| 
                 BEKTAŞ ÖZYÖNETİM 
	İŞLİĞİNİN BİR ALAN ÇALIŞMASI - TEMMUZ 1982 
	KATILANLAR: Cengiz BEKTAŞ, Gönül 
	SEYFULLAH, Ziya SOYER, Cahit ENGİN, Ayşe KANTARCIOĞLU, Kubilay NALBANTOĞLU, 
	Semra BULAT, Yazan: Cengiz BEKTAŞ 
	
	                                                                                       
	Yazan: Cengiz Bektaş 
	BİR ÖĞRENCİ 
	ÇALIŞMASININ SEÇTİRDİĞİ KONU 
	    Kimden duymuştum ilk kez Tirilye 
	adını? Hiç yabancım değil sanki... Zeytin... Evet Tirilye zeytini... 
	Zeytinden biliyorum ben bu adı... Çocukluğumdan... Gözümün önüne, üzerinde 
	"Tirilye Zeytini" yazan tenekeler gelir gibi oluyor. Yanılıyor muyum? Nevrah 
	(Dağdeviren) sokaklardan, alanlardan yaptığı çizimleri koyuyor bir bir 
	masanın üzerine. Bir okul çalışması için eleştiri isteyecek benden... Birden 
	yeğneliyorum. Demek böyle ödevler veren öğretim görevlileri de var. 
	Soruyorum: Kimin için bu ödev? "Sayın Muammer Onat için" diyor. Telefonu 
	açıp konuşuyorum Sayın Onat'la. Şaşırıyor: 
	— Daha görmediniz miydi? 
	    Yaşamım hepsini görmeye 
	yetmeyecek biliyorum, ama görmekten bıktığım da yok, "görmek"i çoğulla, 
	çoğul için yapmaktan da... Sayın Onat Tirilye'nin haritasını yolluyor... 
	İşliğimizdeki tartışmanın sonunda, sıradaki alan çalışmasının konusu belli 
	oluyor: TİRİLYE 
	YOL 
	    Bir günün ilk 
	saatlerinde İstanbul'dan vapura biniyoruz. Mudanya'ya 4,5 saat tutuyormuş... 
	Marmara'nın, İstanbul'dan uzaklaştıkça arınıyormuş gibi gelen sularında 
	vapur yolculuğu hâlâ çok güzel...  
	    Mudanya'da ne 
	han, ne otel; ama çarşaflan temiz "Marmara Oteli"ne yerleşiyoruz. Hanımlar 
	bir odada: Gönül Seyfullah, Semra Bulat, Ayşe Batur... Erkekler bir odada: 
	Cengiz Bektaş, Cahit Engin, Kubilay Nalbantoğlu, Memet Bektaş. Aramızda iki 
	de aile var: Raset-Ziya Soyer ile Engin-Besim Çeçener...  
	    İçimizden 
	birileri çıkıp minibüslerin durduğu alana gidiyorlar. Al takke ver külah, 12 
	km. batıdaki Tirilye'ye götürüp getirmesi için 1.500 TL'sına anlaşıyorlar.
	 
	    Haritalara 
	bakanlarımız: "Bu Tirilye neresi? Mudanya'nın 12 km. batısında, kıyıda 
	Tirilye miriyle yok. 'Zeytinbağı' diye bir yer var" diyeceklerdir. Doğru... 
	Evet, öyle... Ama ne Mudanya'da, ne Tirilye yolunda, ne de Tirilye'de kimse 
	Zeytinbağı demiyor. Yalnızca ilçenin girişinde, mavi üzerine beyaz yazılmış 
	olarak görüyorsunuz bu adı. Neden mi? Çünkü buranın adı Tirilye... Biri 
	çıkıp buranın adı Zeytinbağı olsun deyince hemen ad değişivermiyor ki halkın 
	ağzında. Azıcık da, anlam vermek istemedikleri, katılmak istemedikleri bu 
	türlü davranışlara sanki inatla "TİRİLYE" der gibiler. Desinler desinler 
	bence... Desinler de öyle her önüne gelenin adları değiştiremeyeceği 
	anlaşılsın. Yola çıkmadan önce, yalan yanlış da olsa, elde olan bu deyip 
	Meydan Larousse'a bakmıştım. "Tirilye" diye bir madde yoktu. (En azından 
	gönderme yapmak için konulabilirdi.) Zeytinbağı maddesinde de, ne eksik, ne 
	artık, şunlar yazılıydı yalnızca: "Zeytinbağı, Marmara Bölgesinde 
	(Güney Marmara bölümü, Bursa İli, Mudanya İlçesi) bucak. 7946 nüf., bucak 
	merkezi (esk. Tirilya) 2232 nüf., 13 köy (1970)." 
