çok şey öğreniliyor. Hepsinden bir şey kapmaya çalıştım. Ama Tacettin
Diker’in stilini hiç bırakmadım. Metin Özlen’in bilgisi iyi. Yeni oyunlar
falan yaratabiliyor. Tacettin Diker’in de ses tekniği çok iyi bence. En
İyisi Metin Özlen. Tacettin Diker’le, Orhan Kurt birbirine çok benziyor.
Fakat Orhan Kurt kendini dinletmeyi çok iyi biliyor, enteresan. İkinci
Karagöz oynatım semineri 1995 yılının Kasım ve Aralık ayında yine Kent
Otel’de oldu. Üçüncü Karagöz oynatım semineri ise 1997 yılının yine
kasım-aralık aylarında, o zaman yeni açılmış olan Bursa Karagöz Sanat
Evi’nde yapıldı. Kültür Bakanlığı ve UNIMA Bursa Şubesinin işbirliği ile beş
hafta sürdü. Kursu 25 kişi tamamladı. 2000 yılı mart ve nisan aylarında yine
beş hafta süreyle Karagöz Eğitim Semineri adı altında düzenlendi. Semineri
24 kişi tamamladı. 1994 yılında çok yaşlı bir ustamız vardı. Ustalar ustası
Hadi Poyrazoğlu Atatürk’ün huzurunda Karagöz oynatmış. 2000 yılı Aralık
ayında vefat etti. O bize 4 Ekim 1994 günü Devlet Tiyatrosu’nda ikinci
festivalin açılış töreninde peştamal bağladı. Zaten siz de beni o zaman
buldunuz. TÖMER’de ara sıra gösteri yapıyorduk. Sizde kütüphanede çocuklara
gösteri yapmamızı istediniz.
Bu peştamal bağlamak ahi usulü müdür?
Evet, ahi usulüdür. Hatta kendisi Kapalıçarşı’ya gelmiş ve “ben iki
peştamal alacağım” demiş. Bizim çocuklar vermek istemiş. Fakat dükkândan
kabul etmemiş. Başka dükkandan kendisi almış, haber vermemiş kimseye.
Sahneye çıktı ve “Ben iki kişiye peştamal bağlayacağım” dedi. Benim adımı
söyledi. Haberim yoktu. Ankara’dan Mevlüt Özhan, (Kültür Bakanlığı Halk
Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdür Yardımcısıydı. Şimdi emekli
oldu) “Bakalım oynatabiliyorlar mı” dedi. “Oynatması önemli değil, ben onun
dükkânını gördüm, neler yaptığını biliyorum. Bizi festival için ikinci defa
buraya topladı. Bu yeterlidir.”diye cevap verdi. Bir de kuklacı arkadaş
vardı. Mehmet Tahir İkiler. Genç bir çocuktu. Ona da peştamal bağladı. Bu
hareket bizi teşvik etti. Çalışmalarımıza destek oldu. Hatalarımızı
söylerdi, bu da çok iyi bir şey, Allah rahmet eylesin.
Peki festivale devam edelim isterseniz? Kimlerden destek aldınız,
zorluklarınız neydi?
1993 yılında 11-15 Ekim tarihleri arasında I. Festivali kendi kendimize
yaptık. İl Milli Eğitim Salonunda da gösteriler yaptık. Milli Eğitim destek
verdi. 1994 yılı en iyisi idi. 4–7 Ekim tarihleri arasında düzenlendi,
yardımlar oldu. III. Karagöz Festivali 27–30 Kasım tarihleri arasında
düzenlendi. Fakat 1995’te ayıptır söylemesi 60 milyon cebimden harcadım.
1996 yılında Kültür Sanat Vakfı ile beraber yapacaktık. Fakat hem yakın, hem
uzak durdular. Kararsızlık yüzünden festival yapılamadı. Tam destek
veremediler. Zaten belediyenin bu işe girdiği duyulunca var olan sponsorlar
da ortadan kayboluyor. Onlar girince insanlar belediye yapar diyor ve
kaçıyor. Bu zihniyet var. 1999 yılında yapılmamasının sebebi Kültür Sanat
Vakfında yeni değişikliklerin olması. Diğer yandan deprem olmuş, bütün
yardımlar haklı olarak oraya yapılıyor. Hangi sponsoru bulursunuz? 2000 yılı
daha beterdi.
Karagöz Festivallerini izninizle bir toparlamak istiyorum. Festival 1993 ve
1994’te I. Ulusal ve I. Uluslararası olmak üzere düzenlenmiş. 1995 yılında
III. Daha sonra 18–21 Kasım 1997 tarihleri arasında IV. ve 16–20 Kasım 1998
tarihleri arasında V. kez düzenlenmiş. I. Uluslararası Karagöz Festivali
aynı zamanda II. Festival oluyor değil mi?
Evet, gelelim 2000 yılına. 13–17 Kasım tarihleri arasında VI. Uluslararası
Karagöz Festivalini Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Sanat ve Turizm Vakfı
ile beraber düzenledik. Ticaret Odası, Ticaret Borsası hatta Amerikalı bir
hanım Martha Banyas da destek oldu. Birçok sanatçı katıldı. “Dünya’da kukla,
gölge oyunları ve Karagöz’ün yeri” konulu sempozyum yapıldı. Sergiler
açıldı, atölye çalışmaları yapıldı. 2001 senesinde festivali 12–16 Kasım
tarihleri arasına yine Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm Vakfı ile
işbirliği içinde yaptık. Gösteriler Karagöz Sanat Evi’nde, Tayyare’de,
Akpınar Kültür Evi’nde, Adile Naşit Kültür Merkezinde düzenlendi.
Festivalimiz III. Yıldan itibaren UNIMA’nın takvimine girdi. Böylece her yıl
kasım ayının ikinci haftasında yapılması takvime bağlandı. Fakat bazen
imkânsızlıklar yüzünden kaymalar oldu. VIII. festival 10–14 Aralık 2002
tarihleri arasında düzenlendi. 2003 yılında Tayyare Kültür Merkezi salonları
uygun olmadığı için dokuzuncu festival 8–13 Aralık tarihleri arasında oldu.
