1941, Almanların Yunanistan ve Girit adasını işgal ettiği, 12 Adaya
yerleşerek Ege'yi kontrol altına aldığı, İstanbul ve İzmir’in dış ticarete
fiilen kapandığı, muhtemel Alman taaruzuna karşı geceleri karartma
yapıldığı, İstanbul’dan yoğun göç yaşandığı bir yıl oldu. Savaşa
katılmamamıza karşın artan savunma harcamaları mali kaynak bulunamamasına ve
bu da devletin para basıp ek vergi koymasına sebep oldu.
Tabi ki Bursalılar da bu şartlardan etkilendi. Vali Refik Koraltan’ın 31
ekim 1941’de Başbakanlığa yazdığı mektup bunun somut kanıtıdır. Koraltan
ilçelerde yaptığı son teftişte devlet memurlarının
hakiki bir sıkıntı içinde olduklarına şahit olduğunu söyler.
Konuştuğu memurların kendisine geçim sıkıntısını anlattıklarını, çocuklarını
besleyip tahsilleriyle yeterince ilgilenemedikleri için içlerinde
ağlayanların bile olduğunu belirtir. Parti yönetimine sunduğu çözüm
önerilerine Bursa'da gıda maddelerinin fiyat artış tablosunu da ekledi.
Bursa Defterdarlığından Verilen Fiyat Endeksi (11 temmuz 1941)
Malın Cinsi
|
1937
|
1941
|
Artış Oranı
|
Ekmek
|
8
|
13
|
% 62
|
Peynir
|
30
|
65
|
% 110
|
Zeytin
|
15
|
30
|
% 100
|
Koyun eti
|
35
|
70
|
% 100
|
Süt
|
8
|
15
|
% 95
|
Yoğurt
|
11
|
25
|
% 120
|
Zeytinyağı
|
40
|
80
|
% 100
|
Sabun
|
35
|
50
|
% 48
|
Pirinç
|
20
|
50
|
% 150
|
Yumurta
|
1
|
2
|
% 100
|
Çay
|
335
|
700
|
% 105
|
Odun
|
0.625
|
1.5
|
% 125
|
Kömür
|
1.5-1.75
|
5.5
|
% 200
|
Ayakkabı
|
400-500
|
900-1000
|
% 150
|
Elbise
|
2400
|
4100
|
% 90
|
1943
İntihap Dairesi Raporunda en uzun kısım Ticari ve Mali Konular ile
ilgiliydi. İl genelinde halkın ihtiyacı için dağıtılan gaz, yağ, benzin,
motorin, lastik gibi maddelerin azlığından ve dağıtımındaki usulsüzlükten
hemen her ilçe şikayet ediyordu. Çünkü yurt dışından gelen bu mallar halkın
ihtiyacının çok altında tedarik ve ithal edilebiliyor, buna bir de nakliye
sorunları eklenince mal azlığı büyük bir sorun oluyordu. Bunun sonucunda
karaborsa ve suistimaller oluştu. Bursa genelinde benzin ve motor yağlarının
temini konusunda en fazla sıkıntı çeken ilçe İnegöl idi. Çünkü burada diğer
ilçelerden daha fazla kamyon ve otomobil vardı. Üstelik benzin istasyonu
bulunan ve kendilerine merkezce tahsis edilen kontenjanları da İzmir’den
kolaylıkla tedarik edebilen Karacabey ve Mustafakemalpaşa gibi bir imkana da
sahip değildi. Otobüs, otomobil lastiği bulunamadığı için Bursalı şöförler
ve esnaf eski lastiklerini tamir edip yamalayarak, lastik jantlarını tamir
ederek kendi ihtiyaçlarını gördüler.
Bursalıların çektiği geçim sıkıntısı ve darlık kentin önde
gelenlerini devreye sokmuş ve yerelde Halk İstihlak Kooperatifi'nin
kurulmasına sebep olmuştur. İlk kurulduğunda yaklaşık 2000 üyesi olan bu
kooperatif, özellikle halka yakacak ve gıda sağlanması üzerinde durmuştur.
Halkın üreticinin ürettiği ürünlere aracısız ulaşması, temel ihtiyaç
maddelerinin finansal bir çıkar olmadan halka ulaştırılması hedeflenmiştir.
Bir yandan da Halkevi iç piyasada görülen vurgun ve karaborsa hareketlerine
karşı halkı bilinçlendirmek için etkinlikler düzenledi. Vilayet iktisat
müdürü Enver Atafırat "Milli Korunma Kanunu Hükümleri ve İhtikar (vurgun)"
başlıklı bir konferans verdi ve buna esnaf ve tüccar kesim yoğun ilgi
gösterdi.