	    Sayın Onat'ın 
	verdiği "harita"dan ve de yukarıdaki "ansiklopedik" bilgiden başka hiçbir 
	bilgimiz olmadan, Mudanya ile Zeytinbağı arasında, asfalt kıyı yolunda, 
	minibüsümüzle ilerliyorduk. 
	SAHİL SİTESİ 
	    Bir yanımız 
	yemyeşil tepeler, bir yanımız uçurum. Uçurumun dibinde Marmara... Masmavi... 
	Yeşille mavinin buluştukları çizgiye kendimizi koy vermiş, kıvrıla kıvrıla 
	gitmekteyken, bir dönemeçte gözlerimize inanamadık. Bir "Sahil Sitesi" idi 
	gördüğümüz... Sekiz katlı "apartman" lar, denizin tam dibine, kazık gibi 
	çakılmışlardı. Çok katlı bir garajda dizi dizi otomobiller, denizi 
	seyrediyorlardı. Adamın usu almıyor gerçekten... Bu kişiler nasıl böylesine 
	bilinçsiz olabilirler? Sekiz katlı bir apartman yaşamını, büyük kentlerden 
	kendileriyle birlikte taşıyıp geliyorlardı güzelim zeytin kıyısına. 
	Otomobillerini burunlarının dibinden ayırmadan, birbirinin içine bakan 
	balkonlarda (herhalde konken oynayarak) yaşıyorlardı. Nasıl bir yaşam 
	türüydü bu? Ne gibi bir kültür değişimiyle geliniyordu bu çizgilere? Şaşıp 
	duruyoruz ya yıllardır... İşte gene öyle şaşkınlık içinde, geriye bakıp 
	bakıp -cık -cık -cık'larken.  
	
	  
	  
	    Bir-iki 
	dönemeç kıvrıldık kıvrılmadık, bir başka görüntüyle karşılaştık. Küçücük bir 
	yerleşmeydi bu... Girişinde "Kumyaka" yazıyordu. Sürücümüz Mehmet Bey'den 
	öğrendik, eski adı SİYE imiş. Siye, "İnci gibi" denir ya, işte öyle... 
	Kendine göre bir koyakçağın denizle öpüştüğü yere oturuvermiş. Öyle güzel 
	bir yerleşme biçimi ve de evleri var ki, bakmalara doyulmuyor. Elbette karşı 
	koyamazdık içimizden gelene... 
	    Koyağı 
	çevreleyen ana yoldan sağa ayrılıp Siye'ye indik. Koskoca bir çınar çekti 
	bizi kendine ilkin... Bu ulu çınarın gölgelediği... köy alanının bir köşesi 
	denize açılıyor. Bir kıyısında da bugün ahır olarak kullanılan kilise var. 
	Kilisenin duvarlarında daha da eski dönemlerin işlemeli yapı taşlan da 
	kullanılmış. Alanın kiliseye yakın öteki kıyısına, eskiden zeytinyağı üretim 
	yeri olan bir yapı yerleşmiş. Duvarlarında, mezar stelleri benzeri taşlar, 
	birlikte işlenmiş. Kilisenin onarım kitabesi 1862 yılını gösteriyor. Çift 
	başlı Bizans kartalı kabartmalı bir taş, ana duvarlarından birine gömülü... 
	Yoksa bu, Çarlık Rusya'sının bir simgesi mi? (19. yy'ın ikinci yarısında 
	bütün Anadolu'daki Ortodoks kiliselerine, onarım için yardımda bulunup, 
	"cemaat"lerinin "millet" bilinçlerinin oluşması için ellerinden geleni 
	yapmışlar ya...) Burada çok oyalanmak istemiyorduk gerçekte... Tirilye'ye 
	bir an önce ulaşmak düşüncesi ağır basıyordu.  
	    Çınardan 
	ayrılıp, ondan nedense kopar gibi yerleşmiş (bir kötülüğünü mü görmüşler ki) 
	yeni köy kahvesinin önünden geçerken, bir çağrıyla karşılaştık: 
	— Hoş geldiniz. Şöyle buyurun 
	bakalım... Öyle geçip gitmeyin, bir tanışıp görüşelim canım... 
