|
|
Söyleşen: Nezaket ÖZDEMİR
Hüseyin Bey, nerede ve hangi yıl doğdunuz oradan
başlayalım mı?
Yenişehir’in Osmaniye köyünde 1915 yılında doğmuşum.
Babam 1861 doğumlu, ismi Osman, anneminki Fatma. Ailem Bulgaristan
göçmenidir. Bulgaristan’ın Tırnova merkezine bağlı Tantur Köyü’nden 93
harbinden sonra işgal başlayınca göç etmek zorunda kalmışlar. O tarihte
babam 12 yaşında. Çok büyük acılar içinde yaşanan bu göç olayı, bütün köy
halkı gibi babamın ailesinin de yollara dökülmesine neden olmuş. Ben bile
görmemişim, yaşamamışım ama, buna rağmen bana anlatılanlar ve ailemin
Türkiye’ye gelmesiyle değişen hayat şartları beni hala çok üzer. Dedem
Tantur köyünde çiftçilik yaparmış. Her şeylerini köylerinde bırakıp kaçmak
zorunda kalmışlar. Perişan bir yolculuktan sonra Türkiye’ye gelmişler elde
yok avuçta yok. Açlar, sığınacak bir yerleri yok. Çerkezköy’de
konaklamışlar. Köydeki evlerden birinden ekmek isteyip, karınları doyurmak
için babaannem köye inmiş. Bir kapıyı çalmış, göçmen olduklarını söylemiş ve
yardım istemiş. Kapıya çıkan ev sahibi Hacı Halil Ağa diye biri, onlara
sahip çıkmış ve o çiftlikte yaşamaya başlamışlar. Büyük babam Hasan, köyde
Kamaoğulları diye tanınırmış. Ben soyadı kanunu çıkınca “Kaplan” soyadını
aldım.
Anne
tarafınız?
Anne tarafım da aynı köyden, annemin babası Kara
Hüseyin, Göçoğulları diye tanınıyor. Onlar da göçmen tabii. Ama onlar
doğrudan Yenişehir’in Osmaniye Köyü’ne gelip yerleşmişler. Osmaniye Köyü’nü
93 harbinde Tantur köyünden gelen göçmenler kurmuştur.
Saat Kulesi (1973)
Baba tarafı
nasıl gelmiş Yenişehir’e?
Çerkezköy’de yaşarlarken, 1897 Yunan harbi çıkmış.
Babamı silah altına almışlar. Babam cephedeyken, çiftliğin ağası ölmüş,
dedemler de yeniden yollara düşmüşler aynı köyden olanlar birbirini arıyor
tabii. Böylece baba tarafım da Çerkezköy’de on yıl kaldıktan sonra Osmaniye
Köyü’ne gelmişler. Babam savaştan dönüyor, bakıyor ailesi yok. Araya taraya
buluyor, onları. Annemler de aynı köyde, böylece evlenmişler. Hayatım
tamamen yoksulluk, perişanlık.. 11 çocuğun 10.su olarak doğmuşum. Yoksulluk,
imkânsızlık yüzünden hiçbirimiz okuyamadık.
Hiç okula
gidemediniz mi?
Gittim. İmam okuluna gittim. Köyde çocuklar 4-5
yaşını bulunca imam okuluna gider, başlar Kur’an okumaya. Zaten başka okul
yok. O zaman okumuş adam deyince, Kur’an’ı hatmetmiş adam anlaşılırdı. Ben 4
sene imama gittim hafızlık çalıştım. Bakın bir anımı anlatayım. Ben imam
okuluna giderken, çocuklardan biri, nereden bulmuşsa okula bir kalem
getirmiş. Bunu hemen hocaya yetiştirdiler. Hoca, “Vay sen kalemle ne
fesatlıklar yapacaksın,” diye çocuğu falakaya yatırdı. Oysa ben sonradan
Kur’an’ı anlayarak okuyunca öğrendim ki, Alak suresinde “Yaratan Rabbinin
adıyla oku,” diye başlıyor. Dördüncü ayette de “kalem ile (yazmayı) öğreten
de O,” diyor. Kur’an’ın iniş sırasına göre ikinci suresinin adı ise
doğrudan, kalem. Kur’an öğreten adamın Kur’an’dan haberi yok, çocuğa
elindeki kalemden dolayı ceza veriyor. Cehalet ve yobazlık.
Yani 9 yaşına
kadar hafızlık çalıştınız, ama kalem yasak. Okuma yazmayı nasıl öğrendiniz?
