Günümüze ait ne varsa bir an
için olduğu yerde bırakıp, biraz eskilere, 1969 yılının Tirilye'sine benimle
bir yolculuk yapmak ister misiniz?
Tirilye o tarihte şimdiki
halinden çok farklıydı. Kendi halinde, sessiz sedasız bir sahil kasabasıydı.
Evlerin kapıları dışarıya sarkan bir iple açılır, kilitlenmezdi. Sahiller
balıklara, martılara, kayalara, yosunlara, çakıl taşlarına, dalgalara ve
başta çocuklar olmak üzere biz Tirilyelilere aitti. Herkes herkesi tanır,
selâmlaşır, hatır sorardı. İşte o zamanların Tirilye'sindeki bir yaz
gününden, 20 Temmuz 1969'dan bahsetmek istiyorum size.
O gün hava kavurucu derecede
sıcaktı. Öğle yemeği için eve koşa koşa gidip gelmek hariç, neredeyse gün
boyunca hiç denizden çıkmamıştım. Aklımca güya denizde serinleyecektim.
Akşam olduğunda sırtım, kollarım, omuzlarım, alnım yanarak soyulmuş, acı
içinde kalmıştım. Ama 20 Temmuz'u dün gibi hatırlıyor olmamın asıl sebebi
sıcaktan kavrulmam değildi. O gün tüm dünya heyecanlı bir bekleyiş
içindeydi. Apollo 11 isimli uzay aracı ile insanoğlu Ay'a ilk kez ayak
basacaktı. Radyo bu olayı naklen yayınlayacağı için çok uykum geldiği halde
uyumamıştım. Zaten uyumak istesem de acımdan uyuyabilir miydim bilmiyorum.
Nihayet gece 10 sıralarında Neil Armstrong isimli astronotun Ay'a indiğini
duyarak insanlık tarihinin önemli dönüm noktalarından birini çocukluk
anılarımın arasına yerleştirme şansı bulmuştum. Radyodan dinleyerek de olsa,
böylesine önemli bir olaya tanıklık etmek çok heyecan vericiydi.
Tirilyeli biri olarak beni asıl
heyecanlandıransa bambaşka bir şeydi. Apollo 11 projesinde ve dolayısıyla
insanoğlunun Ay'a ilk kez ayak basmasında görev alanlar arasında Tirilyeli
bir mühendis olan İsmail Akbay da vardı. Yakınları çok samimi
komşularımızdı. Bir Tirilyeli mühendisin de katkısıyla Ay'a ilk kez ayak
basılmasını radyo canlı yayınından dinlemiş bir çocuk olarak uzaya büyük bir
ilgi duymaya başlamıştım. Bu ilgim hiç azalmadan hatta artarak günümüze
kadar devam edegeldi. Sınırsız büyüklükteki evrene dair bilinen ve
bilinmeyenlerle ilgili merakımı bir kenara koyup yine Tirilye'ye ama bu kez
başka bir zamana dönelim isterseniz.

Tıp Fakültesinden mezun olduğum 1981
yılının yaz günlerinden birinde Tirilye'de çok önemli bir tarihi keşfe tanık
olmuştum. Milat'tan sonra 50 yılında ölen Romalı bir komutan ile eşine ait
mezarın açılışını izlemiştim. Mezar, şirin kasabamızın en manzaralı yerinde,
Tirilye'ye ve Gemlik körfezine tepeden bakan Çamlı Kahve yakınlarındaydı.
Romalı komutan belli ki, sağlığında çok sevdiği bu manzaralı yerde ebedi
uykusuna yatmak istemişti.
Kasabamızın tarihi hakkında ipuçları
veren bu keşif sırasında mezarlardan çok ilginç eşyalar ve takılar çıkmıştı.
Örneğin parmakla hafif hareket ettirildiğinde, şeffaf yeşil renkli taşın
arkasında, kollarını bacaklarını oynatarak dans ediyormuş gibi görünen altın
renkli dansöz figürü işlenmiş bir yüzük bugün bile gözümün önünde.