	    Üzeri yeşille 
	dokunmuş bir talvar... Talvarın altında bir havuz... Havuzun çevresinde 
	sandalyeler... Yaşlılar oturmuşlar söyleşiyorlar. Orta yaşlı biriydi bizi 
	çağıran: 
	— Ben bu köyün muhtarıyım, adım 
	... Sizleri de tanıyalım bakalım. Önce kendimi, sonra arkadaşlarımı tanıttım 
	bir bir... 
	— Peki... Neden ilgileniyorsunuz köyümüzle? 
	    Önceden 
	kulağımızı bükmüşlerdi. Özellikle Mudanya'da ve de çevresinde Anıtlar 
	Kurulu'na, eski esercilere pek sevgiyle bakmıyorlarmış nedense... Gene de 
	aldırmayıp açık açık söyledim: 
	— Evlere, yapılara bakıyoruz ya, 
	salt "aman ne güzel" demek için, kapılan, pencereleri, süslemeleri için 
	değil. Birbirleriyle, sokakla, alanla ilişkileri ne? Nasıl bir yaşama 
	biçimiymiş bu evleri üreten? İlkeleri neymiş? Çağımız açısından 
	geçerlilikleri ne? Örneğin buraya gelirken gördüğümüz "Kemal Eroğlu" 
	sitesinin beton kovukları, içinde oturanların sandıklan gibi, gerçekten 
	çağdaş mıydılar? Yoksa bu Siye'nin insancıl ölçüleri, daha sağlıklı 
	gereçlerle sağlanmış, daha oranlı oylumlan o beton kovuklarından daha çağdaş 
	değiller mi? Sözü uzatıp gidecektim muhtar bıraksaydı... Ama o, işin nereye 
	varacağını anlamış gibi kısadan kesti: 
	— Biz köyümüze müteahhit 
	sokmamaya kararlıyız. Bu müteahhit takımı para kazanacak diye, köyümüzün 
	yaşamını bozmayacağız. 
	Ben inanamadım. Bakalım dediğinin bilincinde mi? 
	— Onlar 
	oraya para dökeceklerine, evlerini gelip köyünüzdeki boş yerlere yapsalar,
	 ollarınızı 
	düzeltseler, hep birlikte kullanacağınız yerler yaparak köyü bayındır 
	etseler... 
	— İstemiyoruz. 
	— Sizin evler onarılsa... 
	Bozmadan, ekler yapılarak... Pansiyonculuğa uygun duruma getirilseler... 
	— İstemiyoruz. 
	— Konuk sevmez misiniz siz? 
	— Severiz... Neden sevmeyelim. 
	Gel gör ki iş öyle değil. Gelenlerle aramızdaki ayırım çok büyük. Onlar 
	pirzola yiyorlar; benim oğlumun o günkü payı belki de bir katı yumurta... 
	Çocuk görür, canı çeker... Gel de dayan. Ya o giyim kuşamları... Ramazan 
	günü kadını kızı geliyor, burası köy yeridir, insan içidir demiyor, mayo ile 
	dolaşıyor. Köy delikanlısının içi çekiyor. Al başına belayı... 
	Ne karşılık vereceğimi düşünürken, o sözü tatlıya 
	bağladı: 
	— Ama bak, Mimar Mete Bey 
	başka... Şu eski evi onardı. Kışları kapısı penceresi kapalı ya, biz ona da 
	razıyız.. Yazları gelip şeneltiyor... Bize tepeden bakmıyor, köye köylüye 
	saygılı... 
	Eliyle gösterdiği eve baktım; 
	gerçekten abartmasız, aklı başında bir onarım. Ama önemli olan onarım 
	değildi ki işte... Önce insanca ilişkiydi önemli olan, insana saygıydı... 
	Fiziksel dokudan önce insan dokusuna saygıydı... 
	Muhtar konuşurken, öteki 
	köylülerin ardında olduğundan, onun gibi düşündüklerinden iyice güvenliydi. 
	Gerçekten de o konuşurken, ötekiler de başlarıyla onaylıyorlardı. 
	Muhtar sordu: 
	— Kiliseye de baktınız mı? 
	— Baktık bakmasına da... 
	— "Neden ahır olarak kullanılıyor?" diyorsunuz değil 
	mi? 
	— Evet. 