Köylerde hiç eğitim yoktu. Halk cehalet deryasında
yüzüyor. 1923-24 ders yılında, Bulgaristan’ın Şumnu Kazası’ndan göç ederek
köyümüze gelen bir imam öğretmen oldu. O zaman biz defterle kalemle
tanıştık. Nadirattan da olsa böyle kültürlü, ilerici, yobaz olmayan imamlar
da vardı. Medrese tahsili olmakla birlikte, rüştiye mezunuydu. Ertesi sene
köye başka bir öğretmen tayin edildi. 3. sınıfa kadar bizi o okuttu. O
dönemde köy okulları 3 sınıflıydı. İmkânsızlıktan benim eğitimim orada
bitti. Sığırtmaç oldum. Fakat içimde okuma aşkı var. Halkevleri vardı o
zaman bizim köye de okuma odası açılmıştı. Ben okumayı orada ilerlettim.
Siz
Yenişehirli Müstecip Onbaşı’nın da arkadaşısınız. Denizaltıyı esir alan
nefer.
O Çanakkale Savaşı’nda. Müstecip Onbaşı benden 24 yaş
büyüktür. Bizim sonradan aramızda bir dostluk ihdas oldu. Çok muhabbetimiz
oldu. Ben Çanakkale Savaşı’nı ondan dinledim. O devir bir karanlık devir.
Günde 6000 kişi şehit. Bu nasıl bir felaket? O günlerde yaşayan insanlar,
ölmeden cehennemi yaşadı, diye düşünüyorum. Mehmetçik büyük kahramanlık
göstermiş. Ama Müstecip Onbaşı’da bir büyüklenme, kendini büyük gösterme,
beklenti yok. Gerçek samimi bir vatanseverdi. Şunu söyleyeyim, Müstecip
Onbaşı’nın oğlu askerde iken, gece dersinde, subay Çanakkale Savaşını
anlatırken Müstecip Onbaşıdan bahsediyor. Oğlu kalkıp, “Müstecip Onbaşı
benim babam,” deyince karargâha davet etmeye karar veriyorlar. Köye haber
salınmış. Bu davet Müstecip Onbaşı için büyük onur. Fakat, düşünün Müstecip
Onbaşı’da üst baş yok. Onu geçtik, yol parası yok. Muhtar gönderiyor
karargâha. Vatan için canını fedaya hazır bir nesil, ama beklentisiz.
Çanakkale
Savaşı’nın arkasından işgal yılları geliyor…
Bizim yöremizin bir şansı vardı. Yenişehir’de Rum
köyü yok denecek kadar az. Biri İznik, diğeri Bursa sınırında iki Rum köyü
var. Derbent ve Marmaracık köyleri. Ancak Yunan devriyeleri köye gelir zulüm
ve işkenceler yapardı.
Cumhuriyet
dönemi çocuklarının ortak özellikleri var. Yoksulluk, yetimlik,
eğitimsizlik. Cumhuriyet bu felaket ortamında nasıl doğdu?
Cumhuriyet Atatürk ve arkadaşlarının eseri. Bize,
dünya yeniden kuruldu gibi geldi. Yüce Allah bu perişan ulusa, “alın size
bir rehber,” dedi. Lütfetti de bu millet insana benzemeye başladı. Osmanlı
döneminde, nizam yok, eşkıyalık bir yandan, fakirlik bir yandan, erkekler
hep asker, perişanlıktı. Hatta bu durum yadırganmıyordu da. Türk milleti
topyekûn Türk ordusunu kurdu. Bunu Atatürk başardı.
Atatürk
ulusal kahraman, çok seviliyor. Ama cumhuriyet ve arkasından gelen
devrimlerin halk tarafından kabul görmediği iddiası var. Devrimler,
şehirlerde bürokrat kesim tarafından yaşandı, halka inmedi deniliyor. Siz
köyde yaşadığınız için, öğrenmek istiyorum, köyde Atatürk devrimleri nasıl
karşılandı?
Doğrudur. Zaferin hemen ardından kesin ve mutlak
emniyet sağlandı. Eşkıya, Ermeni çeteleri, haydutlar, isyancılar birden
ortadan kayboldu. Aşar vergisi kalktı. Halk bir rahat nefes aldı. Atatürk
çok seviliyordu. Ama devrimlere gelince, yobaz kesim, Kur’an-ı okuldan
kaldırdılar, medreseleri kapattılar, halka gâvur gibi şapka giydirdiler,
Müslüman yazısını kaldırdılar gibi yaygaralar kopardılar. Köyde devrimleri
anlatacak kimse yoktu. Bu karşı geliş mecliste bile olmuştur. İş Atatürk’e
suikaste kadar vardı. Cehalet, devrimlerin önünde engeldi. Halk da cahildi.