O yıl çok kar vardı. Macarlarla, Sırpları karşılamak için UNİMA’dan bir
arkadaşımız ta Edirne’ye, Kapıkuleye gitti. X. festival 22–27 Kasım 2004’te
düzenlendi. Açılışı yine Tayyare Kültür Merkezinde yaptık. 2005 yılında bir
yılgınlık geldi. Festivali yapmayalım dedik. Fakat o zaman Ahmet Erdönmez ve
Raif Kaplanoğlu ısrar etti. Son anda toparlandık ve iki ay gibi kısa bir
sürede festivali hazırladık. Böylece 29 Kasım–3 Aralık 2005 tarihleri
arasında XI. Festivalde düzenlenmiş oldu. Uludağ Üniversitesinden Doç.Dr.
Nurdan Tekerek “Karagöz ve soyutlama” konulu konferansı verdi. Uğur
Çelikkol, “Karagöz ve Karagöz Evi” konulu dia gösterisi yaptı. Ankara’dan
UNİMA’nın kurucularından Hayrettin İvgin “Geleneksel Türk Tiyatrosu” konulu
konferans verdi. İstanbul’da Devlet Tiyatrosu sanatçısı, Cemal Ünlü Karagöz
müziği dinletisi yaptı. 2006 yılında festival yapılmadı. Büyükşehir
Belediyesi Karagöz Sanat Evini kendi tasarrufu altına almak istedi. Bazı
olumsuzluklar yaşandı. Benimle ilgili değildi. Ben orada kalmaya devam
edebilirdim. Ama UNIMA’yı istemediler. Ben UNIMA için mücadele ettim.
Festivali kurucusu olarak bu yola baş koyan Karagöz Festivali’ni var eden
olduğunuzu görüyoruz. Ama bu sene festivalde yoktunuz.
Evet 2007 yılında yoktuk. Yani organizasyonda yoktuk. 2008 yılında
UNIMA’nın VI. olağan kongresi gerçekleştirildi. Bütün üyeler oy birliği ile
karar aldık. Festivalde aktif olarak yer almak istiyoruz. Madem bu işe biz
başlamışız, senelerce yükünü biz çekmişiz, yine aktif olarak festival
sorumluluğunu almak istiyoruz, dedik. Ankara’da bizim genel merkezimiz var.
Hatta bunların birkaç tanesi de emekli bürokrat. Biz burada bir sürü
faaliyette bulunduk, eğitimler yaptık, herkes bizi tanıyor. Hatta biz UNIMA
merkezine dahi gittik. Uğur’u, 2006 senesinin Ekim ayında Fransa’ya
gönderdik. Charlevill Mezires’e temsilci olarak gitti. Trenle Paris’e iki
saat kırk beş dakika. Böyle faaliyetlerde bulunduğumuz için, Ankara’dakiler
bizi çekemediler diye düşünüyorum.
Yani UNIMA Genel Merkezine temsilci göndermeniz, diğer etkinlikleriniz ile
Ankara’daki UNIMA-Türkiye Genel Merkezinin canını sıktınız.
Evet. Çünkü biz Ankara’yı tanımıyoruz, bilmiyoruz dediler. İrtibat yok. Bu
durumu ortadan kaldırmak için ne yapmak lazım. Ankara bürosuna bir sekreter
lazım. Bu da bizim derneğin problemi. Her kongrede söylerim. Bir genç burada
bulunsun diye, dinlememişlerdir. Bilmiyorum neden? Vardır bir sebepleri
herhalde. Tabii bizim Karagöz evinden çıkarılmamız, biraz ses getirdi. Medya
olaya karıştı. Medya olayı kendine göre yönlendirdi. Bize destek verdi. Bizi
de kendine göre yönlendirdiler. Ama çabuk unuttular. Bazı kesimler de
unutturmak için çaba sarf etti. Bursa’daki kültür hizmetleri ile ilgili bazı
yöneticiler Ankara’ya gittiler. UNIMA Bursa Şubesinin bir kimliği var. Biz
onu ayakta tutmaya çalıştık. UNIMA Milli Merkezi ona el uzatmadı. Son
Karagöz Festivalinde de bizi dışladılar. En son olarak Eylül başında, bize
bir yazı geldi. Siz de festivale katılın diye, gösteri yapmamızı istediler.
Biz de yazıyı bütün üyelerimize gönderdik. ”Festival için davet alanlar
katılabilir” dedik. Ben de bir gösteri yaptım. Gösteri yapmamda yarar
olacağını düşündüm. Ama organizasyon aşamasında hiç görev almadık. Ramazan
ayında yine Karagöz Sanat Evi’nde gösteri yapmak için Kültür AŞ’den davet
alanlar gidebilir dedik. UNIMA’nın gösteri yapan 11 grubu var.
Şimdi bu konunun diğer boyutu olan Bursa Karagöz Sanat Evi’ne gelmek
istiyorum. Orası sizinle var oldu.
Karagöz Sanat Evi’nde hem eğitim, hem gösterim yapılıyordu. Orası ayrıca
müze özelliği gösteriyordu.1995 yılının ekim ayında Yunanistan’a gittik. Ben
7 metrelik bir duvarda sergi açtım. Son gün Spatharis geldi, 75 yaşlarında
Yunanlı Karagöz sanatçısı. Bizi Karagöz Müzesi’ne davet etti. Maroussi diye
bir yer. Atina’nın banliyösü, merkeze 10 km. falan. İki katlı, eski ama
güzel bir ev. Camekânlar yaptırmış, arkadan ışıklandırmış. Sonra çizgileri
de çok güzel. Güncel ve yeni figürler üretmiş. Karamanlis ve Papandreu’nun
figürlerini hazırlamış. Hatta bir Türk köşesi de var. Orada sadece Hayali
Torun Çelebi’nin küçük bir çift figürü vardı. Biz de figürlerimizi armağan
ettik. Yani bu müze bize örnek oldu. Resimlerini çektik, döndük. 1995
yılında düzenlediğimiz festivale Erdem Saker geldi. Festival açılışı Tayyare
Kültür Merkezinde olmuştu, çok hoşuna gitmiş. Yolcu ederken bana bir şey
lazım olup olmadığını sordu. Festivalin kapanışında misafirlere kestane
şekeri ve havlu hediye etmemizi sağladı. Sayın Erdem Saker iki ay kadar
sonra Karagöz Evi’nin yapımına başladı, kendi arzusuyla. Bizden
ilgilenmemizi istedi. Elimizdeki fotoğrafları verdik. Fakat mimar bizi
dinlemiyor, birileri de alt solonun galeri olarak kullanılması için ısrar
ediyordu. Erdem Bey’e birkaç dilekçe verdik. O müdahaleler ile alt salon
gösteri salonu oldu. Karagöz Sanat Evi 14 Haziran 1997 günü açıldı. Açılış
yapıldı, sonra arayan soran yok. Erdem Bey bir gün beni aradı. Bana “Sen
niçin oraya sahip çıkmıyorsun? dedi. O günden sonra bize vakıftan Karagöz
Sanat Evi’nin anahtarını verdiler. O günden belediye terk etmemizi isteyene
kadar (15 Kasım 2006) dokuz yıl orada hizmet verdik. Üst katta, Keles yöresi
kıyafetleri koleksiyonumdan devamlı sergi açtık. İkisinin bir arada
olmasının turistler üzerinde çok büyük etkisi oluyor. O kıyafetler,
tekstilcilere bir de halk kültürleri araştırmacılarına ilginç geliyor. Sonra
bir de Rumeli kıyafetleri sergisi açtık. Turistler için enteresan, bizim
araştırmacılarımız için de kaynak.