	— Biz de utanıyoruz, sıkılıyoruz 
	bu durumdan... Bir turist geldi mi yerin dibine geçiyoruz, öyle ya, adam 
	kilisenin ahır olmasını hoş görür mü? Camiyi ahır yapsalar biz ne deriz? 
	— Neden temizlemiyorsunuz 
	öyleyse? Temizleseniz, bilet kesip öyle gezdirseniz, kazandığınızla gitgide 
	çevresini bile düzenlersiniz. 
	— Temizleyemiyoruz ki... Kilise 
	şahsın... Adam istediği gibi kullanıyor. Bir kilise şahsın malı nasıl olur? 
	Köy malı olarak satın alalım diyoruz... Tutarından yanına yanaşılmıyor. 
	Böyle yapılar şahsın olmamalı. Herkes bir değil... Bir kişinin utancını 
	hepimiz çekiyoruz. Muhtarla, oradakilerle tokalaşıp ayrıldık. Onlardan çok 
	biz düşünceliydik. 
	 TİRİLYE 
	    Bir yanı 
	mavi, bir yanı zeytin yolun kıvrımlarına dalmış giderken, gene bir köşeyi 
	dönünce, kendimize geliverdik. Kuşkusuz işte burası olmalıydı Tirilye. 
	Siye'den çok, çok daha büyük bir koyağa yerleşmiş Tirilye... Koyağın ağzı 
	denize ulaştığında iyice açılıyor. İki yamacındaki evler, birbiri üzerinden 
	ortada kalan oyluma bakıyorlar. Koyağın yamaçları, doğal biçimiyle, bir 
	parabol gibi geriye doğru kapandığından, evlerin çoğunluğu deniz görüşüne 
	katılıyorlar.   
	    Ortada, 
	koyağın tabanında, ana cadde, kentin bel kemiği, yer alıyor. Bütün yollar 
	kılçık gibi, ya da bir yaprağın damarları gibi bu ana yola iniyorlar. 
	Damarlar ana yola koşut caddelerle, birer kez daha bağlanıyorlar. Bu ikincil 
	caddeler, ana yolun yanı başındaki çeşmede, bir açıyla gene ana yola gelip 
	bağlanıyorlar. En az bir, giderek iki yanıyla sokak ya da cadde üzerinde 
	olmayan ev yok. Belkemiğinde, bütün ortak kullanımlar yer almış. Kara ucu 
	çeşme ve az ötesindeki değirmen,.. Deniz ucu iskele... Arada dükkanlar, 
	kahveler, aşevleri, sinema, belediye, karakol, kent parkı... Kısacası 
	insanlar evlerinin pencerelerinden baktılar mı ortak yaşamın oylumunu 
	görüyorlar. Kent bu ortak yaşam işte... Bir bütün... Bir elelelik... 
	Gözgözelik... Ana caddenin üzerine ulu çınarlar dizilmiş... Birinin gölgesi 
	ötekininkine ekleniyor. 
	
	  
	    Çınarın o 
	yeşil gölgesi, kişiye, gotik katedrali duygusunu veriyor. Ama daha 
	aydınlığını, insancılını, daha sevgilisini, sevinçlisini, güleç bakanını... 
	Besbelli ki önce bu anayol ve çevresi oluşmuştu. Sonra bu yola dikey 
	sokaklar geliştikçe, ikincil, üçüncül damarlar... Kentin bel kemiği bir 
	çeşmeyle başlıyordu, bir de değirmen. Peki değirmenin suyu nereye gidiyordu 
	ki?  
	    Değirmeni 
	döndürdükten üç-beş adım sonra ana yolun altına giriveriyordu. Daha doğrusu 
	üstü örtülüyordu. Demek ki, anayolun ortası, kentin belkemiğinin ortası 
	dereydi kuruluşunda...  
	Çoğu Anadolu kentlerinde olduğu 
	gibi... Daha önce de birkaç kez anlatmıştım bunu... (Benim Oğlum Bina Okur, 
	s. 75, Yazko Yayınlan, İst. 1980) Denizli'de bizim Çaybaşı Mahallesi’nde de 
	ortadan dere geçerdi. Her evden de en azından iki arık geçip, dereye 
	bağlanırlardı. Bu arıklar kutsal şeylermişçesine tertemiz tutulurlardı. 
