Nazım Hikmet ve İsmet Bozdağ

Nazım'ın Doktoru Neşati Üster

Nazım- Bursa- Sinema

Nazım Hikmet Bursa'da

   

                                                                                  İsmet Bozdağ

                                                                                   

24-25 yaşlarındayım (1940-41 yılları). Bir yandan vilayet gazetesini çıkarıyor öte yandan VATAN, SON POSTA gibi iki büyük gazetenin Bursa muhabirliğini yapıyor, onlara haber ve röportaj gönderiyordum. Bir gün telefon çaldı, ahizede aşina olduğum bir ses:

“Ben Ahmet Emin” dedi.

Doğrusu Ahmet Emin beyle (Yalman) tanışırdım ama telefonda konuşup hal hatır soracak kadar değil. Diyordu ki, gazetemiz yakında yeniden çıkmaya başlayacak. Size yarınki vapurla haber müdürümüzü gönderiyorum: Faruk Fenik. Zekidir, beceriklidir ama biraz mahcuptur. Nazım Hikmet’le görüşmesini istiyorum. Sen savcı ile görüşüp izin alabilirsin. Birlikte gidin. Nazım Hikmet’e mümkünse “Gazete için” onun Milli Mücadele Destanını isteyin. Birinci sayfadan gösterip yayınlayacağız. Maddi olarak ne istiyorsa hemen kabul edebilirsiniz. Bu iş için sana güveniyorum.

Sevindim. Çünkü Nazım Hikmet Bursa hapishanesinde yatıyordu ama kendisini ziyarete gidemezdim. Önce tanışmıyorduk. Sonra kendisini görmek polisin kuşkusuna yol açardı. Belediyede, başkandan sonra gelen bir yetkili ve vilayet gazetesi başyazarı olarak, hiçbir gereği yokken, Nazım Hikmet’le konuşamazdım ama Vatan gazetesi adına ve bu gazetenin haber müdürü ile birlikte gitmemde hiçbir sakınca yok diye düşündüm. Üstelik kendisine gönderdiğim şiir kitabım hakkında ne düşündüğünü öğrenmiş olacaktım.

Hemen başsavcıyı telefonla bulup kendisine ertesi gün hapishaneye gideceğimizi, Nazım Hikmet’le konuşacağımızı, konunun kendisinden bir destan istemek olduğunu söyledim. Savcı Hayrettin Şakir Berk dostumdu, hiçbir güçlük çıkarmadı. Saat 10’dan itibaren Nazım Hikmet’in hapishane müdürünün odasında bekleyeceğini söyledi.

Faruk Fenik geldi. Gerçekten de çok utangaç biriydi. Sabah 19’da hapishaneye gittiğimizde Nazım Hikmet bizi müdürün odasında bekliyordu. İlk kez görüyorum şairi. Uzun boylu, geniş omuzlu, kırmızıya çalar saçlı, mavi gözlü bir adamdı.

“Hoş geldiniz, safa geldiniz… Haber verdikleri zaman çok sevindim. Biliyorsunuz buralarda şiirden anlayan birini bulmak çok zordur. Nedense şairlerimiz, edebiyatçılarımız bizim burasını pek beğenmiyorlar!”

Bize sigara uzattı. Sigaralarımızı yakıp yerine oturdu ve bizim söze girmemize fırsat vermeden konuşmaya başladı.

“Evet mahpusluk insana çok şey öğretiyor. Burada hayat şartları elbette çetin. Ama pek önemli sayılmaz çünkü insanlar giderek alışıyor. Ama alışamadığınız bir şey var: insanlar. Burada konuşacağınız insanları siz seçmediniz. Oysa dışarıda olsanız, dilediğinizle konuşur, hoşlanmadıklarınızı geçer giderdiniz.  Konuyu değiştirdi:

“Size çay demletiyorum. Mehmet (Orhan Kemal’den bahsediyor) yamandır çay demlemekte. Biraz sonra siz de bu görüşüme katılacaksınız. İsterseniz çaylar gelene kadar size biraz şiir okuyayım”.