2005 yılında Karagöz Sanat Evi’nin dış cephesinde değişiklikler yapıldı.
Bu kimin fikriydi?
2005 yılında Kültür Sanat Vakfının yeni yönetimi Karagöz Sanat Evi’nin
sergi düzenini beğenmedi. Eserler korumalı değildi, ortadaydı. Toz oluyordu,
bakımı zordu. Bizim de bu yönden sorunumuz vardı. Biz de eserlerin
korunabilmesi amacıyla sergi dolapları yapılabilmesi için belediyeye dilekçe
verdik. Sabri Yalın ve Ahmet Erdönmez, Karagöz Evi’ne geldiler, dolaplar
için bir durum değerlendirmesi yapıldı. Binanın dış yüzünün figürlerle
kaplanmasını Sabri Bey önerdi. Hatta o bütün yüzeyi istemişti. Projeyi,
Uludağ Üniversitesi’nden Doçent Merih Ercan üstlendi. Bize geldi, görüştük.
Hangi figürlerin koyulacağına birlikte karar verildi. Binanın dış yüzü
böylece yapıldı. Açılış yapılacak dediler, fakat biz dolaplar yapılacak diye
eşyaları toplamıştık. 2006 Şubat ayıydı, oğlum Uğur Çelikkol Olay
Televizyonunda spor haberlerini sunuyordu. Sabri Bey de bir nedenle oraya
geliyor, karşılaşıyorlar. Beni soruyor, çalışmaların nasıl gittiğini
soruyor. Uğur da dolapların hala yapılmadığını söylüyor. Neden yapılmadı,
diye çok kızıyor. Ertesi gün belediyenin mimarları geldi. Hemen apar topar
bir ihale oldu. Yapım çalışmaları 45 gün kadar sürdü. Sergileri yeniden
düzenledik. Fakat ne olduysa ondan sonra bize çıkın dediler.
Bu yola baş koymuş birisiniz, Bursa’da herkes bunu teslim eder. Bu konuda
neler söylemek istersiniz?
Belediyemiz olmasa, önce Erdem Saker, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı
destek vermeseydi, Vakıf başkanları bizi desteklemeseydi bugünlere
gelemezdik. Sonra Erdoğan Bilenser, 12 Nisan 2000 tarihinde Karagöz sanat
Evi’ne geldi ve çalışmalarımızdan dolayı teşekkür etti. “Bu binayı Bursa’ya
kazandıran Erdem Saker’e de teşekkür ederim” dedi. Bu siyaset üstü bir
durum. Siyasi rakibi olmasına rağmen teşekkür etti. Karagöz evine bazen 15,
bazen 150 kişi gelir. Bu önemli değil. Önemli olan gelmek isteyen için bir
adres olması. 26 Haziran 2000’de Theatre Taptoe geldi. Çok güzel Karagöz
oynatıyorlar. Hatta burada 1995’te festivalde Lük de Bruyker Karagöz
peştamalı kuşandı. Karagöz’ün nasıl yapıldığını öğrenmek istediler. Hemen
malzemeleri hazırladık, beraberce bir Karagöz-Hacivat figürü yaptık.
Planları nedir biliyor musunuz? Hikaye şöyle: Karagöz 1965’li yıllarda
Anadolu’da iş bulamamış. İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da da iş bulamamış,
Belçika’ya gitmiş. Oyun orada başlıyor. Büyük bir çadır kurulacakmış, 200
kişilik, yalnız Karagöz figürleri kullanılmıyor. Bazen Karagöz gölge
oyununun doğduğu Bursa (bilhassa Orhan Camii ve Karagöz Anıtı) slide olarak
gösterilecek. Belçikalılara uygun figürler de var. Karagöz bir baş olarak
çıkacak. Oradaki Türklerin hayatını anlatacak. Biz bunu düşünemiyoruz.
Kültür Bakanlığı olayın çok gerisinde. Bursa’ya gelmek için bizden davet
bekliyorlar. Ona göre sponsor bulacaklar. Bu tür işbirlikleri, çalışmalar
için Karagöz Sanat Evi bir nimet. Yurt içinden, dışından Karagöz hakkında
bilgi almak isteyen herkes başvurabilir. Eskiden böyle bir adres yoktu.
Sayın Çelikkol 2000 yılında sizinle
Karagöz Sanat Evi, hakkında bir söyleşi daha
yapmıştık. Ne oldu da Büyükşehir Belediyesi desteğini geri çekti.
Karagöz Sanat Evi kayboldu yerine Karagöz Müzesi geldi. Bu konuda sizin
kırgınlıklarınız olduğunu da biliyorum. Biraz bu konuya girelim mi?
Evet Karagöz Sanat Evi bizimle, bizim derneğimizle var oldu. Kırgınlığım şöyle. Ben şahsımı hiçbir zaman ön plana sürmedim.