	İçine değil pislik, çer çöp atmak; bir tüküren olsa kıyamet kopardı. Elimizi 
	yüzümüzü bile yıkardık, o sularla. Bahçelerimizi, güllerimizi, 
	fesleğenlerimizi sulardık. Hemen oracıktan koparılmış maruldu, domatesti, 
	ayvaydı, erikti, sebzeyi-meyveyi yıkardık.. Bir gün İstanbul'dan bir okumuş 
	gelip yerleşti bizim mahalleye. Yüksek yüksek okullar bitirmişti. Kim bilir 
	hangi işimizi yönetecekti? Şu yeryüzünde başka İstanbul yoktu ki... Kim 
	bilir ondan ne uygarlıklar öğrenilecekti... 
	    Ondan ve onun 
	gibilerinden ne gördük ne görmedik bunun değerlendirilmesi belki bir gün 
	yapılır. Ben gördüklerimden yalnızca birini söyleyeceğim. Bir gün, elini 
	yüzünü yıkamak için suya eğilen biri, kendi görüntüsünün üzerinden bir insan 
	pisliğinin geçip gittiğini gördü. O büyük kent insanı, ayakyolunu (WC) bizim 
	suyumuza bağlayıvermişti. Öyle ya, kendi için en kolayı buydu... Ona göre 
	dışkının bir çukurda (forseptiğin, ilkel biçimi) toplanması elbette 
	gerilikti. Bunu beğenmediğine göre bize daha ilerisini öğretmesi gerekmez 
	miydi? Ama zor işlerdi bunlar. Ayakyolunu akar suya bağlar, olur biterdi 
	işte... 
	    Artık elimizi 
	yüzümüzü yıkayamayacağımız, sebzelerimizi sulayamayacağımız suyun sonu ne 
	olurdu ki, kentin ortasında? Kısacası, çok kısa bir süre sonra, herkes suyun 
	içine etmeye başladı. Böylece bizim güzel deremiz kentin açık kalın 
	bağırsağı oldu. O zaman çıkıp da "Bu pislik kanalı kapatılmalı" diyene 
	verilecek karşılığı da nedense kimse bulamadı. Derken pek çok Anadolu 
	kentinde olduğu gibi, bizim derenin üzeri asfaltlandı. İki yanında evlerle 
	apartmanların savaşı başladı. Dokuz katlı apartmanların karşısında evler bir 
	başlarına ne yapsın? Kanser uru gibi hâlâ sürüyor betonlaşma... Evet, bir 
	yere dek işte böyle olmuş Tirilye'de de... Gelişmenin son aşamasını bilenler 
	şöyle diyorlar: 
	— Dere güzeldi hoştu da, pislikti, kokuyordu, kaza 
	nedeniydi... 
	  -- Neden? 
	— Çünkü evlerin giderleri bağlanıyordu... 
	— Hep böyle miydi? 
	— Daha önce çukurlar varmış... 
	— Sonra? 
	— Sonra, dereye bağlamaya başladılar... 
	    Yukarıda, 
	çeşmenin oradaki kapaklarla şişirilir, birden açılıp basınçlı suyla dere 
	temizlenirdi. Ama yetmedi işte... Üzerini kapatmaktan başka bir çözüm bilen 
	de çıkmadı. 
	    
	Muhtar Hasan Bey döneminde, 1930'ların sonuna doğru, yansı, 1950'de de öteki 
	yansı kapatılmış. Başka çözüm bulunamaz mıydı? 
	 Üstelik 
	alta döşenen boru, denizin içlerine, uzaklara uzatılıp kıyı kirlenmesi 
	önlenemez miydi? Bana göre olabilirdi böyle bir çözüm. O zaman olamamış ya 
	da olmamış, şimdi düzeltilemez mi? Düzeltilebilir bence. 
	   Azıcık gözlerimizi 
	kısıp sanki bu söylediklerimiz olmuş gibi dolaştık ana yolda... Ama gerçek, 
	düş kurmamızı hep önledi. Evlerle, sağına soluna saygısız en küçük oran ve 
	yaşama sevinci duygusundan yoksun apartmanların savaşı burada da başlamıştı. 
	    
	Aldırmadık, sokaklara daldık. Evlerle sokaklar birbirlerine uygundular.