Atatürk bunun için eğitime çok önem verdi. Eğitim olmadıkça, devrimlerin
benimsenmeyeceğini biliyordu. Millet mektepleri, halk evleri, köy
enstitüleri hep bu düşüncenin eseridir. Ama hepsinin önü kesildi ve halk
cahil kalsın istendi. Devrimleri benimseyenler oldu ama azınlıkta kaldı.
Köylere inilemedi.
-Sizin bir de
“Küçük Zabit Mektebi,” maceranız var. Onu anlatır mısınız?
-Ben
okumayı çok istedim. İlkokulu bitirenler için leyli meccani (yatılı okul)
okulların kapıları açıktı. Ama ben ilkokulu bitirememiştim. Bir gün köyde
duyduk ki, İstanbul’da “Küçük Zabit Mektebi” (Astsubay okulu) varmış, oraya
öğrenci alınacak. İlkokul diploması aramıyorlar. Hemen askerlik şubesine
başvurduk benim gibi yoksul birkaç arkadaş. Evraklarımızı aldık, yayan
olarak Bursa’nın yolunu tuttuk. Çekirge ’de Askeri Hastaneyi bulduk. Heyet
muayenesi yapıldı. Evraklar tamamlandı. Babam da ümitlenerek Bakırcı,
denilen malul gaziden 5 lira borç alarak bana yol parası verdi. Benim gibi
arkadaşlarla yola düştük. Yalova’ya kadar yine yayan gittik. Oradan vapura,
ver elini İstanbul. Fakat biz gecikmişiz. Kayıtlar dün bitti dediler. O
fırsatı da öyle kaçırdım.
Cumhuriyetin
10. yıl kutlamalarını hatırlıyor musunuz?
Evet, geldik 1933 yılına. Köyün muhtarı, Koca
Osmanoğlu namı ile bilinen Ahmet Yaşar’dı. Çok atılgan bir muhtardı. Köyde
öyle bir hazırlık yaptı ki dillere destan bir kutlama oldu. Çevre köylerin
ileri gelenleri ile görüştü. Civar köylerin hepsi bizim köyde toplandı. Köy
meydanında, caminin kuzeydoğu önünde, muhtarın ihdas ettiği Cumhuriyet Alanı
gemici fenerleri ile aydınlatıldı Sahneler hazırlandı, gündüz kurbanlar
kesildi, pilavlar döküldü. Fener alayları, halaylar, tam teşkilatlı bir saz
heyeti vardı. Yalnız bizim köy değil, millet her yerde coştu. Muhteşem bir
kutlama oldu. Kaymakam bizim muhtarı makamına davet ederek teşekkür etmişti.
-Evlilik
nasıl oldu?
Zengin bir ailenin kızına talip oldum. O da beni
istedi. Evlendik. Bir mucizeydi o. Allah nur içinde yatırsın.
İki aile de
istememiş değil mi?
Sabriye’ye bakkalların kızı denirdi. Değirmenleri
falan var. Ailesinin hali vakti yerindeydi. Beni istemediler. Ailem de
istemedi bu evliliği. Düğün gününü tayin ettim, davet yapıyorum. Ama annem
hala, “Ben o kızı bu eve koymayacağım,” diyor. Ama gün geldi, annem
gözyaşları içinde, “Yavrum sen ne bildin, bu Sabriye’nin melek olduğunu?”
dedi. Karım çok iyi bir insandı. Üç tane oğlumuz oldu. Ben okuyamadım ama
şükürler olsun oğullarımın hepsini okuttum. Okuyamamış olmanın ezikliğini
çok çektiğim için çocuklarımın üzerinde çok durdum. Üçü de üniversite
mezunu. Büyük oğlum İhsan, Pars Kiremit’in genel müdürüydü, emekli oldu.
İkincisi, İrfan sigorta müdürlüğünden emeklidir. En küçük oğlum İlhan,
havacı oldu. Şimdi O da emekli. Yedi tane de torun var.
-Okuyamadınız, peki memuriyete girişiniz nasıl oldu?