Derneğimizin UNIMA’nın Karagöz Sanat Evi’nden çıkması gerekmiyordu. Kanunen
gerekmiyordu. Belediye isteseydi, çıkartmayabilirdi. Biz bunu dernekler
bürosundan öğrendik. Bizi çağırdılar, “televizyonlara çıkıyorsunuz, bu durum
nedir” dediler. Oturup konuştuk. Bize çıkardılar İç İşleri Bakanlığı’nın
genelgelerini gösterdiler. Bu genelgelere göre, bizim gibi uluslararası
kuruluşlar resmi bir kurum içinde bulunabiliyormuş. Resmi dairelerin
binalarında, sosyal tesislerinde uluslararası dernekler, kurumlar
kalabiliyormuş. Kira mukaveleniz olmadığı için çıkarabilirler ama dernek
olduğunuz için çıkmanıza gerek yok dediler. Yani bir kira mukavelesi yaparak
orada kalmamız mümkündü. Bunu belediye ile de konuştuk. İki avukatları
vardı. Benim şahsi kanaatim şu. Avukatlar bu genelgeyi görmemiş. Çünkü
Büyükşehir Belediye’sinin bize çıkın dediği tarih 1 Eylül, genelge 23
Ağustosta çıkmış. Biz gösterince de, kira kontratınız yok dediler. Hâlbuki
kontrat yapılabilirdi. Ama yapmadılar. Tam son gün çıkacağız, siz çıkın,
eşyalar dursun dediler. Böyle bir şey olabilir mi? Biz yokmuşuz gibi
davranıyorlar. Mesela şimdi Orhan Kurt Tayyare Kültür merkezinde sergi açtı
55 tane figür koymuş. Bizde 355 tane figür var. Kimse gel sergi aç demedi.
Sayın Çelikkol, Karagöz Sanat Evi’ne sizi bir Büyükşehir Belediye başkanı
davet etti. Bir diğeri takdir etti, ondan sonra gelen de çıkarttı. Bu durumu
nasıl yorumluyorsunuz?
Evet öyle oldu. Ben burada şunu görüyorum, kültür kademelerindeki devamlı
değişen yetkililerin bu konudaki bilgisizliği, insanların yeteneksizliği bu
durumu doğurdu. Kültüre sahip çıkılmıyor. Kimse de onlara bir şey diyemiyor.
Daha doğrusu toplum da umursamaz oldu. Çok kimse “Aaa! Karagöz Evi’ne ne
oldu” diyor ama bir şey yapalım demiyorlar. Ama orada ne olup bitiyor, diye
yine de bize soruyorlar. Biz orda değiliz, çıkarıldık. Buna rağmen bize
soruyorlar.“Karagöz Evi ne olacak” diyorlar. Çünkü biz oraya çok emek
verdik. İnsanlar bize alıştı. Ben kendi gurubum adına söylüyorum. Biz orada
üç kişiye, beş kişiye karagöz oynatıyorduk. Parayla ilgisi yok, zaten para
kazanmak gibi bir derdimiz yoktu. Bunu kimse yapmaz. Her şeyden önce vakit
kaybı. Program var, ilan edildi, belki gelen olur diye, gece demez, soğuk
demez giderdik. Kalorifer olmadığı zaman bile, sorduk gelenlere; “kalorifer
bozuk yine istiyor musunuz” diye. İsteyenlerin, biz de kaç kişi olduklarına
bakmadık. Karagöz oynattık. Çarşamba 11.00’de, Cuma gecesi 20.00, Cumartesi
11.00’de düzenli oyunlarımız vardı. İnsanlar buna alışmışlardı. Derneğimizin
üyesi bazı gruplar programa gelmiyor ya da son anda işim var diye telefon
ediyorlardı. Program ilan etmişiz, mecbur hissediyordum kendimi, ben
oynatıyordum. Sene sonunda, 2006’da oyunları 150’ye kadar çıkarmıştık.
Bakıyorsunuz, 80 tanesini ben yapmışım. Neden? Mecburiyetten. Ama bu defa,
“Aaaa, hep Şinasi bey oynatmış” diyorlar. Bizi çağırdı da gitmemiştik,
demiyorlar. Ben sırtlamışım, götürmüşüm.
Bize yapılan bu harekete yurt dışından bile tepki geldi. UNIMA genel
merkezinden, İspanya’dan, Amerika’dan, Avusturya’dan, Avustralya’dan
belediyeye tepki geldi. Nereden biliyoruz? Bilgi için bize de gönderdiler.
Ayrıca bize, Ankara’dan UNIMA milli merkezinden bir yazı gönderdiler.
Üyeleriniz tek tek olayı protesto etsin diye, arkadaşlara yazıyı ilettik. Bu
defa bizim üyelerimiz teker teker belediyeye protesto yazıları yazdı. Bu
belediyeyi kızdırdı. Çünkü o sırada biz zaten olayı kapatmıştık. Kendimize
başka yer bulmuştuk. Bizim merkez olayın üzerinden bir ay geçtikten sonra
neden böyle bir şey yaptı? Bilmiyoruz. Benim kişisel bir problemim yok.
Çıkmamızı istediler, ben de kabul ettim. Şimdi yeniden başarılı gösteriler
oluyor. Biz Karagöz Sanat Evi’nde, Karagöz sanatının düzgün ellerde,
denetimli olarak yaygınlaşmasına hizmet ediyorduk. Derneğin işlevi budur.
Bursa’nın önemli bir kültür değeri için güvenilir bir adrestik. Gölge
Oyunları Derneğine en çok yakışan yer neresidir? Karagöz evinde olmaz da
nerede olur? Karagöz Evi ve dernek birbirini bütünlüyordu. Konuyla ilgili
olarak gelen orada bir muhatap buluyordu. Şimdi dolaşıp, dolaşıp yine bizi
yine buluyorlar. Neyse zaman içinde ilişkilerimizin yavaş yavaş gelişeceğini
düşünüyoruz. Bize en son 11.02. 2007 tarihinde Bursa Büyükşehir
Belediyesi’nden bir yazı geldi. Bütün UNIMA Bursa şubesi üye gruplarının
istekte bulunarak Karagöz Müsezi’nde gösteri yapma imkânına sahip
olduklarını bildiriyorlar.
Başkan biraz da dolduruşa mı geldi diyorsunuz? Çünkü bir sürü rivayet de
dolaşıyor.
Olabilir. Şimdi orayı müze yaptılar. Kültür Bakanlığından belge aldılar.
İyi de oldu. Ama henüz yetersiz. Bilinçli, donanımlı bir yönetim yok. Metin
And hocanın 61 tane figürü var. Mart 2007’de satın aldılar. Nevzat üst
camlara kendi figürlerini koymuş. Olacak şey mi? Nevzat’ın koleksiyonu ile
Metin Hoca’nınki bir mi? Alt katlar tamamen boş. Sanatçılardan bu festivalde
bir şeyler istediler. Verdiler mi, bilmem. Vermezler. Biz parayla satın
alıyorduk. Kimse bedava bir şey vermez. Yani kısaca, pasif orası.