	 Kentin 
	her yerinden görülen bir minareyle yanındaki yüksek tamburlu ilginç kubbeli 
	yapı da bizi kendine çekti: Yaklaştıkça anladık ki, bu, sonradan camiye 
	dönüştürülmüş bir Bizans kilisesidir. 13. yüzyıldan olduğu söyleniyor. Daha 
	kapısında, yalak olarak kullanılan bir eski lahit, bahçesindeki kimi taşlar, 
	daha eskilerden izler gibi geldi bize... Bugün cami olarak kullanılan 
	yapının kendi kolon başlıkları, örneğin bahçesinde atılı olanlardan değişik 
	ve kendi çağının işi. İç kuruluşu da, kubbe düzeni de öyle. 
	         
	   
	    Başka 
	kiliseleri de gördük. Birisinin giriş bölümü, bir eve dönüştürülmüştü. 
	Üzerine "Dündar Evi" diye de yazılmış bu kilisenin içine giremedik. Dışından 
	dolaştık. Duvardaki ilginç kabartmaları gördük. Gördüğümüz öteki kilisenin 
	adı, Kemerli Kilise kalmıştı. İçinde gerçekten mükemmel duvar resimleri 
	vardı.  
	    Bir de, 
	Osmanlı çağından olduğunu sandığım bir hamam gördük. Eninde sonunda evlere 
	döndük yeniden. Daha yakından baktık kimi evlere. Tirilye'nin insanları 
	sıcakkanlıydılar, yardımseverdiler, konuşkandılar. Kadınlarda kaç göç yoktu. 
	Evlerine olduğu gibi, sokaklarına da bakmaya çalışıyorlardı. Evlerinin 
	önündeki sokağı süpüren en az 5-6 kadınla karşılaştım. Tertemiz evinin 
	önüne, asmanın altına oturmuş, güzel havanın tadını çıkaranlar vardı. 
	Beş-altı komşu bir arada oturup hem iş işleyip, hem söyleşenleri vardı. 
	Selamımızı almakla kalmıyorlar, ilgileniyorlar, soruyorlardı da: 
	— Nerelisiniz? 
	— İstanbul'dan... 
	— Gezmeye mi geldiniz? 
	— Evet... 
	— O güzel İstanbul'dan buralara gezmeye mi 
	gelinirmiş? 
	— Geliniyor işte bakın... 
	Kimileri de soruyor: 
	— Evlere mi bakıyorsunuz? 
	— Evet... 
	— Nesi varmış bu evlerin? Eski püskü... 
	Kimileri açıkça söylüyor: 
	— Ben beton evde yatmam. Yakıt bir dert, rutubet bir 
	dert... 
	   Daha önce 
	belediyede görev almış bir kişi Anıtlar Kurulu'na veryansın ediyordu oysa... 
	Buralara önce beş kat verilmiş. Daha doğrusu karışan görüşen yokmuş bir 
	bakıma... Derken Anıtlar Kurulu çıkıp da, üç katla dondurunca yapılan, yıkıp 
	yapmak sonra da satmak ilginç olmaktan çıkmış. En çok bundan yakınıyordu. 
	Sorduk: 
	— Konut sıkıntısı mı var? 
	— Yok, dedi. 
	— Peki neden apartman yapmak istiyorlar? 
	— Adam istifadesine bakacak tabii.. 
	— Bu evlerde oturmak mı güzel, apartmanda mı? 
	— Tabii bu evlerde... Paran olacak birini alıp bir 
	güzel onarıp oturacaksın. 
	— Peki Anıtlar Kurulu olmasaydı, ne olurdu? 
	— Çoğu yıkılırdı... 
	- Öyleyse, apartmanı yapıp da 
	satanın para kazanmasından başka mantığı var mı bu işin? 
	Üstelik bunca ev boş dururken...  
	  TİRİLYE'DE YAKIN GEÇMİŞ 
	   Seksenüçlük Hüseyin 
	Amca (1316, Strumca doğumlu) Rumların çağında Tirilye'nin 1500 hane olduğunu 
	söylüyor. Kendisi Balkan Savaşı’nda, 1328' de göçmen olarak gelmiş buraya. 
	Yukarıdaki sözünden de anlaşılıyordu ki Tirilye'de genelde Rumlar otururmuş. 
	En çok 20-30 hane Türk varmış. Rumlar büyük savaşta rahat durmadıkları için 
	(bir İngiliz denizaltısı buradan destek görmüş) içerilere gönderilmişler. 
	Onların yerine göçmenler yerleştirilmiş...  
	"Dört cephede savaşılıyordu" diyor Hüseyin Amca.. 