-Çok
çalıştım. Allah da bana çalıştığımın karşılığını verdi. Eğitimim, diplomam
yok. Askerden gelince, köy kâtibi oldum. Köy kâtipliği özel idarenin
yönetimindeydi. Özel idare müdürü beni tanıyordu. Bana, Yenişehir’de tapu
sicil kâtipliği münhal, gelir misin dedi. Gelirim dedim. On bir kişi sınava
girdik. Ben kazandım işe başlayacağım, ama diplomam yok. 1945’de göreve
başladım. Bana ikide bir diplomanı getir diyorlar. Diploma yok. Beni işten
atacaklar diye korkuyorum, geçiştiriyorum. İlkokul diplomamı sonradan
dışardan aldım. Ama çok çalıştım ve kendimi sevdirdim. Grup müdürü geldi,
teftişe beni beğenmiş. Hakkımda bir yazı yazmış. “Kendini yetiştirme
yeteneği vardır. Kurslara ve seminerlere gitmesine gerek olmadan müdür
muavini olarak atanması uygundur.” Bunun üzerine bana bir telgraf geldi.
Mudanya Tapu Sicil Müdür Muavinliğine tayinim çıkmış. Mudanya’dan Keles’e,
1957’de Bursa Tapu Müdürlüğü’ne atandım. 1971 yılında emekli oldum.
Biraz da
siyaset konuşalım mı? Anılarınızda “körparticilik” diye bir deyim
kullanıyorsunuz. Nedir bu körparticilik?
Ben hayatım boyunca siyasetle iştigal etmedim. Ama
cumhuriyetçiyim. Babam, cahil bir adamdı ama mütedeyyin bir Müslümandı.
Yobaz değildi. O zaman köylerde kahve yok, insanlar özel odalarda
toplanıyor. Varlıklı insanların evlerinin sokak tarafına kapısı açılan
odaları olurdu. Köyde her iki partinin taraftarı olan ağaların taraftarları,
ağanın odasında toplanırlar. Aslında parti falan bildikleri yok. Ağa ne
derse o. İşte bu kara particilik, kör particilik. Oyunu veriyor ama neye,
kime verdiğini bilmiyor. Bu zamanımızda da böyle, mahiyetini bilmeden, körü
körüne particilik. 1954 yılında,
Demokrat Parti iktidarı kazanınca, sonradan
milletvekili, hatta bakan olan İlhan Aşkın, benim evimin önünde teneke
çaldı. Çok üstüme geldi. Kavgaya tutuştuk. Dövdüm onu. Mecburen bazen böyle
istenmeyen şeyler yaşanıyor.
Hayatınızı
anlatan bir kitabınız var, kitabın ön sözünde “Mazilerini bilmeyen uluslar
istikbal için hedef tayininde güçlük çekerler,” diyorsunuz. Biz bu sözün
neresindeyiz?
Doğru değil mi söylediğim?
Millet olarak o sözün tam içindeyiz. Neden Kurtuluş Savaşı’nı yaşamak
zorunda kaldık? Bunu bilmek lazım… Geçmişte yaşanan doğru ve yanlışları
bilmezsen, gelecek için neyin doğru neyin yanlış olduğunu göremezsin. Çok
çalışmak ve çok okumamız lazım. En büyük mücadele cehalete karşı verilecek.
Her şey insanı eğitmekle başlar. İnsan evvela kendini tanımalı. Ben kimim?
Neden bu dünyaya geldim? Ne yapıyorum? Nereye doğru gidiyorum? Aklını
kullanmak lazım… Sonra ikinci mesele. Atatürk’ün bu millete çok büyük
hizmeti var. Onun sayesinde müşkülün zirvesinden bir ulus doğdu. Yüce Allah
onu bize “alın size bir halâskar,” diye gönderdi. Bunu bütün dünya takdir
ediyor. Ama bunu maalesef takdir etmeyenler de var. Yenişehirli Hasan Tahsin
Lapacı Hoca, uzun yıllar Çarşı Camii imamlığını ve vaizliğini sürdürmüştür.
Benim asker arkadaşımdır. Ne derdi biliyor musun? “Atatürk ilkelerine itaat
da ibadettir,” derdi. Ben eğitimsiz kaldım. Okumaya çalıştım, okuyamadım.
Ama çevremde gördüklerimden ders aldım. Çok çalıştım ve kitap okuyarak
kendimi yetiştirmeye çalıştım. Çocuklarımı da okuttum. Çünkü cehaletin
faciasını görüyorum. Hatta millet üzerinde bunu üzüntüyle seyrediyorum. En
kötü şey cehalettir.
Teşekkür
ederim Hüseyin Bey.
http://yesilbursadergisi.com/haber/cehaletle-mucadeleye-adanmis-bir-omur-huseyin-kaplan-200.html
'den kısaltarak alınmıştır.
|