Belediye Karagöz Sanat Evi’ni kullandığımız 9 sene zarfında bir badana
yaptırıldı, bir de damı akıyordu, onu aktardılar. Karagöz Evi’ne bir kere
hırsız girdi, Allah’tan giren hırsız Karagözden anlamıyormuş,
koleksiyonlarımıza da dokunmamış. Kendine göre değerli şeyler aramış. Bu
olaydan sonra demir parmaklıklar yapıldı. UNIMA o zaman masrafların yarısını
üstlendi. Ses düzeninin masraflarına da katıldık. Ama artık sadece
gösterimizi yapıp çıkıyoruz. Oranın tasarrufu tamamen belediyede, gece
bekçileri ile beraber 6 eleman çalışıyor. Sanat tarihçi bir hanım
çalışmaları organize ediyor.
Şimdi başka bir soruya geçelim. Gölge oyununun kökeni Çin ve Japonya olarak
biliniyor. Oralarla bağlantınız var mı?
Hayır. Tayland ile bağlantı kurmak için çok çalıştık, ama olmadı. Çin’den
bir grup gelmişti. 2000 yılında festival kapsamında Çin balesi geldi.
Ankara’dan kültür ataşesi de geldi, grupla beraber. Gölge oyunundan haberi
yok. Çin’de böyle bir şey olduğunu bilmiyor.
Acaba onlar da bizim Karagözü unuttuğumuz gibi unutmuşlar mı?
Onlarda gölge oyunu var. Bir grup kurulmuş ama devlet yapıyor bunu. Halktan
kopuk. Biz onları Almanya’da izledik. Figürleri 50–60 cm. boyutlarında, iki
kişi taşıyor. Hintlileri de davet ettik. UNIMA’nın ikinci başkanı Hindistan
da çok zengin biri. 1997 ve 1998 festivallerine onun kanalı ile bir grup
davet ettik. Ankara’da tanışmış olmamıza rağmen hiç cevap gelmedi.
Bize UNIMA’dan söz eder misiniz?
UNIMA (Union International de la Marionetta = Uluslararası Kukla ve Gölge
Oyunları Birliği) İlk kez Fransa’da kurulmuş, UNESCO’nun katkılarıyla,
merkez hala orası. Türkiye’de 1991 senesinde Ankara’da kuruldu. Hatta
faydası olur diye aralarına Fransız’la evlenmiş bir Türkü de aldılar.
Başlangıç çok iyiydi. Metin And başlarındaydı. 2 Temmuz 1997’de Bursa
Şubesini açtık. Ben, Şevket Günay, Mehmet Örnekal kurucu üyeleriz. Daha
sonra Raif Kaplanoğlu, Ergin Horasanlı, Necdet Hakgüden, Nezaket Özdemir,
Ahmet Karaman, Mustafa Noyan, Mehmet Gümüş, İmre Erten, Ali Meriç ve Selim
Gürata katıldı. Ticaret Borsası bize bir oda tahsis etti. Başkan Rıza Aydın
ve Genel Sekreter Nurşen Günaydın hemen üye oldular. UNIMA ve festivallere
destek verdiler.
Karagöz oynatmak için komple bir sanatçı olmak gerekiyor galiba. Zor bir
sanat; yaratıcılık gerekiyor, bir tiyatro sanatçısının ezber yeteneğine
sahip olacaksınız ve sesinizi ustalıkla kullanabileceksiniz. Diğer yandan
motif çizme ve oynatma ustalığına sahip olacaksınız, bu da sanıyorum el
sanatlarına giriyor. Bir de Karagöz oynatma kabiliyetiniz olacak. Şu anda
Karagöz sanatçılığı açısından Bursa hangi noktada? Siz oyunlarda
kullandığınız tasvirleri kendiniz mi yapıyorsunuz?
Bunun üçünü bir
arada çok iyi yapan çok iyi bir sanatçı bulmak çok zor. Ben Karagöz
tasvirleri yapmaya çalışıyorum. Tabii Orhan Kurt gibi değil. Hele Metin
Özlen ile hiç kimse yarışamaz. Ben Orhan Kurt’un ve İ.Hakkı Özömek’in
tasvirlerini kullanıyorum. Karagöz sanatçısına gelince, geleneksel oyunlar,
dünyada değiştirilmiyor. Geliştiriliyor ama değiştirilmiyor. Biz de öyle
değil. Türklerde bir adet var; “Hemen biz bunu modernleştirelim” diyorlar.
Karagöz’ün dili böyle, kendi şöyle, başlıyorlar eleştiriye. Bizde böyle bir
rahatsızlık var. Tabii öyle olacak, biz bir eğlence kültürünü yaşatıyoruz.
Gölge oyunları, Mısır’da, Amerika’da, Endonezya’da, Tayland’da hep
geleneksel biçimde oynatılıyor, aynı şekilde. Değiştirmiyorlar. Bizimkiler
çıkıp gitar çalıyor. Sen git gitar konseri ver istiyorsan. Ama Karagöz’ün
özgün müziği var. Karagöz sanatçısı önce kültürlü olacak, sanata saygılı
olacak. Bakın benim resmim kuvvetli değil. Vaktim de yok figür yapmaya. Ama
İsmail Hakkı arkadaşımız var, İsmail Hakkı Özömek, çok başarılı, ressam
çünkü.
Karagözün bir de teorik emekçileri var. Metin And, Sabri Esat Siyavuşgil,
Nurettin Sevin, Selim Nusret Gerçek, Cevdet Kudret Solok. Bunlardan hiç biri
Karagöz sanatçısı değil ama araştırmaları ve yazdıkları eserlerle Karagöze
çok katkıda bulunmuşlar. Benim dikkatimi çeken bir de Karagöz’ü profesyonel
olarak yaşayan Karagöz sanatçıları var, sizin gibi. Ama bunlar pek yazmıyor,
anılarını bile. Bir kaç makale, röportaj var o kadar. Tekniğini bile
yazanlar teorisyen Mesela Mustafa Mutlu Karagöz sanatçısı mıdır? Bütün
seminerlere katılan, bildiriler veren o. Son zamanlarda Ünver Oral bir çıkış
yaptı, yazıyor. Hakkını vermek lazım. Teorisyenler ve profesyoneller, böyle
bir paylaşım mı var?
Bence bunun sebebi şu; yardaklar ustasından bir şeyler öğrenebilmek için
çok çabalıyor. Usta bir şey vermiyor, siz kapacaksınız. Hatalarınızı
söylemiyor. Enteresan bu bir kıskançlık mıdır? Mustafa Mutlu devlet
tiyatrosu sanatçısı, yalnız tekniği zayıf. Biz bekliyoruz. Neden devlet
sahip çıkmıyor, üniversite sahip çıkmıyor diye şikâyet ediyoruz. Neticede bu
bir halk kültürü. Ama anlaşılıyor ki bizim de yazmamız lazım. Benim şu an
işlerim pek elvermiyor ama inşallah yazacağım.