	Giden dönmüyordu diyor...  
	    Yüzyıllarca 
	hep böyle olmamış mı? Savaşanlar da yalnızca Türkler... Giden gidiyor... Ya 
	kalanlar? Önce kemerleri sıkıp "idare" ediyor ailesi... İşleyen eden 
	olmayınca sıcağa kar mı dayanır? Yetmeyince, eldeki avuçtakini satmaya 
	başlıyorlar. O da yetmeyince, tarlayı, evi... Kim alacak? Elbette, savaşa 
	gitmeyip, orada kalan. İşi eskisi gibi sürüp gitmekte olan... Kim bunlar? 
	Müslüman olmayan vatandaşlar... (Bir çok yerden bildiğimiz bu olguyu, 
	Tirilye'nin en eski yerlilerinden, o eski Türk ailelerinden, yaşlı bir teyze 
	de böylece anlattı.) Büyük savaştan yenik çıkılınca, Rumlar Tirilye'ye 
	yeniden dönmüşler. (1919) Ve buradaki göçmenleri kovalamışlar... Derken 
	Kurtuluş Savaşı'mız ardından da değişim... (Mübadele, 1922) Rumlar 
	gitmişler... Eskiden buraya yerleşmiş olup da Rumlarca kovalanmış olan 
	göçmenler Tirilye'ye geri gelmişler. Ayrıca, değişimde, 600 hane daha yeni 
	göçmen gelmiş, Selanik'ten, Dedeağaç'tan, Girit'ten, Serej'den, Tikveş'ten, 
	Karacaova'dan... Boş kalan evlerden, çevre köylerden gelip gereç söküp 
	götürenler olmuş. Kimi evler yıkıma uğramış bu nedenle. Ama gene de, 60-70 
	yıl öncesinin 1500 hanesine karşılık, bugün Tirilye' de topu topu 700-800 
	hane yaşıyormuş. Nüfus 1980'de 2760 kişi.. Hane başına üç, bilemedin dört 
	kişi düşüyor. Türkiye ortalamasının bile çok altında. Çoğu kentlerde yapılan 
	apartmanlar yalnızca konut sıkıntısından mı? Konut sayımıza, çağdaş yaşama 
	göre şöyle bir elden geçirilen evlerle de destek olmak doğru olmaz mı? 
	    Rumlar, 
	balıkçılık, ipekçilik, zeytincilik yapıyorlarmış. Bir de, kendilerine 
	yeterince sebzecilik, meyvecilik.. Armatörlük yapanları da varmış ya; 
	ağırlık yukarıda sayılanlarda... Bu nedenle, hemen bütün evlerde, özellikle 
	ipekçiliğe, meyve kurutmaya uygun geniş sofalar düzenlenmiş. Alt katlar da 
	hayvan bağlamaya, erzak depolamaya, zeytinyağı fıçılan koymaya uygun 
	düzendeler. Evlerin yapım tekniği, ayrıntıları, giderek süslemeleri, 
	Mudanya'dakilerle, Bursa'dakilerle hemen hemen bir. Nitelikçe üstün bir 
	düzeyin bir çağlarda bütün bu çevrede anonimleşmeye varacak ölçüde 
	yaygınlaştığı apaçık görülüyor. 
	   Tirilye'de görülen 
	bir başka önemli yön de şu: Evlerin çoğu bugün de bakımlı. Bunun 
	nedenlerinden biri sanırım, uğraş alanlarının bugün de çok değişik olmaması. 
	Besbelli ki evlerin içinde bugün yaşayanların yaşama biçimiyle öyle büyük 
	bir çatışkıları yok. Bugün oturanları da zeytincilikle uğraşıyorlar 
	genelde... İpekçiliği, o eski ölçüsünde değil ya, gene de sürdürenler var. 
	Ayrıca tavukçuluk, yumurtacılık da yan gelirleri... 10-15 hane de 
	balıkçılıkla uğraşıyormuş. (Çinekop, palamut, barbunya) 1935'te zeytin 
	ağaçlan kara hastalığı denilen bir illete tutulmuş. Yedi yıl ürün 
	alınamamış. İspanya'dan öğrenilen bir yöntemle iyileştirilebilmişler neyse 
	ki... 