Heyecanla karşıladım bu sözleri. Kendisi de hiç vakit kaybetmeden okumaya başladı.

Kocamak bir sesi vardı. Şiirlerinde mısra denebilecek bir yapı olmadığı için anlamakta güçlük çekiyorum: bazı kelimelerin üstüne fazlaca basıyor, bazı heceleri uzatıyordu. Böylece değişik bir okuyuşu vardı. Tonlamaları doğruydu ama bazı heceleri uzatması okuyuşunu eskitiyordu.

Biri sarı, biri beyaz, iki kalın defter vardı yanında. Okuduğu şiirler Memleketimden İnsan Manzaraları adıyla sonradan yayınlanmıştı. Faruk Fenik’in şiirle pek arası olmadığı için oturduğu, yayları fırlamış, hantal koltuğa gömülmüştü. Ben her kelimesini ezberlemek istiyormuş gibi bir dikkatle kulak kesilmiştim. Nazım dur durak bilmeden okuyor, bin zevkten dört köşe olmuş dinliyordum. Bu arada çaylar geldi, bir dana geldi, bir daha geldi.

Nazım okuyor, saatler ilerliyordu. Daha Kuvayi Milliye Destanı’na da gelememiştik. Oysa ben, bazı parçalarını dışarıda ele geçirdiğim bu şiirleri şairin ağzından dinlemeyi çok istiyordum. Nazım’ın sigarasını yakmak için durduğu bir andan yararlanıp hatırlatacak oldum. Önce duymazdan geldi, sonra nedense vazgeçerek, “Efendim, ona da sıra geliyor” deyip okumasını sürdürdü.

Dikkat ediyorum, okurken yüzü değişiyor, derinleşiyor, derisinin altındaki yaşayışı derisinin üstüne çiziliyordu. Kendi şiirlerinin güzelliği ile mestti. Okuyor, okuyor, durup dinlenmeden, sular seller gibi okuyordu. Böylece saat 15’i bulmuştuk. Beş saat Nazım Hikmet okumuş, biz dinlemiştik. Biz demem biraz yanlış çünkü önceleri bizimle beraber ola hapishane müdürü Tahsin Bey, Nazım okumaya başlar başlamaz:

“Ben gidip söyleyeyim, telefonları buraya bağlamasınlar, kimse de beni aramak bahanesiyle gelip sizi rahatsız etmesin” dedi ve bir daha dönmedi. Birlikte geldiğimiz Faruk Fenik ise koltukta dayak yemiş bir insanı hatırlatan bir bezginlik ve şikayet içinde oturuyordu. O kadar ki, Nazım yarım saatten beri Kuvayi Milliye Destanı’nı okumaya başladığı halde farkında bile değildi.

Kafalarımız şişmişti. Konuşacak halimiz kalmamıştı. Acıkmıştık. Ama buraya bir görevle gelmiştik. Kurtuluş Savaşı’na ait son şiir de okununca ben yumuşak bir sesle konuştum:         

“Bizi Ahmet Emin Bey size, hem hürmetlerini sunmak hem bir ricasını iletmek için gönderdi” diye söze başlamamla Nazım’ın sözümü kesip tamamlaması bir oldu:

“Biliyorum, Rezzan Hanım (Ahmet Beyin eşi) da hafta sonunda gelmiş ve böyle bir teşebbüs olacağını söylemişti. Bu sebeple hiç yorulmayın, durumu biliyorum”.

Gömüldüğü koltukta gevşek gevşek yüzümüze bakan Faruk Fenik’e döndü:

“Gazete ne zaman çıkıyor?”

“Önümüzdeki hafta efendim”.

“Evet daha bir hafta, on gün var. Ben Ahmet Beyin gazetesinin büyük tirajlara erişmesini candan dilerim. Benim şiirlerimin de Vatan’a tiraj sağlayacağını pek sanmıyorum. Sizin teklifiniz benim şiirlerimin tamamı üstüne mi yoksa sadece Kuvayi Milliye bölümü günlerine ait bölüme mi?”