Bu keşif sırasında, bir yandan
mezardan çıkan eserleri izlerken, bir yandan da yaklaşık iki bin yıl
öncesine giderek, Romalı komutanın bugün Çamlı Kahve'nin olduğu yerden
mehtabı seyrettiğini hayal etmiştim. Yanında bulunan müneccimlerden biri,
günün birinde insanların Ay'a ayak basacağını ve bu
başarıya katkısı olanlar arasında bir hemşerisinin de yer alacağını
komutana söyleseydi, bunu söyleyene ne gözle bakardı acaba diye düşünmekten
kendimi alamamıştım.
Çakıl Taşı
Yıl 2000, aylardan Eylül'dü. Bir
kongre için gitmiş olduğum Atina'daki son günümün gecesiydi. Saat 22.30
olmuştu. Ertesi gün erkenden uçuşum vardı. Sabahın kör karanlığında uyanmam
gerektiği için niyetim hemen yatıp uyumaktı. Bavulumu hazırlamış, yatmaya
hazırlanıyordum ki, telefonuma gelen mesaj sesiyle bu planım değişiverdi.
Yakın bir arkadaşımdan gelen mesaj aynen şöyleydi; “Cemal'im, bana oradan
lokum getirebilir misin? Ama havaalanından olmasın.”
Arkadaşımı kıramazdım. Ama bu saatte
lokumu nereden bulacaktım? Havaalanından alsam ne olurdu ki? Türkiye'de
lokum mu yoktu sanki? Üstelik lokum bize özgü değil miydi?
Atina'yı bilenler bilir, akşam
olduğunda neredeyse herkes meyhanelerde ya da canlı müzik olan lokantalarda
eğlenmeye başlar. Dükkanlar ve işyerleri de erkenden kapatılır. Bu
düşüncelerle, aceleyle giyinip otelden çıktım. Doğrusu, lokum bulma
konusunda hiç umudum olmadan bir caddede yürümeye başladım. Işıkları yanan
küçük bir bakkal dükkânı çıkıverdi karşıma.
Bakkal dükkanının ışıkları açık ama kapısı kapalıydı. İçerideki kişi cama
vurmamla kısa bir şaşkınlık sonrası gelip kapıyı açtı: “Benim dairem
bu apartmanda. Dükkânı biraz düzenlemek istiyordum. Onun için ışıklar
açıktı.” Kolaylıklar diledikten sonra, sohbeti çok sevdiğim halde, geç saat
olduğu için hemen konuya girip, lokum almak istediğimi söyledim. Önce bir
süre yüzüme şaşkınlıkla baktı. Sonra raftan bir paket lokum alıp bana
uzattı. Ardından sordu: “Where are you from?”
“Türkiye'den
geldim” diye Türkçe cevap verdim. Bakkal mesajı alır
almaz ve hiç duraksamadan konuştu. “Hangi şehirden geldiniz?” Az önceki
bezgin, yorgun ve neşesiz bakkal gitmiş, onun yerine gözlerinin içi bile
gülen çok mutlu bir insan gelmişti. Hem de saniyeler içinde... “Bursa'dan”
diye cevap verdim. Hemen arkasından ekledim; “Mudanya, Tirilye'yi bilir
misiniz?” Bakkal kırk yıldan beri görmediği kardeşini gören birinden
farksızdı o anda. “Komşuyuz, kardeşiz, dostuz biz” diye heyecanla konuştu
Rum şivesiyle. Tezgâhın arkasından yanıma gelerek, arada Rumca kelimeler
kullanarak hızlı hızlı ve heyecanla konuşmaya başladı; “Annemin ailesi 1923
yılında mübadele ile Siği (Kumyaka) köyünden, önce Atina yakınlarında bir
yere, oradan da Atina'ya gelip yerleşmiş. Annem o zaman 15 yaşındaymış.