Belki Karagöz insanları geçindirecek boyutta bir uğraş değil. Sanırım onun
da etkisi var. Akademik boyutta Karagöz’e sahip çıkan bir tek Metin And var.
Belki de eserleri nedeniyle Türkiye’de Karagöz denilince o akla geliyor.
Hayır o da şimdi bıraktı. Artık hiç ilgilenmiyor. Kaç kere Bursa’ya davet
ettik. Cevap bile vermiyor. Görünüşte ilgileniyor gibi. Ama altı defa
festivale, seminere davet ettik, cevap bile vermedi. UNIMA’yı da bıraktı.
Figür koleksiyonunu da biliyorsunuz belediyeye sattı. Küskün yahut
şimdilerde illüzyona merak sardı.
Şehrimizde Karagöz’ü temsil eden, Çekirge’deki Karagöz anıtı bulunuyor.
Hemen karşısında Karagöz Müzesi. Bunlar çok yeni, Cumhuriyet dönemi
eserleri. Sizin eskilerden hatırladığınız, Karagöz’ün maddi varlığı ile
ilgili bir takım eserler var mıydı Bursa’da?
İsterseniz önce anıtlardan söz edeyim. Bizim çocukluğumuzdaki Karagöz anıtı
çok farklıydı. Şimdiki anıtın bulunduğu yerdeydi. Ama onun figürleri saçtan
kesilmişti, üzeri boyalıydı. Bu anıt bile Karagöz’ün Bursalı olduğunu
anlatmaya yetiyor. Bizden öncekiler bunu böyle düşündükleri, kabullendikleri
ve sahip çıktıkları için bu anıtı yapmışlar. Koza Hanın içinde Sait Ete
vardı, ipekçiydi. Ete Mensucat’ın sahibi ve babamın arkadaşıydı. Babam
işyerine Karagöz adını alınca, bir gün o anlatmıştı. 1934–35 yıllarında
yukarıda anlattığım, Bursa’da Karagöz Anıtı’nı yaptırmak için bir komite
kurulmuş. Şimdiki anıt 1981 yılında belediyemizin isteğiyle Uludağ
Üniversitesinden Gönül Akıncı tarafından yeniden seramik olarak yapıldı.
Karagöz Müzesi ile bir bütünlük oluşturuyor. Bu yüzden Belediye başkanımız
Erdem Bey’in yer seçimi ve eski trafo binasını Karagöz Müzesi olarak
değerlendirmesi çok isabetli.
Şimdiki anıtın bulunduğu yer, Karagöz’ün mezarının da bulunduğu yer değil
mi? Anıtın arkasında saklanmış gibi, Karagöz, Hacivat ve Şeyh Küşteri’ye ait
üç mezar var. Çok eski seyyahların kitaplarında anlatıldığına göre
Karagöz’ün mezarı olarak tarif ettikleri yer de aynı yer.
Orada bulunduğu söyleniyor.
Hacivat’ın mezarı nerede?
Bir efsaneye göre, şimdiki Ankara yolunda Hacivat Hanı’nın bulunduğu yerde.
Aynı yerde Hacivat Köprüsü de bulunuyordu. Hacivat Köprüsü’nün yanında bir
benzin istasyonu vardı, o da kapandı şimdi. Efsaneye göre, kaçtıktan sonra
Hacivat’ı o handa yakalamışlar. Sol tarafta da bir tek servi ağacı vardı.
Boynunu orada vurmuşlar ve gömmüşler. Oradaki mezardan şimdi bir tek servi
ağacı var. O da kaybolursa hiç bir şey kalmayacak. Diğer bir efsane,
Bursa’dan kaçıp Mekke’ye gittiği şeklindedir. Fakat ben o Ankara yolundaki
Hacivat Köprüsü’nün boş yere Hacivat Köprüsü olmadığına inanıyorum.
Bir de Hükümet Caddesi ya da Büyük Cadde dedikleri yerde, yani şimdiki
Atatürk Caddesi’nde bir mezar taşı olduğu, hatta Yunanlı işgal subayının
işgal sırasında mezar taşını kırdığı konusunda değişik kaynaklarda bir takım
rivayetler var. Böyle bir mezar taşı hatırlıyor musunuz? Kime aitti?
Sizin söylediğiniz sanıyorum Şeyh Küşteri'nin mezarı. Çünkü Şeyh
Küşteri’nin mezarı Atatürk Caddesi’nde idi. Bugünkü Tayyare Kültür
Merkezi’nin tam karşısında. Hatta biz küçükken bir akşam sinema seyrettik
Atatürk Caddesi’nde. Belediye sinema kurmuştu. Belediye binasının bulunduğu
tarafta seyirciler oturur, yolun karşısında perde kurulurdu. Yıl 1954,
trafik yoktu o zaman. Ahşap üç katlı bir ev vardı tam orada. Evin bahçe
duvarı gibi bir yerde, bahçe duvarında demir parmaklıklı bir pencere vardı.
Oraya mum dikerlerdi. Parmaklıklı camın üzerinde bir mezar taşı vardı. Camın
üzerinde eski yazı ile bir levha vardı. O zaman ben 7–8 yaşlarındaydım.
Acaba ne var diye hem merak eder, hem korkardık. Onun yanında Şehir
Lokantası ve Kafkas Pastanesi vardı. Bütün bunlar 1960’larda yıkıldı.
Peki, bu mezar taşının nerede olduğu konusunda bir bilginiz var mı?
Belediye kaldırmış. Daha sonra müzeye teslim etmişler. Muradiye’de mezar
taşlarının arasında diye biliyorum. Muradiye’de böyle toplanmış bir sürü
mezar taşı varmış, onları arasında. Aransa bulunur, uzmanların bakması
lazım. Yunanlı komutanın kırdığı mezar taşına gelince, bence o Karagöz’ün
mezar taşı. Çünkü Karagöz’ün mezar taşının ön tarafı düz, arkası ovaldir. Şu
anda da Türk İslam Eserleri Müzesi’nde duruyor, bir parçası da kırık.
Köşesi. Tam söylediğinize uyuyor. Yunanlı komutanın kırdığı taş o olabilir.