Döneme ait ilginç bir belge: Bursa emniyeti yazmış, vali imzalamış
Yeni
oluşturulan Toprak Mahsulleri Vergisi her yerde farklı usüllerle toplanıyor
bu da haksızlıklara yol açıyordu. Bazı ilçelerde görevliler, daha fazla
vergi toplayarak amirlerinin takdirini kazanmak için ürün üzerinden alınacak
vergiyi %40'a varan oranlarda tahsil ediyordu. Benzer bir durum kozadan alınan vergide
yaşanmaktaydı. Bu verginin tahmin ile alınması haksızlığa sebep oluyordu.
Üretici ise koza vergisinin ölçüm yerlerinde, borsalarda belirlenmesini
istiyordu. Sıkıntı yaratan başka bir vergi de Varlık Vergisi idi. 12 Kasım
1942'de yürürlüğe giren vergi, savaş yıllarında oluşan şartlardan
yararlanarak zengin olan tüccalardan ve bu dönemde geliri çok artan
kişilerden alınacaktı. Bursa'da da yaklaşık 1500 kişiye Varlık Vergisi
tahakkuk ettirildiği görülmektedir. Varlık Vergisini ödeyemeyenlerin malları
haciz uygulamasına konuldu. Bursa Defterdarlığının ilanıyla vergisini
ödeyemeyenlerden haczedilen halı, radyo, dolap, masa vb eşyalar Setbaşı
Maliye Şubesi altındaki depoda her gün belli saatlerde açık arttınma ile
satıldı. Bu satış vergi borcunu karşılamadığında mükellefe ait ev, dükkan
gibi gayrımenkuller de satışa sunuldu. Yurt genelinde olduğu gibi Bursa'da
da refah seviyesi yüksek kesimleri kapsamına alan Varlık Vergisi daha çok
Musevi vatandaşları etkiledi. Ticaretin yanında ağırlıklı olarak tekstil,
sarraflık ve manifaturacılık yapan Bursalı Museviler, kentin iktisadi
hayatında öne çıkmışlardı. Bursa Musevi cemaati başkanı Leon Ennakave, savaş
yıllarında vergisini ödeyemeyen Musevilerin evini, dükkanını sattığını, buna
karşın borcunu kapatamayanların mecburi hizmete alınarak yol, demiryolu
inşaatlarında çalıştırıldığını ifade etmiştir.
Giderek artan beton yapılar yüzünden çimento ihtiyacı artmış,
yurt içi fabrikalar üretime cevap vermekte yetersiz kalmıştı. Bursa
vilayetinin tek iskelesi olan Mudanya iskelesi önceden Mudanya Belediyesine
bağlıyken kısa süre önce Devlet Demiryolları ve Limanları’nın sorumluluğuna
verilmişti ve ciddi bir onarım ihtiyacı vardı.
1943 yılı sonunda Bursa milletvekillerinin hazırladıkları rapor, yaşanan
sıkıntıları gösteriyor. Bursa halkına ekmek yetmemiş, çiftçi tohum, lastik
ve benzin bulamamış, işten çıkartılanlar yardıma muhtaç hale gelmiş,
bataklıklar kurutulamadığı için halk sıtmadan kırılmış, çocukların okul
ihtiyacı karşılanamamıştır. Bütçe yetersizliğinin bir örneği de Bursa
Halkevi’nin 2. kısım inşaatının 1939’dan 1949’a kadar bitirilememiş
olmasıdır.
Savaş yıllarının zorluğunu istatistikler de
yansıtır. 1935-39 arasında Bursa'da toplam evlenme sayısı 6889 iken 1940-45
arasında bu sayı %50'den fazla düşüşle 2697 olmuştur. 1935-39 arası boşanma
sayısı 1139 iken 1940-46 arasında bu sayı 1686'ya ulaşmıştır. Savaşın
sürdüğü 6 yıl boyunca kentteki suç oranı da yarıdan fazla artmıştır.
Savaş yıllarının zor koşullarını Mehmet
Beysel'den dinleyelim:
Savaşın ülkemiz sınırına
yaklaşması nedeniyle alınan önlemler arasında lise ve üniversite çağındaki
erkek öğrencilerin askeri eğitim alması da vardı. Yaz tatilinde kısa süreli
olarak düzenlenen askeri kamplara çağrılırlardı. 9. sınıfın yaz tatilinde
Temenyeri’nde 20 gün asker elbiseli ve tam teçhizatlı kamp yapmıştık. Her
birimiz omuzda mavzer, sırtta asker çantası tam teçhizat her sabah uygun
adımla Temenyeri’ne çıkar, akşama kadar talim yapardık. Ayrıca her mangada
bir hafif makineli tüfek vardı. Onu da sırayla taşırdık. Sonunda hakiki
mermiyle atış yapıp bir de teftiş verdik. Babam Ahmet Beysel de ihtiyat
askerliğine çağrılmıştı.