Ben atıldım: “Kuvayi Milliye’ye ait, en son okuduğunuz bölümü”.

Nazım, yüzünde mahcup bir tebessüm, konuştu: “Anladım. Zaten güçlük de burada. Size istediğiniz Kuvayi Milliye bölümünü versem, doğrusu bana yazık olur. Vatan gazetesi şiirlerimin tamamını yayımlamaya kalksa, o zaman da size yazık olur. Ahmet Emin Beye sevgi ve saygılarımı ulaştırın lütfen. Vatan gibi bir gazetenin şiirlerimi yayımlamak istemesi benim için büyük bir iltifat, unutulmayacak bir yardımdır.”

Direnmenin hiçbir yararı olmadığı fark ediliyordu. Faruk’la ayağa kalkıp ayrılmak için izin isterken Nazım’a yaklaşıp yüzümü kızdırdım:

“Kitabım elinize geçti mi üstat?”

“Evet.”

Cevap bir kelimeydi: evet. Ama fikrini söylememişti. Nasıl sorsam diye kıvranırken yine Nazım konuştu:

“Nasıl bulduğumu sormak istiyorsunuz, öyle değil mi?”

Hevesle ve heyecanla:

“Evet” dedim. Nazım, eli kapı tokmağında durdu ve yüzüme- hala anlayamadığım garip bir gülümseme ile- bakarak konuştu: “Dünyada aşktan başka da yazılacak çok şey var, İsmet Bey. Dünyanın derdi, yalnız başımıza gelenler değildir. Siz, yazmasını biliyorsunuz diye bunları size söylüyorum”.

“Teşekkür ederim üstadım”.

Doğrusu ben, şiirlerim için böyle bir cevap beklemiyordum. “Yazmasını biliyorsunuz” da ne demekti? Yazmasını bildiğime göre şiirleri beğenmişti! “Ama dünyada aşktan başka yazılacak çok şey varmış” da bu yüzden beni ciddiye almıyormuş! Bu çıkıyordu sözlerinden. Ne yani?.. Kendisi gibi yazıp mahpus damına mı düşmeliydim? O zaman mı bana şair diyecekti? Dosta bak, dosta!…

Bu düşüncelerle cezaevinden çıktık. Nazım Hikmet bana: şiirin bir sosyal görevi olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bu budalaca söze dün duygusal bir tepki ile karşı çıkmıştım. Bugün bilinçli olarak karşıyım: olmaz öyle şey! Şiirin vazifesi de ne demek? Şiir dediğin bir iletişim aracı ve iletişim araçlarının en incesi, en vurucusu. Kullanan kişinin amacına göre hizmet verir. Bir adamın topluma söylenecek sözü varsa, toplumsal şiirler yazar. Aşk bunaltmışsa, aşk şiirleri döktürür. Ama ister aşk şiiri yazsın, ister toplum şiiri yazsın, yazdıkları amacına ulaşmışsa, şiirdir. Eğer günlük kelimelerle anlatamadığımız incelikte duygu ve düşüncelerimiz okuyuculara ulaştırabiliyorsa… Gerisi fasa fiso…

Nazım Hikmet belki iyi bir Marksist değildi ama iyi bir Marksist şairdi. Bana şiirlerim için söylediği, dünyada aşktan başka da yazılacak çok şey olduğudur. Nurullah Ataç, Rönesans hümanizmine vurgun bir yazar. O da bana, “Niçin dünyaya tek gözle bakıyorsun” diyor. Bu ortak yargının nedenini hala düşünürüm: Acaba uzun yıllar Türk şiiri (Divan ve Halk) aşk satırlarıyla yüklü olduğu için mi? Bir tepki mi yani?

Yıldızların Arkası- Beyaz Arılar (İsmet Bozdağ, Emre Yayınları, 2. baskı, 2007) kitabının 40-47. sayfalarından kısaltarak alınmıştır.

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 04/06/23