Şimdi başka bir konuya geçmek istiyorum. Yunanlıların Karagöz’ü bizden alıp
taklit ettikleri ve bunun ötesinde sahiplendikleri yolunda yaygın iddialar
var. Bu iddiada bulunan araştırmacılardan biri de Metin And hoca. Gölge
oyunu Karagöz’le başlamadı elbet. Çin’de, Japonya’da, Hindistan’da ve eski
Türklerde gölge oyunu olduğu biliniyor. Karagöz’ü ancak Şeyh Küşteri ile
başlatabiliriz. Daha önce saydığımız gölge oyunu karakterleri ile Karagöz
arasında bir benzerlik de görünmüyor. Ama Yunanistan’da oynatılan Karagöz’le
bizim Karagöz’ün benzeşen yanları çok. Yunan Karagözünü de izleyen bir
Karagöz sanatçısı olarak bu konuda yorum yapar mısınız?
Tipleme olarak Karagöz’leri bizimkine benzemiyor. Hacivatları da öyle.
Apayrı bir figür. Hatta kolu çok uzun. İsimleri benziyor ama. Tabii bizden
etkilenmemiş olmaları mümkün değil, Türkler 350 sene Atina’da, 450 sene
Selanik’te kaldı. Biz de Bursa’ya 1912’de Selanik’ten geldik
Peki bu sahiplenme midir sizce, yoksa etkilenme mi?
Etkilenmedir. Sahiplenme değil. Onlar hiç bizim gibi düşünmüyorlar. Çünkü
Spatharis’in müzesinde başka milletlerin gölge oyunu sanatçıları ile
karşılaştık. Hollandalı, Endonezyalı ve Taylandlı. Onlar Karagöz’ü nerden
öğrendiğini sordular. “Dedemden” dedi. Dedesinin nereli olduğunu sordum. Ön
Asyalı olduğunu söyledi. Ön Asya dediği yer İzmir’miş. Bazı benzer tipler
olduğu doğru. Paşa var, paşanın kızı var. Tuzsuz Deli Bekir karşılığı, Baba
Yorgo var. Ancak bizden önemli bir farkı var. Onlar kendilerini
yeniliyorlar. Yeni figürlerle geleneksel figürler bir arada.
Yunanlılar Karagöz’ün Türk kökenli olduğunu kabul ediyorlar mı? Bizim
araştırmacılarımız, Türk gölge oyununun asıl kökeninin Orta Asya’dan
kaynaklandığını, Çin Tayland, Endonezya ve Hindistan oyunlarından
etkilendiğini, ama Karagöz’e gelindiği andan itibaren özgün bir kimliği
olduğunu söylüyorlar. Türkçede gölge oyunun değişik adları var. Zılli Hayal,
Chadar Hayal, Hayal-i Zıll, Hayal Gölgesi gibi. Ama Karagözden sonra bunlar
pek kullanılmıyor. Şimdi ise hiç kullanılmıyor. Yunanistan’da nasıl bir
tarihçe ileri sürülüyor biliyor musunuz?
Yunanistan’da Karagözün adı Karagiozis. Jason Melissinos’un dediğine göre,
Karagöz Adriyatik kökenliymiş. Spatharis de Karagözün Ön Asya’dan geldiğini
söyledi. Bir de rivayet var kitaplarda. İstanbullu bir Rum Vrahalis, Pire
Limanı’nda işsiz kalmış. Yanında da Karagöz figürleri varmış, bir kahveye ya
da meydana perde kurmuş oynatmış, denir. Bu pornografik bir Karagözmüş.
Sonra, Pattaslı Mimarosla yeni bir Karagöz yaratmışlar. Geçen yüzyıldan önce
Yunanistan’da Karagöz diye bir şey bilinmiyor. Bizden etkilenmemeleri mümkün
değil. Yunanistan’dan sonra mesela İtalya’da yok. Fakat ben buna sahiplenme
demiyorum. Bunu bizim medyamız söylüyor. 1995’deki festivalde Özbekistan da
kukla oyunlarının bir bölümünde gölge oyunu oynattı. Etkilenebilir,
oynatabilir.
Sayın Çelikkol, biliyoruz ki Karagözün çok eskilerden intikal eden belli
metinleri var. Ancak Karagöz sanatçısı bunlara birebir uymak zorunda değil.
Zaman zaman kendi yaratıcılığını kullanabilir ve oyuna ilaveler yapabilir.
Bu esneklik Karagöz’ü zaman zaman siyasi bir mizah aracı haline getirmiş.
Yine Yunanistan diyeceğim. Orada Karagöz siyasi mizah malzemesi olarak
kullanılabiliyor. Bizde de 1908’den itibaren yayımlanan “Karagöz” isimli
siyasi içerikli bir mizah gazetesi var. Bir de erotik Karagöz var. Bu
konularda neler söyleyebilirsiniz?
Ben Türkiye’de Karagöz’ün siyasi mizah aracı olarak kullanıldığına
inanmıyorum. Eğer padişahı eleştirseydi zaten yaşamazdı, yasaklanırdı. Bir
kez geçen yüzyılda şeyhülislamın pornografik Karagöz’ü yasakladığını
biliyoruz. Onları Galata’da oynatıyorlarmış. Bence o yönü de pek
kullanılmadı, gelişmedi. Ama Yunanistan’da farklı. Orada günümüzde bile
yaygın. Karamanlis’in, Papandreu’nun ve diğer siyasetçilerin figürleri var.
Kendiniz oyun üretiyor musunuz?
Benim şimdilik buna vaktim yok, böyle bir çalışmam olmadı. Ama eski
oyunların kaybolmaması için çaba göstermek gerek. Bunları da ayakta tutmak
gerekiyor diye düşünüyorum. Hem eski oyunların unutulmaması, hem de yeni
oyunlar üretilmesi gerekiyor. Mesela bir Alpay Ekler iyi, hem de orta oyunu
var. Bursa’ya ortaoyunu grubunu da getirdi. Adana’da bir Hazım Kısakürek
var. O da meraklı kukla oynatıyor.
Bursa geleneksel kültürü içinde Karagöz’ün önemli bir yeri var. Karagöz
Bursa ile birlikte anılıyor. Bursa’nın Karagöz kültürünü yeterince
değerlendirebildiğini ve bu kültürel zenginliği ekonomiye tahvil ettiğini
düşünüyor musunuz?