Savaş yıllarında eski aşara
benzeyen bir vergi sistemi uygulanmaya başlamıştı. Bu verginin hesap
edilmesi için 40’lı yıllarda lise öğrencileri hasat zamanı “cabı/cabi”
olarak görevlendirilmiş. Osmanlı Devletinde Tanzimat Dönemine kadar haraç,
cizye ve vakıf gelirlerini toplayan tahsildarlara cabi deniyordu. Ünlü mizah
ve hiciv ustası Sümbülzade Vehbi cabilerin köylü için nasıl bir korku
kaynağı olduğunu “Koynu defterli o cabi ne bela” dizesiyle pek güzel
anlatmıştır.
Ahmet Muhtar savaş yıllarında Temenyeri'nde bir muharebe
taburunun konuşlandığını, taburun kalabalık olduğunu, hayvanlarının Hünkar
Köşkü'ne kadar olan alana yayıldığını anlatır.
Kaynaklar:
1-
CHP Parti Müfettişliği ve Raporlarla Bursa Teşkilatı (1936-1945), Seda
Bayındır Uluskan, Yeditepe Yayınevi, 2020, s. 333, 359 --
2- Bir Mühendisin Anıları, Mehmet Beysel, Ayber Danışmanlık yayını,
2007, s. 45 -
3- Ahmet Muhtar ile söyleşi
(https://www.bursaarastirmalarimerkezi.com/ahmet-muhtar-pamukcular-ile-sozlu-tarih-gorusmesi/)
--------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi de o günleri yaşamış Hüseyin Döşer'in anılarına kulak verelim:
Fetret sadece Selçuklu ve Osmanlıların zaman zaman geçirdiği devirlerden
değildir. Bizim neslin de bir fetret devri yaşamış olduğunu söylersem
abartmış olmam. Bilhassa 2. Cihan Harbinin etkisiyle memleket sathına
yayılan işsizlik, her an hare girileceği endişesi, beş altı tertip gencin
askere alınması sebebiyle tarımdaki en aktif insan gücünün cepheye
sürülmesi, ilkel tarım, gübresizlik, kuraklık nedenleriyle üretimin
çok düşmesi, üstüne üstlük mahsule Toprak Mahsulleri Ofisinin çok
düşük fiyatla el koyması, karaborsa gibi her türlü istismarın yaygınlaşması,
memur saltanatının had safhada olması gibi haller, Cumhuriyet yönetimindeki
Türk insanının fetret devri yaşamasının nedenleriydi.
Günde kişi başına yüz elli gramlık, yarısı kepek, çıtır çıtır kumlu karne
ekmeğini temin için, koskoca yüz binlik şehirde ekmek çıkaran sadece dört
fırının önünde ne kavgalar, izdiham nedeniyle ne bayılmalar ve ölümler,
hatta ne cinayetler olurdu. Kimse fırın önlerinde sıraya girmez; milleti
sıraya sokacak ne bir polis, ne bir zabıta bulunurdu. Bu yüzden fırın önleri
tam bir kıyamet sahnesiydi. Ekmek almaya gidip de hırpalanmadan, yüzü, gözü
ve bir yerleri berelenmeden dönen yaşlı ve çocuk yok gibiydi. Evdeki
görevlerimden biri de ekmek almaktı. Bize en yakın, Ulucami’nin batı kapısı
karşısındaki fırına gider, güç bela ekmek alıp dönerdim.