Geçen ay 92 yaşına bastı. Bir üst katta yaşıyor. Köyünü hiç unutamıyor.”
Bu arada üç kutu lokumu bir poşete
yerleştiren bakkal, bunları hediye olarak verdiğini ve para almayacağını
söyleyerek konuşmaya devam etti: “Annem Tirilye'den ya da Siği'den biriyle
çok uzun yıllardan beri karşılaşmamış. Köylüleriyle konuşmaya, anılarını
canlandırmaya hasret kalmış. Eğer Tirilyeli veya Siğili biriyle
karşılaşırsam onun yanına götürmeye söz vermiştim. Bana ve anneme bu iyiliği
yapar mısınız? Benimle bir üst kata annemi görmeye gelir misiniz?
Böylesine duygu dolu bir isteği geri
çeviremezdim. Birlikte üst kata annesinin dairesine çıktık. Bakkal, yarı
uykulu halde televizyon izleyen annesine olan biteni hızlı hızlı ve
heyecanla anlattı. Sarışın, mavi gözlü, küpeli, kolyeli ve bizdeki yaşmağa
benzeyen bir örtüyle saçlarının bir kısmını örtmüş ak saçlı, boyu küçücük
kalmış bir nine vardı karşımda. Güçlükle ayağa kalkıp, titreyen buruş buruş
elleriyle yüzüme dokundu önce. Sonra ellerimi tuttu. Elini öpmemi hiç
yadırgamadı. Bu sırada öteki eliyle saçlarımı okşayan nine, daha sonra
sımsıkı tuttu iki elimden ve iç çekerek sessizce ağlamaya başladı. Marya idi
adı. Ne kadar sürmüştü ağlaması bilemiyorum. Benim de boğazım düğümlenmiş,
gözlerim dolmuştu. Dakikalarca yüzüme baktıktan sonra ilk sözleri şunlardı;
“Dolapta yaprak sarması var. Sever misin?”
Yaprak sarmasını severim ama gece
yarısı olmuştu. Bu geç saatte bir şey yemekten kaçınmam gerektiğini düşünen
aklımla, Atina'da bir Rum ninenin ikramını severek kabul etmemi isteyen
yüreğim karşı karşıyaydı. Yüreğim galip geldi. Yaklaşık bir saat kadar
sohbet ettik nine ve oğlu ile. Tirilye'den, Siği'den, kayalık sahillerden,
denizden, balıktan, yosun kokusundan, incirden, zeytinden, evlerin dış
kapılarından sarkan iplerden bahsettik.
Kendimden çok, ninenin yorgun ve
uykulu olduğunu düşünerek birden ayağa kalktım. Nine, misafir kalmamı
istedi. Bundan çok mutlu olacağımı ama sabah erkenden Türkiye'ye uçacağım
için kalamayacağımı söyledim. Marya Nine bunun üzerine odadan çıkıp birkaç
dakika sonra elinde küçük bir tahta kutuyla döndü. Kutuyu açıp içindeki
kırmızı renkli bir çakıl taşını bana uzatarak konuşmaya başladı: “Bu çakıl
taşını mübadele günü Siği köyünde sahilden alıp hatıra diye yanımda
getirmiştim. Artık çok yaşlıyım. Köyümü bir daha göremem. Bu taşı kilisenin
önündeki sahilden güneş batarken, güneşin battığı yöne bakarak denize atar
mısın? Taşı denize atarken bunu Marya senden ödünç almış, şimdi geri veriyor
der misin?”
Türkiye'ye döner dönmez o çakıl
taşını Marya ninenin tarif ettiği yerden, tam da güneş batarken, güneşin
battığı yöne bakarak ve boğazım düğümlenerek denize attım. İçimden denize
hitap ederek şunları söyledim o sırada; “Marya nine bu taşı senden ödünç
almış, benimle geri gönderdi.”
Mübadil Postası- 30.01.2023 sayısı, s. 16'dan kısaltarak alınmıştır.