Bursa Karagöz’ü bence değerlendiremiyor. Sadece lafta kalıyor. Mesela
şimdi. İpek yolu film festivali düzenleniyor. Ödül simgesi olarak Karagöz’ün
kolsuz bir heykel figürünü yaptırmışlar, Oscar gibi, onu veriyorlar. Neden
kolsuz. Ben UNIMA temsilcisi olarak üzüldüm. İlla ki Oscar’a benzemesi
gerekmiyor. Karagöz’ün kolları var. Biz Karagöz’ü sadece hayalde
kullanıyoruz. Karagöz bizimdir. Film festivalinde verelim. Folklor
festivalinde verelim. Folklor gurubuna adını verelim. Ama daha derinliğine
inmeyelim. Ama Yunanlılar bir şey yaptı mı? Oooo Yunanlılar Karagöz’ü
sahiplendi diye haydi bir vaveyla! Hâlbuki Yunanlıların oynattığı ne
Karagöz, ne Hacivat. Kendilerine göre bir şey oluşturmuşlar. Bizden izler
yok mu? Var. Ama bizimkinin aynısı değil.
Bursa’nın Karagöz’ü değerlendirebilmesi için neler önerirsiniz?
Her şeyden önce, broşürler olmalı. Keşke kitaplar da olsa, ama şimdilik
öncelik tanıtmak. Ama ben yaptım oldu değil. Ben hazırladım oldu değil. Biz
de bir hata var. Birisi çıkıyor, hemen ben yaptım diyor. Tamam yaptın ama.
Çok yetersiz kitaplar çıkıyor. Yazık, zaman ve para israfı. Yeterince
araştırılmıyor. Denetlenmiyor. Dikkat edilmiyor. Dışarıdan gelen her gurubu,
programında vardır, yoktur, Karagöz Müzesine yönlendiremezsin, ama büyük
otellerde salonların bir köşesinde Karagöz tanıtımı olması lazım. Bu bizim
kentsel özelliğimiz. İsteyen turist seyretsin. Mesela folklor olsun. Ama
Bursa Folkloru olsun. Böyle şeyler yapılabilir. Bu arada bir stantta otantik
giysiler, figürler, kestane şekeri, havlu, Bursa’nın nesi varsa satışa
sunarsın. Biz bu sene Mahfel Sanat Galerisi’nde Şubat-Aralık 2007 tarihleri
arasında 90 gösteri yaptık. Bunların içinde 14 Alman turist grubu vardı.
Yabancı gruplar için acentalar zaten önceden başvuruyorlar. Biz falanca gün,
falanca saat geleceğiz, diye. Çok önceden program yapıyorlar. Üstelik ön
bilgili geliyorlar. Karagöz’ün ne olduğunu biliyorlar. Biz bunları yapalım,
ama yavaş yavaş, otursun her şey yerli yerine. Öyle, çarçabuk değil.
Programlı ve düzenli gitsin. İstikrarlı olsun. Okullarla da program yapalım.
Çocuklarımız kendi kültürünü tanısın. Önce öğretmenlere tanıtalım. Onlar da
bilinçsiz. Çocuklara ödev veriyorlar. Burnundan getiriyorlar. ”Karagöz yapın
getirin,” demişler. Neyle yapacak çocuk. Koskoca insanlar o figürleri
yapmayı öğrenmek için seminerlere katılıyor. Yap getir, diyorlar. Çocuklar
bize geliyor. Ne yapalım diye. Önce Karagöz Müzesine getir, gezdir. Bir oyun
seyretsin. Sonra otursun çocuk resmini çizsin, mesela.
Sizin bir de Halk Kültürü çalışmalarınız var. Karagöz Sanat Evi’ndeki
serginizden de söz etmiştiniz. Bu merak nerden kaynaklanıyor?
Bana babamdan kaldı. Daha 1963’lü yıllarda dağ köylerinden babama bir
şeyler getiriyorlardı. Babam da alıyordu. Babama “Ne yapıyorsun Rafet, ne
yapacaksın bunları” diyorlardı. Babam el işlemelerine meraklıydı. Bursa
çevreleri, yağlıkları geliyordu. Babam onları alırken, başkaları karpuz
lambalar alıyordu. Porselen, seramik lambalar. Tabaklar, fincanlar
alıyorlardı. Babam da el işlerini alıyordu. Bu tavır ben de yer etti. Sonra
baktım dağ köylerinden çok şeyler gelmeğe başladı. Folklorcular bunları
giymeğe başladı. Ben de iyilerini elemeye başladım, ayırdım. Sonra,
Rumeli’den gelen göçmenlerin eşyalarından da ayırmağa başladım. 1989’da bir
patlama oldu. Bulgaristan’dan göçmenler geldi. Bu defa da Bulgaristan
Türklerinin kıyafetlerini toplamaya başladım. Büyük bir koleksiyon oluştu.
Ama bugün bu koleksiyonun kıymetini bilen yok. Karagöz evinde bunları da
sergiliyorduk. O zaman Kültür, Sanat ve Turizm Vakfına bağlıydı. Sayın Ekrem
Barışık’a söyledik. Sergiyi düzenledik. Çok beğendi. Bana, “Ben seni başka
düşünmüştüm. Bunlar çok güzel şeyler, beni mahcup ettin” dedi. Çok yere
başvurdum, Ticaret Odasına, Borsa’ya, Osmangazi Belediyesine gittim. Bu
kıyafetler için, Karagöz için 70–80 tane sunum dosyası hazırladım, dağıttım.
Gazetecilere verdim. Bu koleksiyonlar Bursa içim büyük değerdir, ama
umursamadılar. Artık vazgeçtim.
Galası da Bursa’da yapılan Ezel Akay’ın Karagöz filmini izlediniz mi?
İzledim iyi bir çalışma. Ezel Akay, Bursa’lı bir sanatçı zaten. Kültür
Bakanlığı da destek verdi. Böyle bir çalışma bir daha kolay kolay yapılmaz.
Bazı şeyler var ama bu sanatçının bakış açısı saygı duymak gerek. Zaten
yönetmen de açıklama yapmıştı; “Bu bir belgesel değil” diye. Karagözün
değişik bir yanını gördük. Orada öyle bir hava estirildi ki, sanki sultan
başlarını vurdurmadı gibi. Bize böyle anlatılmamıştı. Ama ben size daha önce
de söylemiştim, sultan insanlar çok konuştu diye başlarını vurdurmaz. Hele
cami inşaatında çalışan insanların kafalarını hiç vurdurmaz. Karagözün bir
entrikaya kurban gittiğini öğrendik.
|