Bazı geceler babam, oturduğumuz evin bitişiğinde, köşesinde ulu bir çınar
ağacı bulunan Ödenikli Mehmet Pehlivan’ın kahvesine beni de götürür,
masalardaki gazeteleri etrafımıza toplanan ihtiyarlara yüksek sesle
okuturdu. Çünkü o zamanlar gazete okuyabilen yok gibiydi. Kahvedeki,
mahallemizin tek radyosundan Ankara, Londra, Moskova, Berlin radyolarının
Türkçe yayınlarını dinlerdik. Her radyo havadisleri aktarırken olayları
kendi görüşleri doğrultusunda çarpıtır, havadisten ziyade propagandaya
dönüştürürdü. Kahve halkı Ankara’yı dinlerken İsmet Paşa’cı, Londra’yı
dinlerken Çörçilci, Berlin’i dinlerken Hitlerci, Moskova’yı dinlerken
Stalinci olurdu. Aklını kullanan, doğru dürüst muhakeme yürüten, kendi
olabilen yoktu. Bu şartlarda yaşayan gençlerin şahsiyetli olması mümkün
müydü? Açıklayayım. İlkokulda sınıfımız 72 mevcutluydu. Beşinci sınıfa
geldiğimizde mevcudumuz otuz dörde düşmüştü. Bu 34 gençten ancak on ikisi
orta okul ve sanat okuluna başlayabilmiş, dördü orta okulu, ikisi sanat
okulunu bitirebilmişti. Lise ve yüksek tahsil yapabilen sadece ben ve
Eczacının oğlu Gündüz vardık. İlkokul arkadaşlarımın hepsi cin gibi
çocuklardı ve okumaya hevesliydiler. Ama aileleri geçim sıkıntısı içinde
olduklarından çocuklarını okutamazdı. Arkadaşlarım arasında sokak çocuğu,
esrarkeş, ayyaş, külhanbeyi, kabadayı, katil olanlar ve hatta öldürülenler
büyük çoğunluğu oluşturmuştu. Ana babalarımız nafaka temini için evlerinden
erkenden çıkar, 12-13 saat sonra eve dönerlerdi. Biz çocuklar karanlıklara
kadar sokaklarda kalırdık. Yorgunluktan turşuları çıkmış vaziyette eve dönen
anne babalar sokaklara bıraktıkları çocuklarına nasıl bakar, nasıl sahip
çıkabilirlerdi?
Fırın önlerinde ekmek almayı beklerken ayaklı gazetelerden memleketin iç ve
dış gidişatından haberdar oluyordum. Babam askere alındığından beri
memleketin gidişatı beni daha çok ilgilendiriyordu. Setbaşı fırını önünde
ekmek alma yüzünden arbede çıkmış, bir kişi ölmüştü. Bazı camiler ibadete
kapatılmış, askeri depo haline getirilmişti. Köylerde Toprak Mahsulleri
Ofisi ürünlere el koyuyordu. Bu suretle çoktan kaldırılmış olan Aşar
Vergisi, yasa masa çıkarılmadan tekrar yürürlüğe konmuş oldu. Ofisin
memurları eski devrin aşar mültezimleri gibi zalim davranıyor, köylünün
mahsulünü jandarma kuvveti kullanarak elinden alıyordu. Bu, Aşar Vergisinden
de ağırdı, ürünlerin yüzde yirmisine el konuyordu. Hiçbir mazereti de kabul
etmiyorlardı. Ne kuraklık, ne iş gücü yetmezliği, ne gübresizlik, ne tabi
afet. Bazı gazetelere göre köylüler mahsullerini uzak yerlere kaçırıyorlar
ve toprağa gömüyorlardı.
Bir akşam üstü ekmek almış eve dönerken
Merinos Fabrikasının önünden geçen
Cilimboz deresinin ötesindeki futbol ve hayvan pazarı sahalarına yüzlerce at
ve arabalarının doldurulmuş olduğunu gördüm. Askeriye Bursa’daki
arabacıların at ve arabalarına el koymuş, diye civarda bulunanlar
söylemişti.
Ana babalar çocuklarını okula göndermekten vazgeçtiler çünkü geçim
zorlaşmıştı. Birçok arkadaşım esnafın yanına çırak olarak verilmişti.
İşsizlik herkesi tedirgin ediyordu. Bütün zanaatkarlar yarının ne olacağının
belli olmaması nedeniyle üretimlerini çok kısmışlardı. Mal üretip de
vitrinlerde teşhir ederek satmak ortadan kalkmış gibiydi. Ancak ihtiyaç
sahibi gelir de bir şey ısmarlarsa çalışıyorlardı ve çoğu dükkanlarına
“ısmarlama çalışılır” diye levhalar asmıştı. Terziler, ayakkabıcılar ve
imalatçı esnaf edindikleri lakapları ısmarlamacı terzi, ısmarlamacı
ayakkabıcı vb’e dönüştürmüşlerdi.