	    Zeytin 
	toplama dönemi Eylül sonu -birinci el-, Ekim, Kasım, Aralık ayları. Kasımda 
	silkim izni verilince "kampanya" başlıyor. İşte o dönemde 400- 500 kişi de 
	dışarıdan çalışmaya geliyormuş. Bunlar ya çevre köylerden günübirlik gelip 
	giderlermiş; ya da yanlarında çalışacakları ailenin evinde bir odada 
	kalırlarmış. Evlerde, dışarıdan gelene verilecek oda da bulunuyor bu 
	nedenle... Muhtar Veysel Başaran (Hüseyin Amcanın yeğeni, 1938 Tirilye 
	doğumlu, onun babası da kardeşiyle birlikte Strumca'dan gelmiş.) "Bir ağaç 
	verse verse 10 kg. zeytin verir" diyor. "O da iki üç yılda bir..." diye 
	ekliyor. (Benim bildiğim daha çoktu.) "İklim değişti" diyor muhtar. Bir 
	ailenin geçimi için ne çok ağaç gerekiyor bir düşünün. Zeytin ağaçlan 10 m. 
	ara ile dikildiğine göre varın hesaplayın gerisini... Zeytin bakım ister. 
	Kolay iş değildir zeytincilik. Gene de Rumların çağında daha varlıklı 
	yerlermiş buralar. Evlerin bakımlı tutulabilmiş olmalarının sanırım bir 
	başka nedeni de, Rumlar gittiğinde gelen göçmenler arasında da ustalar 
	oluşu... Bunlar hem duvarcıymışlar, hem dülger. Sayılanlar şunlar: 
	      
	İsmail Usta (Arnavut), 
	Elmas Çavuş (Strumca), 
	Davut Usta (Serej), 
	Kerim Usta (Strumca),   
	Zekeriya Usta (Arnavut) 
	    Seksenlik 
	İsmail Gazioğlu ve Mehmet Yayla (1950'de Şumnu'dan göçmüş), bu evlerin 
	eşlerini şimdi de yapabilecek ustalıktaymışlar. Bir de Rüstem Usta ile 
	tanıştık. Rüstem Usta altmış bir yaşında, 1935'te Romanya'dan göçmüşler 
	ailecek... Doğramacılık yapıyor. İşini ağabeyinden öğrenmiş. Yapım 
	denetimine gelince; daha önceki çalışmalarımızda (Kuşadası, Bodrum, Antalya, 
	Babadağ, Şirinköy vb.) saptadıklarımızdan bir ayrımı yok. 
	    Tirilye'de 
	1933'e dek belediye örgütü varmış. Sonra kaldırılmış, 1945'e dek tek 
	muhtarlıkla yürütülmüş işler. Belediye yeniden kurulmuş...  
	    Yukarıda 
	sözünü ettiğim kanal ve otobüslerin durak yeri olandı. Girişte açılan alan 
	dışında bir imar hareketi(!) çok şükür ki yok. Yoksa burada da, başka 
	türlüsünü bilmedikleri için traşlayan, ta uzaklardan yapılan T cetveli bir 
	planlamaya(!) göre, vardan güzelim evleri traşlayan yollar açılarak(!) 
	sandık sandık beton kitleleriyle spekülasyon yaratmaktan, insancıllıktan 
	uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayan bir kentçilik anlayışı, öteki 
	kentlerimizde olduğu gibi ortalığı taşlaştırıverdi.  
	    Kısacası, 
	Tirilye'nin bütünlüğü daha bozulamamıştı. Evler, en küçük ayrıntılarıyla 
	bile bütünle uyuşurluk içindeler. Klasik çizgilerden baroğa bir dönemi 
	türkülüyorlar gibi.. İnsanlar için sokaklar, sevmeli, sevilmeli evler... 
	Çıkmalar, kahkahalar, kadehli, mezeli, iç geçirmeli balkonlar...  
	
	  
	   Girip çıkmadık 
	sokak, dışından da olsa alıcı gözle bakmadığımız ev bırakmadık. Size de 
	aktarabilmek için, aralarından değişik yaşama biçimlerinin ürünleri 
	olduklarını sandığımız üçünü seçtik. Birini Gönül ile Ziya, ötekini Ayşe ile 
	Cahit, üçüncüyü de Semra ile Kubilay ölçtüler, çizdiler. Onlar içlerini 
	ölçüp çizerlerken, ben de dıştan çizdim evleri. 
	                                                       
	       Kaynak: Mimarlık 
	Dergisi,  1983, sayı 3 
     |