1944 kışı bittiğinde insanlar ilerisi için duydukları endişe, belirsizlik ve
karamsarlık havasından uzaklaşmışlardı. Bunun sebebi şubat sonu gelmiş
olmasına karşın harbe girme ihtimalimizin azalmış olmasıydı. Karamsarlık
yerini güven duygusuna bırakıyordu. Yavaş yavaş da olsa uzun zamandır kapalı
olan dükkanlar, atölyeler, iş yerleri açılmaya, insanlar sanatlarını icraya
başlıyordu. Merinos, İpekiş, Romangal fabrikaları çift vardiyaya geçtikleri
için işçi almaya, çarşıda vitrinler dolmaya başlamıştı. Mart ay girince
hareketlilik hissedilir bir hal aldı. Civar köylerden birçok kişi tarlasını
satarak Bursa’da bakkal dükkanı, kahvehane, aşçı dükkanı gibi iş yerleri
alıyordu. Şehirde pek çok kişi de evlerinin yarısını bu köylülere satarak
elde ettikleri parayı iş kurmak için sermaye yapıyordu. Teyzelerin kolundaki
bilezikler, boynundaki beşibiryerdeler bozduruluyor, sermayeye çevriliyordu.
Avrupa’da harp sürüyordu ama beş yıldır takul tukul giden işler birden
açılır gibi olmuştu. Sanki beş yıldır çalışmayan saat birdenbire şaşırtıcı
bir şekilde çalışmaya başlamıştı.
İlkokulu bitirdiğim yaz ben ve benimle birlikte yirmi beş çocuk Merinos
fabrikasının çırak iplikhanesi denen bölümünde işe başlamıştık. Aylığım yedi
buçuk liraydı yani günde yirmi beş kuruşa çalışıyorduk. Daha önce sinemada
su, simit satarken bundan daha fazla kazanıyordum. “Bizler çocuğuz, fabrika
bize az ücret veriyor” diye düşünmüştüm ama büyüklerin ücretleri de pek
farklı değildi. Mesela babam ayda 23 lira, annem on iki buçuk lira alıyordu.
İşçilik yaparak insan gibi yaşamak mümkün görünmüyordu. Evet işler açılır
gibi olmuştu ama açılan işlerde çalışacak insan sayısı o kadar fazlaydı ki,
bu insanlar yevmiyeleri konusunda pazarlığa girişemiyorlardı. Çalıştıranlar
için problem yoktu; “Amasya’nın bardağı, biri olmazsa bir dana” diyorlar,
istedikleri işçiyi, istedikleri ücrete çalıştırıyorlardı. O zamanlar iş
yasası, sigorta gibi şeyler olmadığından, işçi hakları çalıştıranların
vicdanına bırakılmıştı. Yine de Merinos, İpekiş ve Romangal’da çalışanlar
hallerinden memnun görünüyorlardı. Hiç olmazsa öğle yemekleri veriliyordu.
“Temelli işsiz kalmaktan iyi, akmazsa da damlıyor” gibi sözlerle kendilerini
teselli ediyorlardı. Hem halimize şükretmemiz gerekmiyor muydu? Avrupa’da
harp hala sürüyor, birçok ülkede insanlar açlıktan kırılıyordu. Bilhassa
yanı başımızdaki Yunanistan’da halk kedileri, köpekleri hatta sıçanları bile
yemiş, tüketmişti.
Merinos fabrikasında çalışmaya
başlamamdan
bir ay sonra yabancı, dil bilmeyen bazı adam ve kadınlar da işçi olarak
çalışmaya başlamışlardı. Bunlar Rusya’dan Türkiye’ye kaçan Tatarlar ve
Almanlardı. Tatarlar Rusya’da Alman kadınları ile evlenmişler, Alman
ordusunun çekilmeye başlamasıyla onlar da Sovyet ordusunun mezalimine
uğramamak için çoluk çocuk kaçarak Türkiye’ye sığınmışlardı. Öğle molası
sırasında bazı işçiler, yabancı radyolardan dinlediklerine göre, Rusya ve
Almanya’dan birçok sığınmacının Türkiye’ye geldiğini, bunların bazı
şehirlere yerleştirildiğini anlatıyorlardı. Hatta Alman üniversitelerinden
birçok profesör ve öğretim elemanının uçaklar dolusu Türkiye’ye
sığındıklarını, bunlardan bir bölümünün Kırşehir’de kurulan bir kampa
yerleştirildiğini, etraflarının tel örgüyle çevrilip tecrit edildiklerini
radyodan dinlemişlerdi. Bursa’ya gelen bu Alman karılı Tatarlara Merinos’ta
iş verilmiş, Alacahırka, Kireç Ocakları taraflarında kendilerine ev ve arsa
verilmiş, küçük çocukları Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından himaye ve bakım
altına alınmıştı. İşçiler içinde Tatarca ya da Slav dillerini bilenler, bu
yeni işçilerden Almanya’nın durumunun artık kötü olduğunu dinlemiş, savaşın
sonunun yakın olduğu intibaını edinmişlerdi.
(Kaynak: Fetret, Hüseyin Döşer, Ekin yayınları, 2005, s. 10, 15-6, 184-5,
213, 295, 318, 324, 333)